19 Ekim 2009’da Kürdistan İşçi Partisi (PKK) mensubu 34 kişilik bir grup Abdullah Öcalan’ın çağrısına uyarak Habur sınır kapısından Türkiye’ye girip güvenlik güçlerine teslim oldular. PKK’nın Kandil ve Mahmur kamplarındaki mensuplarından oluşan grup, Şırnak’ın Silopi ilçesinde 50 bin kişiyi bulan bir kalabalık tarafından karşılandı. Gruptakiler gözaltına alınmadı, hatta Başbakan Erdoğan bir gün sonra, “Dün Habur sınır kapısında yaşanan manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü? Bu bir umuttur, Türkiye’de bir şeyler oluyor, iyi güzel şeyler oluyor” diye konuşmuştu. https://www.ntv.com.tr/turkiye/erdogandan-pkklilara-ulkenize-donun,D1V27KEtjkGmN1C6V8wv5Q
Ne var ki karşılamayı yansıtan fotoğraf ve videolar, Demokratik Açılım’ı daha fazla ilerlemeden durdurmak isteyenlerin eline büyük bir koz verdi. Yürütülen propaganda sayesinde PKK’lıları karşılayanlar kamuoyuna “barışa sevinen” insanlar olarak değil de devletin “yenilgisini” kutlayan PKK destekçileri olarak yansıtıldı. O noktadan itibaren hükümet, süreci Habur öncesi günlerde ortaya koyduğu kararlılıkla savunamaz hale geldi.
Habur travmasının yaşandığı günlerde Diyarbakır Belediye Başkanı olan Osman Baydemir, kriz iyi yönetilseydi olayların daha farklı gelişebileceğini, ortaya çıkan durumda kendisinin de hatalarının olduğunu söylemiş, yapmak isteyip de yapamadığı bir hamleden dolayı pişmalığını şöyle dile getirmişti:
“Bence Kürdün Kürde propagandasına gerek yok. Türk halkının bu gruba bakış açısı ve algısı diğer tümüne sirayet edecekti. O halde bizim bu barış grubunu hakikaten Türk halkının vicdanına hitap edecek bir pozisyona getirmemiz lazımdı. Mesela bence Van’daki, Cizre’deki toplantılara gerek yoktu. Dolayısıyla ben gelen gruba şunu önerdim: Sizden sekiz kişilik grup, artı sekiz tane Türk aydınıyla beraber sessiz sedasız Mevlana Celaleddin Rumi’nin mezarını ziyaret edelim. ‘Gel, kim olursan ol gel’ diyene gidelim ve ‘Biz geldik’ diyelim. ‘Kimliğimizle geldik, barış için geldik’ diyelim.
“Orada bu iki cümlelik mesajı verelim, akabinde Türkün de Kürdün de ortak değeri olan Ahmed Hani’nin mezarına gidelim ve orada ‘Mem’in Zîn’e Zîn’in Mem’e olan aşkı kadar biz ülkemizin geleceğine ve özgürlüğüne âşığız, bunun için geldik’ diyelim. Hep beraber son olarak da Çanakkale’ye gidelim. Hem Kürdün hem Türkün mezarına karanfil bırakalım ve diyelim ki ‘Bizim ecdadımız burada, bu ülkenin kuruluşu için çaba sarf etti. Bize haksızlık yapıldığı için biz böyle bir yola girdik, ama nihayetinde artık bu kulvarı değiştiriyoruz, dedelerimizin, atalarımızın kurmuş olduğu bu devleti hep beraber demokratikleştireceğiz ve hep beraber ilelebet yaşatacağız.
“Dedim, ama ısrarcı olmadım. Belki daha fazla ısrarcı olmalıydım, belki arkadaşlarımı buna ikna etme konusunda daha çok çaba sarf etmeliydim ve bunu mutlaka sağlamalıydım. Ama asıl belki de hükümetin bunu yapabilmemiz için o kapıyı bize açık tutması gerekiyordu. Bunu yapmamıza izin vermediler.” http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/devrim-sevimay/pkk-yi-hep-beraber-silahsizlandiralim-1184448
Süreç Habur’la birlikte sendelemiş fakat çökmemişti. Hatta Başbakan Erdoğan bundan bir ay kadar sonra, 15 Kasım 2009’da “Milli birlik ve kardeşlik projemiz bir hedeftir. Demokratik Açılım süreciyle bu hedefe ulaşacağız” diyecekti. (Açılım sürecinin ite kaka da olsa 12 Haziran 2011 seçimlerinin sonrasına kadar sürdüğünü söylemek yanlış olmaz). http://www.milliyet.com.tr/siyaset/basbakan-erdogan-milli-birlik-projesi-bir-hedeftir-1162249
Habur’dan sonra gerek devletten gerekse de bazı toplumsal kesimlerden gelen tepki ve direnişler hükümeti ürkütmüştü.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) muhalefeti, özellikle Habur’daki tablonun Türklerin Kürt kardeşleriyle aralarında kurduğu bağı zayıflatan bir etki yaptığını, bunun sorumlusunun da hükümet olduğunu savunuyorlardı.
Bu savunma, sürecin sağ ve salim olarak sonuna kadar gitmesi durumunda kaçınılmaz olarak varılacak olana, yani Kürtlerin ve Kürtlerin eşit vatandaşlığına razı olunmayacağının ilanıydı. Yani bir anlamda, “Beni, eşitim görmediğim fakat sevip şefkat duyduğum Kürt kardeşimle eşit kılarsanız, ona olan sevgim ve şefkatim azalır” denmiş oluyordu. Bu yönüyle Demokratik Açılım, bundan sonraki muhtemel çözüm girişimlerinin asıl hangi noktada tıkanacağını da gösteriyordu. Çünkü Kürtlerin talebi sanıldığı gibi kardeşlik ve sevgi değil eşitlik ve saygıydı ve bu noktaya varılamadığı sürece çözüm kaf dağının arkasındaydı.
Habur travmasının ortaya çıkardığı psikolojik zemin, çözüm karşıtı hamlelerin de yolunu açtı. Anayasa Mahkemesi yılın son günlerinde, 11 Aralık 2009’da DTP’nin kapatılmasına karar verdi. (DTP’nin milletvekilleri, partilerinin kapatılmasından sonra, 3 Mayıs 2008’den beri faaliyette olan Barış ve Demokrasi Partisi’ne-BDP katıldılar.)
Fakat gerek AK Parti gerekse de legal-illegal Kürt siyaseti henüz süreçten umutlarını kesmemişlerdi. Abdullah Öcalan 10 Ocak 2010’da avukatları aracılığıyla gönderdiği mesajda, "Demokratik açılım açısından önemli bir çözüm fırsatının heba edildiğini; ancak henüz geç olmadığını" belirten Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e hitap etti. Öcalan’ın mesajı, o günlerdeki azalmakta olan iyimserlikle çoğalmakta olan kötümseriği birlikte yansıtıyordu:
“Eğer bu süreçte çözüm geliştirilmezse, barışçıl çözüm dışındaki yollar güçlenir. Ben burada KCK'yi de uyarıyorum, devleti de uyarıyorum; demokratik çözüm ve barışçıl süreç geliştirilmezse katı-milliyetçi Ergenekoncu çizgi Kürt-Türk çatışmasını yaratır, bunlar acımasızdır, halkları birbirine boğazlatırlar." https://www.haberler.com/konusmazsam-kan-govdeyi-goturur-haberi/
Hükümet, BDP’nin taleplerini geri çevirerek Öcalan’la doğrudan temas kurmayı reddetse de 2010’un ilk günlerinden itibaren reform niteliğinde adımlar atmaya devam etti.
Beşir Atalay, 16 Ocak 2010’da basında daha ziyade “Çözüm Paketi” olarak anılan "İnsan Hakları Paketi"nin başlıklarını açıkladı. Buna göre; cezaevlerinde Kürtçe gibi farklı dil ve lehçelerde görüşme yapılmasının önündeki bütün engeller kaldırıldı; özel televizyon kanallarının istedikleri dilde 24 saat yayın yapmasına izin verildi; Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), farklı dil ve lehçelerde enstitü ya da araştırma merkezi kurulabileceği yönünde karar aldı; Yaşayan Diller Enstitüsü kuruldu; yol kontrollerinin azaltılması ve yayla yasaklarının asgari seviyeye indirilmesi yönünde valiliklere genelge gönderildi. https://www.cnnturk.com/fotogaleri/turkiye/baslangictan-bugune-gun-gun-cozum-sureci
Hükümet’in, muhalefetten gelen bütün uyarılara ve suçlamalara rağmen attığı adımı henüz geri çekmediğini gösteren bir başka gelişme, 8 Şubat 2010’da geldi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Ya biz bu meseleyi çözeriz ya da bu mesele bizi çözer” diyerek, partisinin Kürt Sorunu’nun hayati öneminin farkında olduğunu bir kez daha gösterdi.
Başbakan Erdoğan da 21 Şubat 2010’da sanatçılarla birlikte bir araya geldi ve onlardan “Açılıma omuz vermelerini” istedi. https://www.takvim.com.tr/guncel/2010/02/20/basbakan_erdogan_sanatcilardan_ne_istedi
Fakat çözüm sevincinin harareti azalmıştı, belli ki süreç bir süre sonra tamamen sönümlenecekti.
Demokratik Açılım sürecinin kazanımları
Demokratik Açılım süreci Kürt Sorunu’nun çözümü yolunda önemli kazanımlar sağladı. Her şeyden önce mesele tabu olmaktan çıktı ve bütün boyutlarıyla tartışılmaya başladı.
Kürt kimliği kesin olarak tanındı, devletin inkâr dili değişti. Sorunun aktüel tezahürlerinin ortaya serilip tartışılması, devlet politikalarından kaynaklanan geçmiş travmaların da ortaya serilip tartışılabilir olmasını mümkün kıldı. Geçmişte katliam boyutunda şiddet uygulamalarının yaşandığının geniş kamuoyunun bilgisi haline gelmesi, Kürtler söz konusu olduğunda kamuoyunun gözünde beliren perdeyi araladı, psikolojik eşiğin aşılmasını sağladı.