12 Eylül (1980) öncesindeki birkaç yılda ideolojik katılık öyle bir düzeydeydi ki, aslında birbirlerinden sadece sloganlarla farklılaşan gruplar arasındaki militan geçişliliği neredeyse sıfır mertebesindeydi.
Sol’un Maoculuk versiyonuna dahil gruplar ise artık nasıl olmuşsa bu katı eğilimden “pozitif yönde” ayrışmıştı. Yani gruplar arası geçişlilik burada hayli yaygındı ve bu geçişliliğin yönü, her birinin dergisinin adı “halkın” kelimesiyle başladığı için “halkın sülalesi” diye adlandırılan gruplardan (Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği) Aydınlık hareketine doğruydu.
Ben, “halkın sülalesi”nden Aydınlık hareketine nispeten daha erken bir tarihte geçenlerden biriydim. Kendi katılımımdan sonra değişik gruplardan, artık “bizim hareket” olan Aydınlık’a katılanlarla ilgili olarak çok çarpıcı bir gözlemim olmuştu. Katılanların kahir ekseriyeti, karar vermeden önce eski gruplarının tezlerini en radikal, en gösterişli biçimde savunanlardan (ya da Aydınlık hareketine en sert karşı çıkanlardan) oluşuyordu. Hatta bir ara bu ölçünün geçerliliğini kanıtlamak için “yakında kimler gruplarını terk edip Aydınlık’a katılacak” diye bahis tutmuş, çoğunda da tutturmuştum.
İnsanın kendine zulmü: Aklı başka söyler dili başka…
Bunun insan özelliklerimizden biri olduğunu çok sonra anladım. Aklımızın ve kalbimizin bize yanlış yolda olduğumuzu (ya da olabileceğimizi) söylediği, fakat bunu dilimizle ifade etme cesaretini henüz bulamadığımız ânın duygusuydu bu. Böyle durumlarda bizi en fazla, yanlış yolda olduğumuzu dışarıdan bize anlatmaya çalışanlar kızdırır. Böylelerine karşı öyle büyük bir tepki gösteririz ki, muhatabımız, dilimizde olana gerçekten aklımız ve kalbimizle de inandığımızı sanır. Oysa tam tersidir: Aklımız ve kalbimizle dilimiz arasında bir çelişki yoksa, yani söylediklerimize, yani haklılığımıza gerçekten inanıyorsak, bizi eleştirenlere haşin davranmayız. O özgüvenle, tam tersine, yumuşak bir dille muhatabımızı kendi doğrularımıza çağırırız.
Bana bütün bunları düşündürten şey, geçtiğimiz hafta bir gece ansızın Twitter’a salınan GeceninErdoğanFotoğrafı başlıklı tweet yağmuru oldu.
Koca koca, anlı şanlı insanların “yazmazsam olmaz” diyerek Reis’e sevgisini gösterdiği bu tweet yağmurunu ben de birçokları gibi utanmanın çok sıkıntılı bir türü olan “başkalarının adına utanma” duygusunun eşliğinde okudum, fakat anlatmak istediğim şey bu değil.
Anlatmak istediğim şey şu: Kanaatimce bu yaygın ve gösterişli bağlılık mesajları, ilk bakışta görülenin tersine, mesaj sahiplerinin birçoğu bakımından örtük bir inanç eksikliğine ve şüpheye delalet ediyor.
Avrupalı IŞİD’çiler örneği
Meramımı daha iyi anlatabilmek için, Avrupalı Müslüman gençlerin “günah dolu bir seküler hayat”la inançları arasındaki gerilimle (ve bundan kaynaklanan pişmanlık ve şüpheyle) baş edebilmek için inançlarına bağlılıklarını nasıl sert ve gösterişli bir pratikle dışa vurduklarına ve son aşamada IŞİD’e katıldıklarına dair altı yıl önceki bir tartışmayı hatırlatacağım..
IŞİD’e katılan Avrupalı Müslüman gençlerin neden böyle bir tercihte bulunduklarına dair tartışmaya katılanlardan biri de Slovak felsefeci Slavoj Zizek’ti.
Zizek, New York Times’ın 3 Eylül 2014 tarihli sayısı için kaleme aldığı yazısında, Avrupalı IŞİD’çilerin “günahkârlara” karşı sergiledikleri kıyıcılığın altında, ister istemez parçası oldukları ve iğvasına kapıldıkları seküler hayat nedeniyle “günah”tan kendilerini bir türlü esirgeyememelerinin yattığını anlatıyordu:
“Günahkâr-öteki ile savaşır(lar)ken, onların bizzat günaha ayartılmaya karşı mücadele ettiklerini hissedebilirsiniz…”
Zizek, IŞİD’in derin, hakiki bir dindarlığın hakkını vermek bir yana, onu maskara eden bir pratik sergilediğini savunuyordu. Zizek makalesinde çok kışkırtıcı bir soru da soruyordu: IŞİD’çiler gerçekten inanıyorlar mı? Ve buna yine çok tartışmalı bir cevap veriyordu: Hayır.
Çünkü Zizek’e göre gerçekten inanmış, inancıyla ilgili hiçbir kuşku duymayan biri ne bunu gösterişli bir pratikle kanıtlamaya çalışır, ne de ona inanmayanlara saldırır. (Zizek abartıyı, düşünsel provokasyonu seven bir felsefeci olarak “IŞİD’çiler inanmıyor” diyordu fakat asıl kast ettiği hiç kuşkusuz onların inançlarının, içerdiği şüphe nedeniyle sakatlanmış oluşuydu.)
GeceninErdoğanFotoğrafı
GeceninErdoğanFotoğrafı başlıklı tweet yağmuruna dönersek…
Burada, kendisine bağlılık bildirilen kişiyle ona bağlılık bildirenler bakımından iki ayrı tespit yapılabilir.
Kendisine bağlılık bildirilen kişi bakımından: Bu kişi kesinlikle eski gücünde değildir ve ona inanıp güvenenlerin sakin, sessiz desteği artık ona yetmemektedir. Daha gürültülü bir desteğe ihtiyacı vardır ve bunu tespit eden yakın çevresi durumdan vazife çıkartıp yapılması gerekeni yapmıştır.
Bağlılık bildirenler bakımından: İnançlarında ve güvenlerinde kesin bir azalma vardır, fakat bunu şimdilik dile getirme cesaretleri yoktur. Hatta kendi kendilerine bile dile getirmeye cesaretleri yoktur. O nedenle karanlıkta ıslık çalmakta ve “inanıyorum, güveniyorum, daha çok inanıyorum, daha çok güveniyorum” diye yüksek sesle bağırmakta, böylece iç seslerini susturabilmektedirler.
Bir 12 Eylül örneğiyle başladık, yine o dönemden bir örnekle bitirelim: 12 Eylül’ün hemen öncesindeki sol gruplara yüzeysel bir bakışla baktığınızda göreceğiniz şey, herkesin kendi hareketine ölümüne bağlılığı ve devrime duyulan sarsılmaz inanç olurdu. Ne var ki, aslında insanların çoğu kendi kendileriyle kaldıklarında o kargaşadan hiçbir şey çıkmayacağını düşünüyor, sonra bunu bastırıyor ve dışarıdan kimse fark etmesin diye (hatta kendi de fark etmesin diye) sesini daha da yükselterek inancının ne kadar güçlü olduğunu haykırıyordu.
12 Eylül’den hemen sonraki sessizliği sadece baskıyla açıklamaya çalışmak iç rahatlatıcı olabilir, fakat mesele ondan ibaret değildi.
Tekrar bugüne dönelim ve bitirelim: GeceninErdoğanFotoğrafı başlıklı tweet yağmuru üzerinden geçen hafta seslendirilen “Reis’e her zamankinden daha bağlıyız, her zamankinden daha inançlıyız” şarkısına inanmak isteyen inansın. Fakat unutulmasın ki, bağlılığın ve inancın gösterişli dışavurumları sıklıkla şüpheye ve inanç erozyonuna dairdir.