İktidar, Covid-19’un “tedavisini” erken bulmuş gibi görünüyor: Belediyelerle, muhalefetle, LGBTİ haklarıyla, dini ve onun kurumlarını da devreye sokarak yeni bir savaş! Salgın hemen her gün yüze yakın insanımızı öldürürken, yüzbinlerce insanı yatağa mıhlamışken, milyonlarca yoksulu aç-biilaç bırakmışken LGBTİ düşmanlığı, HDP ve CHP karşıtlığı, “darbecilik” yaftaları, esas düşmanla mücadale edemeyip yapay düşman imalatını sürdüren iktidarın durumunu resmediyor.
Bu hırgür arasında, Covid-19’dan hemen her gün, sadece resmi rakamlara göre bile yüze yakın insanın hayatını kaybetmesi olağanlaştırılıyor. İnsan gerçekten hayret ediyor; böylesi bir felaket içinde neyin zaferi kutlanıyor? Nasıl oluyor da felaketin ortasında, hatta başındayken normalleşme planları yapılabiliyor? Türkiye, Covid-19 sınavında nasıl bir seyir izliyor?
“İhtiyacımız olan iyimserlik veya karamsarlık değil, gerçekçilik” diyen Boston College Biyoloji bölümünde Asistan Profesör, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Emrah Altındiş’ten meselinin “gerçekçi” boyutunu dinliyoruz…
Sizinle salgın üzerine bundan yaklaşık bir buçuk ay önce yaptığımız söyleşide “Türkiye, İtalya yolunda” diyerek, şehirlere büyük bir tsunaminin yaklaştığını ve çok sıkı tedbirler alınmasını gerektiğini söylemiştiniz. O söyleşiden bugüne kadar geçen süreçte yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de yoğun bakımlarda İtalya gibi bir yığılma olmaması beni en çok mutlu eden gelişme. Zaten Mart başından beri sağlık sisteminin çökmemesi için önlemlerin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. İlk söyleşiyi yaptığımız 17 Mart günü dünyada iki farklı ülke modeli vardı. Bunlardan bir tanesi ilk vakayı 15 Şubat’ta tespit eden İtalya’ydı. İtalya’da 17 Mart itibariyle 31 bin vaka, 2 bin 500 ölüm vardı. Diğeri ise ilk vakayı 20 Ocak’ta tespit eden Güney Kore’ydi ve orada da 17 Mart’ta 8 bin 320 vaka, 84 ölüm vardı. Bu iki modele bakıp Türkiye’nin İtalya yolunda olduğunu söylemiştim. Güney Kore’de çok akıllıca tedbirlerle salgın kontrol altına alındı, Türkiye ve İtalya’da ise salgın sürüyor. Salgın bu kadar büyümüş olmasına rağmen televizyonlarda başarı öyküleri anlatılınca insan hayret ediyor. Güneş balçıkla sıvanmaz diye güzel bir söz vardır, güneşi balçıkla sıvamaya çalışıyorlar.
Peki bunu nasıl yapıyorlar?
Rakamlarla anlatayım. 30 Nisan itibariyle Türkiye, 100 vaka sonrası 43’üncü gününde ve vaka sayısı artışında dünyada beşinci sırada. Toplam vaka sayılarında yedinci, ölüm sayısında ise 12’nci sıradayız. 29 Nisan itibariyle yeni vaka açıklayan ülkeler arasında da altıncı sıradayız. Yani salgının en kötü, en ağır yaşandığı ülkeler arasındayız. İlk vakanın açıklandığı 11 Mart’tan bugüne (30 Nisan) kadar sadece yedi haftada PCR testi pozitif olan 117 bin vaka var. Hem bu rakamlara bakıp hem de insanların en doğal talebi olan maskenin bile dağıtılmadığını görünce yapılmaya çalışanın aslında ölümü gösterip sıtmaya razı etmek olduğunu düşünüyorum.
DÜNYADA VAKALARIN EN FAZLA OLDUĞU YEDİNCİ ÜLKEYİZ, BU MU BAŞARI?
Fakat Sağlık Bakanlığı da, çeşitli uzmanlar da sürecin kontrol altında olduğunu söylüyor.
Hükümet, kontrol altında tuttuğu ana akım medya üzerinden İtalya, Fransa, ABD gibi en kötü örnekleri göstererek kendi başarısızlıklarını örtüyor ve gerçekliği olmayan bir başarı hikayesi gösteriyor. Halbuki gerçek bir başarı görmek isteyen Güney Kore veya Japonya’ya baksın.
Korona virüsü salgını tüm dünyada devam ediyor ve henüz dünya açısından başarı söz konusu değil. Sizin başarıdın kastınız nedir?
Başarı salgını bilimsel yöntemlerle baştan kontrol altına alabilmektir, yangını büyümeden söndürebilmektir.
.
Peki Güney Kore ve Japonya nasıl bir başarı sergiledi?
50 milyon nüfuslu Güney Kore’ye ilk vaka Türkiye’den yaklaşık iki ay önce geldi. Çin’den sonra ilk vaka görülen birkaç ülkeden Güney Kore’de 30 Nisan itibariyle toplam vaka sayısı 10 bin 765, toplam ölüm sayısı ise 247. Japonya’nın nüfusu 126 milyon, ayrıca dünyanın en yaşlı nüfuslarından birisine sahip. Japonya ilk vakayı çok erken 16 Ocak’ta tespit etti, toplam vaka sayısı bugün 14 binin altında. Başarı budur. Virüs bize bu iki ülkeden iki ay daha geç geldiği halde, biz bu ülkelerin resmi vaka sayısının 10 katına çıkmış durumdayız. Kaybettiğimiz yurttaş sayımız da bu ülkelerin en az on katı. Dünyada vakaların en çok olduğu yedinci ülkeyiz. Bu mu başarı? 9 Nisan’dan beri, üç haftadır, günlük 90’ın altında ölüm yok. Sadece son 10 günde 822 insanımızı kaybettik, 25 bin üzerinde vaka tespit ettik. Hükümet medyası ise aynı günlerde öyle bir hava estiriyor ki, neredeyse halaylarla “dünyayı şaşırtan bu muhteşem başarıyı” kutlamaya başlayacaklar. İnsan gerçekten hayret ediyor.
ŞEHİRLERİMİZE TSUNAMİ ÇARPTI, 3 BİN 81 İNSAN KAYBETTİK VE BU ENGELLENEBİLİRDİ
Fakat ilk söyleşimizde “şehirlerimize tsunami yaklaşıyor” diyor ve bu tsunaminin çok sert çarpacağını söylüyordunuz. Sanki tam böyle olmadı, değil mi?
Evet, şehirlerimize bir tsunami çarptı, bu tsunami dalgası ile 3 bin 81 insanımızı kaybettik, enfekte olan 117 bin insanımız ve aileleri korkunç bir kaygı ve hüzün yaşadılar. Dahası, salgının o ilk dalgasının etkileri sürmeye devam ediyor. Bilimsel verilere dayalı, zamanında karantina ya da çok yoğun kitlesel testlemelerle tıpkı Güney Kore’de olduğu gibi bu engellenebilirdi, fakat engellenmedi. Şimdi bizlerden bu olmayan başarıyı alkışlamamız, siyasi iktidara övgüler dizmemiz bekleniyor. Gerçekten Aziz Nesin hikâyesi gibi bir süreç yaşıyoruz.
.
PCR testi negatif çıkıp Covid-19 semptomları gösteren hastalar ve vefat edenler günlük açıklanan veriler içinde yer almıyor. Yapılan gözlemlere göre bu vakalar da, PCR testi pozitif çıkanlara eklenirse, toplam vaka ve ölüm sayısı açıklanan resmi rakamların yaklaşık iki katına çıkar. Bu durumda Türkiye dünyada kaçıncı sırada yer alıyor?
Hem Türk Tabipleri Birliği’nin açıklamalarından, hem de Bilim Kurulu üyelerinin açıklamalarından sadece PCR testi pozitif olanların toplumla paylaşıldığını biliyoruz. Durum zaten resmi rakamlarla dahi dünyanın en kötü örneklerinden. Az önce dediğim gibi, dünyada vaka sayısında yedinci sıradayız. Geçenlerde bir Bilim Kurulu üyesi hocamız mevcut rakamların muhtemelen açıklananın iki katı olduğunu söyledi. Dolayısıyla vakalar 220 bin düzeyinde ise dünyada ilk üçte oluyoruz. 6 bin 500 ölüm olduğunu varsaysak, ölüm oranında da dünyada sekizinci sırada yer alıyoruz. Fakat bu varsayımları bir kenara bırakıp resmi rakamlara baktığımızda da zaten çok kötü bir durumdayız ve bu da gelecek açısından çok tedirginlik verici.
PCR testi negatif olanların bildirim sistemlerine girilmemesini Türkiye dışında farklı ülkelerin de yaptığı söyleniyor. Hangi ülkeler bunlar?
PCR testi negatif çıkan ama Covid-19 belirtisi gösteren veya diğer tetkiklerle bu hastalığa yakalandığı sonucuna ulaşılanların genel sayılara dahil edilmediği ülkeleri bilmiyorum ama ABD ve Almanya onları da sayılara dâhil eden ülkeler arasında. ABD’de şüphe duyulan, klinik bulguları Covid-19 ile örtüşen hastalar da vaka olarak sayılıyor, tedavi ediliyor ve raporlanıyorlar.
.
Ölenleri de dahil ediyorlar mı?
Evet. Örneğin New York City’de önceden şüphe duyulan 3 bin 700 vefatı da 14 Nisan’da verilere dahil ettiler ve sayı bir anda yükseldi. Kaldı ki burada da tüm ölüm olayları tespit edilemiyor. New York Times bu konuları da haberleştiriyor.
Testlerin güvenilir olup olmadığına dair tartışmalar sürüyor mu?
Şu anda RT-PCR testi elimizdeki en iyi araç. Ama örneğin testin hastalığın hangi evresinde yapıldığı, örneğin boğazdan mı, burundan mı alındığı, örneği alan kişinin tekniği, örneğin saklanması, çalışılması, kullanılan enstrüman, enstrümanı kullanan uzman gibi pek çok değişken testin sonucunu etkileyebiliyor. Bu nedenle testin geçerliliğinin yüzde 50 ila 70 arasında olduğu düşünülüyor. Bu hem hastalığın tespiti için, hem de iyileştiğinin kanıtı için önemli. Bundan ötürü zaten ABD’de ve pek çok ülkede bir hastanın iyileştiğinin kanıtlanması için klinik tabloya ek olarak, 24 saat arayla iki farklı testin negatif çıkması gerekiyor. Prof. Dr. Ayşegül Karahasan’la röportajınızda Türkiye’de iyileşenlere test yapılmadığını öğrenince çok şaşırdık. Bu çok büyük bir risk.
Neden?
Çünkü insanlar klinik bulgular geçtikten sonra da virüsü taşıyabiliyorlar.
Gerçek rakamların peşine düşülmesinin anlamsız olduğu kanaati taşıyanlar var. Sizce gerçek rakamları bilmek ne işe yarar?
Eğer pandemiyi önleyecek epidemiyolojik modellemeler yapılacaksa, toplumun tekrar “normal”e dönüşü planlanacaksa, gerçek rakamlara ihtiyaç var. Ayrıca yurttaşların nasıl bir krizle karşı karşıya olduğunu bilmeye ve buna göre hazırlanmaya da hakkı var. Eğer Bilim Kurulu da gerçek rakamları bilmiyorsa, ki hiçbir üye şimdiye kadar testi negatif çıkmış ama Covid-19 tedavisi görenlerin sayısını paylaşmadı, sadece test teyitli vakalar üzerinden oluşturulacak politikalar toplumu çok büyük bir tehlikeye atar. Burada amacımız yalnızca gerçeği bilme hakkımızı kullanmak değil, bu gerçek üzerinden geleceğe dair politikalar üretilmesini sağlamak. Toplum tüm bunları bilmeden normalleşmeyi nasıl tartışacak?
SİYASİ VE EKONOMİK ÇIKARLARLA İNSAN SAĞLIĞI ARASINDA BİR ÇATIŞMA YARATILIYOR
Fakat politikayı belirleyenler zaten gerçekleri biliyor ve muhtemelen politikaları da ona göre belirliyorlar…
İktidar biliyordur ama salgın politikalarına dair önerilerde bulunacak Bilim Kurulu üyeleri bu rakamları biliyor mu, bundan emin değiliz. Eğer onlar gerçek vaka ve ölüm sayılarını bilmiyorlarsa ve tedbirleri buna göre belirliyorlarsa, bu çok tehlikeli. Unutmayalım, ufacık bir RNA parçasının, yani virüsün dünyayı bu hale getirmesinin temel sorumlusu siyasetçiler. Ayrıca bugün dünyadaki bütün iktidarların önceliği şehirleri tekrar açmak, “hayatı normale döndürmek”.
Bu kötü bir şey mi?
Elbette. Çünkü siyasi ve ekonomik çıkarlar ile insan sağlığı arasında bir çatışma yaratılıyor. ABD’de Trump’ın aşırı sağcıları tedbirlere devam eden valilere karşı kışkırttığı protesto eyleminde, protestocuların önünde kişisel koruyucu donanımıyla duran sağlık çalışanının fotoğrafı bu çatışmayı çok iyi anlatıyor. Henüz aşımız yok, ilacımız yok, pandemi tüm dünyada hızla yayılırken neden bu “normalleşme” telaşı? Maddi çözümler arayanlar, dünyanın bütün kaynaklarını korkunç bir açgözlülükle ele geçirmiş süper zenginlerin servetlerine baksınlar. ABD’de örneğin, üç zengin adam, nüfusun yarısından fazla zenginliğe sahip, vergi de vermiyorlar. Keza Türkiye’nin en zengin 100 insanının serveti, tüm ülkeye aylarca bakacak büyüklükte. Servet vergisi gibi konuları belki Korkut Boratav hocayla konuşursunuz. Biz konumuza dönersek, bir tarafta insan sağlığını savunanlar, diğer tarafta ise zenginlerin çıkarları için dönen ekonomik çarkların bir an önce yeniden çalışmasını isteyen siyasetçiler var.
ENFEKTE OLAN KİŞİNİN TEKRAR ENFEKTE OLMAYACAĞINA DAİR BİLİMSEL KANIT YOK
Güney Kore ve Almanya sağlanan başarıdan ötürü tedbirleri gevşetme yanlısı. Bir yandan da sürü bağışıklığı tartışmaları var. Sürü bağışıklığını düşünerek belirli bir takvim içinde tedbirleri gevşetmek bir yöntem olamaz mı? İnsanlar daha ne kadar evlerinde kalabilecekler ki?
Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 24 Nisan’da yaptığı bir açıklamaya ve takip ettiğim bilimsel literatüre göre söylüyorum: Enfekte olan bir insanın tekrar enfekte olmayacağına dair kanıtlanmış bilimsel bilgi yok. Bir korunma sağlanacağını SARS-2’ye benzer önceki korona virüslerine dair bilgilerimizden dolayı tahmin ediyoruz, umuyoruz. Fakat Covid-19 için bunu henüz kanıtlayamadık.
Fakat Çin’de maymunlar üzerinde yapılan bir deneyde, vücutların antikor ürettiği ortaya çıktı…
Bize evrimsel olarak en yakın tür olan maymunlarda yapılan bir deneyde korunma sağlanacağı gösterildi ama o da tek ve küçük bir çalışmaydı. Deney dört maymun üzerinde yapıldı. Bir de şunu vurgulamak gerekiyor, Çin’den gelen ilk çalışmalar, kimi insanların enfekte olsa da virüse karşı ürettikleri antikor oranlarının çok düşük olduğunu gösteriyor. Dahası her antikorun virüsü nötralize etme etkisi de yok. O yüzden kesin bilimsel bilgiler olmadan oluşturulacak aceleci politikalar toplumu, sevdiklerimizi riske atar.
Peki hâlihazırda bu hastalığı geçirmiş olanlar üzerinden yapılmış deneyler ve elde edilmiş bilgiler var mı?
Antikor virüs proteinlerine karşı oluşturduğumuz koruyucu proteinlerdir. Biraz önce de söylediğim gibi enfeksiyonu geçiren insanların tümünde güçlü bir antikor yanıt oluşmuyor. Bu insanlar yeniden enfekte olur mu, bunu önümüzdeki aylarda göreceğiz. Hâlâ tanımaya devam ettiğimiz, özelliklerini yeni yeni anlamaya çalıştığımız bir virüs hakkında dört aylık bilgi birikimiyle çok kesin konuşmamakta fayda var. Bu, insan sağlığına karşı da etik bir sorumluluk.
ÇOK İNCE BİR BUZUN ÜSTÜNDE YÜRÜYORUZ VE R0 SAYISI ARTARSA, BUZ KIRILIR
Almanya Başbakanı Merkel, R0 sayısının Almanya’da 1’in altına düştüğünü açıkladı. R0 sayısı ne demek?
R0 sayısı virüsün kendini yeniden üretme sayısı. Örneğin ben enfekte olmuşsam, ve ben bu virüsü iki kişiye bulaştırırsam R0=2 demektir, üç kişiye bulaştırırsam bu kez RO=3 demektir. Bu sayı insanlar birbirine yaklaştıkça yükselir, birbirinden uzaklaştıkça düşer. Merkel’in o açıklaması çok bilgilendiriciydi. Şu anda Almanya’da RO’in 1 altında olduğunu fakat bunun 1.1’e çıkarsa Eylül’de, 1.3’e çıkarsa Temmuz’da yoğun bakım ünitelerinin dolacağını öngördüklerini söyledi.
R0 sayısı, virüsün gücüyle mi ilgili?
Hayır, bu sabit bir rakam değil. Salgınla mücadele yöntemlerinde amaç R0 sayısını düşürmektir. Alınacak tedbirlerle bu iner veya tedbirlerin kaldırılması ile tekrar yükselebilir. Virüslü bir kişiyi 100 kişinin kaldığı kapalı bir ortama koyarsanız R0 sayısı çok artar. Örneğin Isparta’da umreden gelenlerin tutulduğu bir karantina alanında 200’ün üzerinde insanımızda virüs tespit edildi. Ben orada virüsün karantina şartları kötü olduğu için hızla yayıldığını tahmin ediyorum. Binlerce yaşlı-başlı insanı, hazırlık yapmadan, son dakikada alınan bir kararla yurtlara yerleştirmek bile yine sürecin ne kadar özensiz yönetildiğinin bir örneğiydi.
Peki Almanya bunu nasıl sağladı ve Türkiye’de bu ne zaman sağlanabilir?
Merkel o konuşmasında güzel bir metafor kullandı. “Çok ince bir buzun üstünde yürüyoruz.” R0 sayısını elinizde taşıdığınız bir yük gibi düşünün, R0 sayısı yükseldikçe elinizdeki yük ağırlaşacak ve ince buzun kırılıp suya düşme ihtimaliniz artacak. ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin web sayfasında 7 Nisan’da biliminsanlarının R0 sayısını azaltmak için önerilerinin bulunduğu bir makale yayınlandı.
Nedir o öneriler?
Birincisi aktif survelyans, yani toplumda kimin enfekte olup olmadığını araştırmak. Yani hastaların size gelmesini beklemeden, sizin bunu olabildiğince tespit edip enfekte olanları izole etmeniz.
Yani test sayısını artırmak mı?
Evet. Özellikle başta bütün sağlık çalışanlarına belli aralıklarla olmak üzere, enfeksiyonun yaygın olduğu semtlerde yaşayanlara, risk gruplarında bulunan yurttaşlara, kapalı alanlarda ve yakın temas kurarak çalışanlara yaygın testlemeler yapmalıyız. Bunu pek çok ülkede hastanelerin dışında kurulan, insanların arabadan dahi inmediği alanlarda yapıyorlar. Örneğin Fransa Sağlık Bakanı haftalardır süren karantinanın yavaş yavaş sonlanacağını ve bunu yapabilmek için de haftada 700 bin testleme kapasitesine çıktıklarını söyledi. Testlemelere ek bir yöntem filyasyon yanı bir hastanın bütün temas ettiği insanları olabildiğince taramak. Türkiye’de 117 bin tane pozitif testli vaka var ama toplam test sayısı ise 1 milyon. Bütün testlerin yalnızca bir kez yapıldığını varsaysak bile, bir enfekte kişiye karşılık çevresinde maksimum dokuz kişiye test yapılmış.
Bu az mı?
Bir kişi semptomları ortaya çıkana kadar sadece dokuz kişiyle mi temas ediyor?
.
İSTANBUL’DA İKİ HAFTALIK KARANTİNA UYGULANSA, DÜNYADA YEDİNCİ SIRADA OLMAZDIK
ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin diğer önerileri neler?
Üçüncü ek yöntem karantina. Bugün Hindistan’dan Fransa’ya, İtalya’dan Kaliforniya eyaletine kadar bütün dünyada uygulanan yöntem. Türkiye’de örneğin Mart başında İstanbul’da bir iki haftalık bir karantina hızla uygulansa, enfeksiyon ne Türkiye’ye böyle rahatça yayılır, ne de vaka sayısında dünya yedincisi olurduk. Son olarak da çok güçlü sosyal mesafelendirme politikaları öneriliyor. Makaleyi yayınlayanlar Wuhan’daki R0 sayısının 5,7 olduğunu bulmuşlar ki, bu çok yüksek.
Türkiye’de virüsün R0 sayısı nedir?
Türkiye’deki R0 sayısının kaç olduğuna dair hiçbir bilgimiz yok. Bilim Kurulu üyeleri veya Sağlık Bakanı bu konuda herhangi bir açıklama yapmış değil. Bu da büyük bir bilimsel eksiklik. Almanya’da bu rakam şu anda topluma internetten açık ve 1’in altında görünüyor. Yani yayılım baskılanmış durumda. Türkiye’de de R0 analizi yapılmadan konuşulan her şey havada kalıyoruz. Dolayısıyla başa, süreçte şeffaflığın olmamasına ve bilgilerin topluma paylaşılmamasına dönüyoruz.
İHTİYACIMIZ İYİMSERLİK VEYA KARAMSARLIK DEĞİL, GERÇEKÇİLİK
İlk söyleşimizde, Türkiye’de ilan edilmemiş bir sürü bağışıklığı politikası uygulandığından şüphelendiğinizi söylemiştiniz. Haziran ayında okulların açılabileceğinden, belirli sayıda uçuşlara müsaade edilmesinden, sokağa çıkma yasaklarının sonlandırılmasından, şehirlerarası seyahatlerin önünün açılmasından söz ediliyor. Bunlar, Türkiye’nin izlediği yol haritasına dair ne anlatıyor?
Şu anda ilk dalganın pik noktasında olduğumuzu varsayalım. 30 Nisan itibariyle son 10 gün içinde 26 bin 600 yeni vaka tespit ettik, 941 insanımızı kaybettik. Virüsün ortadan kalkması henüz söz konusu değil. Evet, özellikle hafta sonu ve resmi tatille birleştirilen sokağa çıkma yasaklarıyla virüs biraz baskılandı, bu çok olumlu. Ama dün (29 Nisan) 2 bin 936 PCR pozitif yeni vaka tespit edildi. Durum buyken çok umutlu olunacak bir tablo yok. Bugün toplum olarak iyimserliğe ya da karamsarlığa değil, çıplak bir gerçekçiliğe ihtiyacımız var. Şu anda aktif survelyans uygulamıyoruz. Bakanın filyasyon terimiyle anlattığı, birisi hastaneye gelirse onun çevresindekilere bakıyoruz ki, o da bir kişiye karşılık beş ila dokuz kişiye denk geliyor. Ama İtalya’da 1 milyon kişiye düşen test sayısı 31 bin, İspanya’da 30 bin, Almanya’da 30 bin, Rusya’da 22 bin, ABD’de 18 bin; biz henüz 11 bindeyiz. Dolayısıyla “1 milyon test yaptık” propagandasını bu şekilde değerlendirmeli. Testlemelerde, enfeksiyon sayılarının karşılaştırılabilir olduğu ülkelerin iki, üç kat altındayız.
O halde ne yapmalı?
Eğer şehirleri yeniden açacaksak test sayılarını çok hızlı artırmamız ve toplumda enfeksiyonun ne kadar yaygın olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Bu virüsün en büyük gücü, güçsüzlüğü. Virüs sinsi, çoğu insanda semptomsuz. Virüsü taşıyan bu insanları yaygın testleme olmadan, hastaneye gelmelerini bekleyerek bulamazsınız. O zaman da salgını kontrol edemezsiniz.
GENÇ VE ORTA YAŞ COVİD-19 VAKALARINDA FELÇLERİN ARTTIĞI GÖRÜLÜYOR
Sizce önlemler nasıl azaltılabilir?
Önlemler azaltılacaksa da çok yavaş ve temkinli olarak yapılmalı. Yangını söndürdüğünüzü düşündüğünüz anda, küçük bir kıvılcım, rüzgârın etkisiyle her yeri yakacak bir ateşe dönüşebilir. Virüse karşı hiçbirimizin bağışıklığı yok, enfeksiyonu geçirenlerin ise belki var. Bugüne kadar semptomlu ya da semptomsuz en az 1 milyon kişinin Türkiye’de enfekte olduğunu tahmin ediyorum. Bu da geriye kalan, mülteciler de dahil 85 milyonun bu virüse karşı hiçbir bağışıklığı olmadığı anlamına geliyor. Tsunami örneğindeki dalgalarla bunu anlatmaya çalışıyorduk. İlk dalgası vurdu, binlerce insanımızı yitirdik, ikinci ve üçüncü dalgalar için önlemlere dikkat etmemiz, daha şimdiden sonbahar ve kışta alınacak önlemleri planlamamız gerekiyor. Geçen hafta ABD Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Direktörü Dr. Anthony Fauci, kışın ikinci dalganın kaçınılmaz olduğunu, aldığımız önlemlerin bunun etkisini belirteceğini çok açık vurguladı.
İngiltere’de dokuz yaş altı çocuklarda görülen ve ölüme yol açan Kawasaki diye bir hastalıktan söz edilmeye başlandı. Bunun korona virüsüyle ilgili olabileceği söyleniyor. DSÖ, “Bu konuda henüz net bilgiye sahip değiliz, virüsle ilgisini araştırıyoruz” dedi. Siz ne dersiniz bu hastalıkla ilgili?
Covid-19 hastalığındaki en büyük avantajımız, şimdiye kadar çocukları çok az etkiliyor olması. Çocuklar da virüsü taşıyor ama hafif semptomlarla atlatıyor. Çok nadir görülen Kawasaki hastalığını İngiltere’de doktorlar tespit etti. Çocuklarda aşırı inflamasyondan dolayı bir kalp hastalığını tetiklediğini görmüşler. Fakat bunların sebepleri henüz bilinmiyor. Ayrıca ABD’de, Covid-19’un bazı bireylerde kanın hızlı pıhtılaşmasına yol açtığı ve felçleri artırdığı tespiti var. Türkiye’de de geçenlerde bir hekim sosyal medyada Covid-19 hastalarında yüz felcinden bahsetmişti. ABD’de 30-40 yaşlarında, başka hiçbir hastalığı olmayan ve Covid-19 olduğunu bile anlamayan bazı genç yetişkinler ve orta yaşlılarda felçlerin arttığı görülüyor. Yani karşımızda sadece akciğerlerde soruna yol açan bir virüs yok. Farklı farklı dokuları ve organları etkiliyor. Biz bu hastalığı daha yeni tanıyoruz. Elimizde henüz Dr. Fauci’nin açıkladığı Remdesivir isimli antiviral ilacın gösterdiği iyileşmeyi hızlandırıcı etki dışında, olumlu etkilerini istatistiki olarak kanıtladığımız bir ilacımız da, aşımız da yok. Trump’ın da, Türkiye’de bazı yetkililerin de mucize ilaç olarak anlattığı ve Türkiye’de de kullanılan hidroksiklorikinin Charlottesville’de yapılan bir çalışmada ölümleri kontrol grubuna göre arttırdığı görüldü.
TÜRKİYE’DE MUHALEFET, BİLİMSEL ÖNERİLER GELİŞTİREBİLİRDİ
Birçok hekim ve uzman, Türkiye’nin yoğun bakım kapasitesi açısından güçlü olduğunu, hafif semptomlu Covid-19 vakalarına da tedavi uygulandığını ifade ediyor. “İlaçlar ücretsiz, İsveç’e bile uçak gönderip vatandaş getiriyoruz, dünyaya yardım ediyoruz” deniyor. Türkiye, sağlığa erişimin çok pahalı olduğu ABD’den, sistemin çöktüğü İtalya’dan farklı olarak iyi işler de yapmıyor mu?
Eğer Türkiye’de, söylendiği gibi Covid-19 hastalığına karşı etkili bir tedavi protokolü geliştirildiyse, etik sorumluluk gereği Türkiyeli biliminsanlarının ikna edici verilerle bu bilgiyi hakemli bir dergide yayınlatması gerekir. Aksi takdirde bu tür “başarı” iddiaları, bilimsel olarak doğruluğunu sorgulayamadığımız, istatistiki olarak test edemediğimiz safsatalardan ibaret kalır. Enternasyonel dayanışmayı çok önemsesem de, kendi vatandaşına, hatta sağlık çalışanına bile uzun süre maske sağlayamayanların, dünyaya maske göndermesini garip bir siyasi propaganda olarak görüyorum. Öte yandan 65 yaş üstü bireylerin 21 Mart’tan itibaren sokağa çıkmamasını sağlamak iyi bir uygulamaydı. Böylece hastalıktan en fazla etkilenen grup korundu. Türkiye’de rakamları paylaşmıyorlar ama ABD’de ölenlerin yüzde 80’i 65 yaş üstü. Türkiye’de okulların erken kapatılması da önemli bir karardı. Yoğun bakım yatak sayısının İtalya’dan fazla olması da çok olumlu. Fakat sağlık sistemimizin gücünü ve siyasetçilerin insan sağlığını nasıl ihmal ettiğini başka verilerden öğrenebiliriz.
Nasıl yani?
Türkiye’de her bin kişiye düşen hekim sayısı 1,87. Yani bin kişi için 2 hekim bile yok. Bu rakam İspanya’da 3,88, İtalya’da 4. Yine OECD ülkelerinde gayrisafi milli hasıladan sağlığa ayrılan bütçenin ortalaması yüzde 8,8 iken Türkiye’de bu rakam 4,2. Yani kabaca OECD ülkeleri sağlığa 2 lira harcarken, biz 1 lira harcamışız. Bu da gösteriyor ki çok uzun süredir siyasi iktidarlar halk sağlığına yeterince pay ayırmamış, maddi olanaklarını başka alanlara aktarmışlar. Salgınla mücadelenin lokomotifi haline gelen Cerrahpaşa, Ankara, 9 Eylül Tıp ve diğer kamu hastaneleri borç batağında. Sağlık çalışanları her türlü imkânsızlık içinde çok büyük bir fedakârlıkla mücadele ediyor. Sağlık Bakanı 10 Mart gecesi yaptığı açıklamada “Tedbirlerimizi aldık” demişti. Önceki gün ise 7 bin 500 sağlık çalışanının enfekte olduğunu açıkladı. Muhtemelen yine rakamları düşük gösterip, tüm tedavi alanları değil, sadece testi pozitif çıkanları açıkladı. Bu sağlık çalışanlarından en az 30 tanesinin öldüğünü Türk Tabipleri Birliği (TTB) açıkladı. Eğer bir başarı varsa, orada fedakârca mücadele eden, kendi hayatını riske atan sağlık çalışanlarına ve emekçilerine aittir. Sağlık çalışanları çalışırken iktidar ise ödevini yapmamıştır. Yedi hafta içinde dünyanın en çok vaka görülen yedinci ülkesi haline gelmenin neresin