Programın tamamını izlemek için:
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi yedi ayı geride bıraktı. Bu yedi aylık süreyi değerlendirmek gerekirse; sizce Rusya Ukrayna’da ne umdu, ne buldu?
Açıkçası Rusya, Ukrayna’yı toptan ele geçirebileceğini ve ilhak edebileceğini umdu. Yani şimdiki durum Putin’in “mış gibi” yapması ve kuyruğu dik tutmaya çalışması olarak ifade edilebilir. Çünkü Putin buraya bir bozgun sonucu, muazzam bir yenilgi sonucu geliyor. Muazzam bir yenilgi derken, bir bozgun derken açık meydan muharebelerinde Rus ordularının toptan imha edilmiş olduğunu kastetmiyorum. Ama neredeyse ona yakın bir siyasi bozgun, bir siyasi felaket söz konusu.
Daha önce de çok yazdım ve söyledim: Günümüzde dünya ortamının, özellikle Avrupa’daki durumun çeşitli açılardan 1930’lar Avrupa’sıyla çok kuvvetli benzerlikleri var. 1930’lar gibi bugün de çeşitli ülkeler demokrasiden giderek uzaklaşıyor. Uzaklaşmanın da ötesinde; demokrasiyi iptal edip, feshedip, yerine ya derece derece daha önce görülmedik türden popülist otoriter diktatörlük rejimleri kuruyorlar, veya var olan otoriter rejimlerini iyice pekiştiriyorlar. Hukuk devleti, özgürlükler, serbest basın diye bir şey bırakmayan, muhalefet etmenin çok zor olduğu, ses çıkarmanın çok zor olduğu, yeni tarz rejimler icat ediyorlar. Dolayısıyla bir kere genellikle demokrasiden uzaklaşma ve demokrasinin terk edilişi söz konusu. İkincisi, bu aynı zamanda çok anlamlı bir beraberlik: milliyetçiliğin yükselişiyle el ele gidiyor. Ve ikisi aynı madalyonun iki ayrı yüzü. Demokrasiyi yıkmak için çok büyük ölçüde milliyetçiliğe başvuruyorlar. Demokrasiyi yıktıkları ölçüde daha da milliyetçi ve mütecaviz, saldırgan, hoyrat, haşin kesiliyorlar.
Bu, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla apaçık ortaya çıktı. Bizi aldı, âdetâ 19. yüzyıla, 19. yüzyılın ikinci yarısına ve 20. yüzyıl başlarına, İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemin yükselen yayılmacı, ilhakçı, “pan” ideolojilerinin dünyasına geri götürdü. Alabildiğine vahşi, hayasız, alçakça, namussuzca bir saldırıydı. Bu deyimleri özellikle kullanıyorum. Çünkü bunlar bir ahlâkî yargı içeriyor. Daha sonra da ayrıca değineceğim ama ne kadar esef vericidir ki Türk medyasında, televizyon kanallarında, özellikle hükümet medyasında kimse bu terimleri kullanmıyor. Korkunç bir ahlâksızlık örneği hakkında kimse ahlâkî bir yargılamada bulunmuyor. Yok jeostrateji meseleleri, yok öyle olursa böyle mi olur, yok kim kazanır, vıdı vıdı ediyorlar.
Birtakım sahte entellektüeller, birtakım sahte yorumcular, telif alan, kanaldan kanala sirkülasyon halindeki birtakım isimler bunları konuşuyor ama hiçbir bel kemikli, namuslu, ahlâkî tavır alış göremiyorsunuz. Onun için biraz altını çizerek söylüyorum; Rusya’nın Ukrayna’ya karşı giriştiği saldırı vahşi, hayasız, alçakça, namussuzca bir saldırı olarak başladı ve gitgide daha namussuzlaşarak, git gide daha hayasızlaşarak devam ediyor. Tam bir otoriter diktatörlük, bir derin devlet, bir KGB işi, açıkçası. Vladimir Putin’in zaten KGB albaylığından gelip yükseldiğini biliyoruz. İşte KGB sözcüğünün çağrıştırdığı ne kadar özellik varsa; yani yılan gibi olmak, soğuk olmak, amansız olmak vs, hepsini içeriyor. 21. yüzyılda Avrupa’nın göbeğinde Rusya’nın şahsında yeni bir faşizm ve yeni bir emperyalizm baş göstermiş durumda. Burada, yapılan iş ile rejimin niteliği çok yoğun bir şekilde iç içe geçiyor. Yani yapılan işi konuşurken Rusya’daki rejimin niteliğini konuşmamak mümkün değil. Nereye el atsanız karşınıza o çıkıyor.
Olayların nasıl başladığını hatırlayalım… Ukrayna’nın kuzey, doğu ve güney sınırlarının etrafına büyük miktarda bir askeri yığınak yaptı Putin. Bütün dünya teyakkuza geçti. Defalarca söylendi saldıracağı. “Hayır, ne münasebet? Hiç öyle bir niyetimiz yok. Ordularımız orada askeri manevralar için bulunmaktadır” dedi Putin. Bu adamın ve Rus propagandasının hakikaten şöyle bir iğrenç yanı da var: O kadar fütursuzca ve o kadar yüzleri kızarmadan, bütün ar ve haya duygularını yitirmiş olarak yalan söylüyorlar ki, insan tiksiniyor. Hatırlayalım; haftalarca yalanladılar saldırı [hazırlığı] iddialarını, hattâ espriler filan yapmaya kalktılar, Batı’nın ve dünya kamuoyunun saldırı hazırlığı içindesiniz suçlamaları karşısında. Şöyle bir şey var tabii: Belki de Putin o aşamada, bu baskı karşısında Ukrayna’nın kendiliğinden pes edeceğini umdu. Haftalar geçti, öyle olmadı. Tam tersine Ukrayna’nın tutumu daha sertleşti, Batı’nın tutumu daha sertleşti ve Putin benim kanımca, bir parça da patika bağımlılığı diyebileceğimiz bir tavırlar silsilesi içinde, kendisini tehditten fiiliyata çıkmaya mecbur hissetti. Ve saldırı emrini verdi.
Putin’in öne sürdüğü gerekçeler tümüyle uydurma. Ukrayna’da bir Nazi rejimi varmış. Bunlar neo-Nazilermiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yanında savaşmış olan [General Vlasov’un] Ukrayna birliklerine atıfta bulunuyor.[1] Bu tarihi bir gerçek, ama Putin [dün ile bugünü birleştirip] bütün Ukrayna’yı böyle gösteriyor. Seksen yıl geride kalmış bir olay. Putin bu demagojiye başvurdu. Asıl önemlisi; Ukrayna’nın Rusya demek olduğunu, Ukrayna’nın zaten Rusya toprağı olduğunu, Ukraynalıların Rus olduğunu, ayrı bir millet olmadıklarını ve Sovyetler Birliği çökerken yapay oyun ve manipülasyonlarla Rusya’dan koparılarak bir Ukrayna’nın icat edilmiş olduğunu, ama şimdi Rusya’nın bunu geri almasının tarihî hakkı olduğunu savundu.
Bunlar, dediğim gibi, 19. yüzyıl milliyetçiliklerinin hık demiş burnundan düşmüş gerekçeler. Bir parça milliyetçilik tarihi biliyorsak, bunların hepsi çeşitli pan akımlar ve çeşitli megali’ci (daha büyük olsuncu) akımlar tarafından; Cermen milliyetçiliği ve Pan-Cermanizm, Slav milliyetçiliği ve Pan-Slavizm, Türkiye’de Turancılık veya Pan-Türkizm, Yunan megali idea’sı, Büyük Yunanistan, Büyük Sırbistan, Büyük Bulgaristan hayalleri tarafından da dillendirilen gerekçeler.[2] Daha yakın zamanda Orta Doğu’da Saddam Hüseyin de, aslında bölünmemiş olması gereken Arap topraklarını kurtarıp birleştireceğim diye Kuveyt’e saldırırken hiç farklı şeyler söylememişti. Yani pek üzerinde durulmadı ama Putin, Saddam Hüseyin’le aynı şeyleri söylüyordu ve söylemeye devam ediyor.
Bir an geldi ve tehditlerini doğrudan doğruya kaba kuvvetle, şiddetle desteklemek ihtiyacını duydu. Ve bu gerekçelerle saldırdı Ukrayna’ya. Hiç beklediği gibi olmadı. Ukrayna’nın direnemeyeceğini sanmıştı. Batı’nın da Ukrayna’yı ciddi bir şekilde destekleyemeyeceğini sanmıştı. Bütün bu tahminleri yüzde yüz yanlış çıktı. Bir; 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesinden bu yana geçen sekiz yılda Ukrayna silahlı kuvvetlerinin çok ciddi bir reformdan geçmiş olduğu, teknik donanımlarının, eğitimlerinin, hazırlıklarının çok ilerlemiş olduğu ve iki; bu askeri hazırlığın bir vatanseverlik, yurtseverlik, milliyetçilik şahlanışıyla da el ele gittiği ortaya çıktı. [Üç;] Kırım’ın işgali karşısında hiçbir şey yapamamış olan Batı bu sefer hop dedi. İlk andan itibaren sadece lâfla değil, aynı zamanda çok güçlü maddi, teknolojik destek yöntemleriyle Ukrayna’nın yardımına koştu. Öyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi hurda silahlar filân değil. Erdoğan’ın bu konuda söyledikleri tamamen yanlış. Daha baştan itibaren çok büyük miktarlarda drone, özellikle tank ve diğer zırhlı birlik sistemlerine karşı kullanılmaya elverişli drone’lar, uçaksavar füzeleri, tanksavar füzeleri verdiler, giderek artan miktarda.[3]
Batı biraz böyle yoklaya yoklaya gitti, ne verebiliriz acaba Rusya’nın tehditleri karşısında diye. Meselâ başta uzun menzilli topçu sistemleri vermiyorlardı. Hepsini vermeye başladılar. O derecede en ileri teknolojiye sahip top ve füze bataryaları verdiler ki, Rusya’nın başlangıçtaki topçu üstünlüğünü tamamen nötralize ettiler ve hattâ tersine çevirdiler. Cephenin çok gerisindeki Rus karargâhlarını, haberleşme merkezlerini, ikmal noktalarını vurmaya başladılar. Ve bu, Rusya’nın her şeyi ezip geçer sanılan zırhlı birlik saldırılarını felce uğratmakta çok tâyin edici bir rol oynadı.
Sonuç olarak, ilk başta kuzeyde Belarus’tan girerek, doğuda zaten Rus ayrılıkçılarının hakim olmuş olduğu Luhansk ve Donetsk gibi bölgelerden girerek, güneyde zaten 2014’te işgal ettikleri Kırım’dan girerek, Ukrayna’nın beşte birini, yüzde yirmi kadarını ele geçirdiler. Fakat durdular. Özellikle daha savaşın ilk iki aylık bölümünde kuzeyden ve doğudan Kyiv’e yönelik, doğrudan doğruya Ukrayna’nın başkentine yönelik saldırılarının tamamen başarısızlığa uğraması, çok büyük kayıplar vermeleri ve geri çekilmek zorunda kalmaları çok çarpıcı oldu. Ukrayna önce durdurdu. Taktik istikrar sağladı, kuzey, doğu ve güney cephelerinde. Yani artık Rus birlikleri ilerleyemez hale geldi. Ve ondan sonra adım adım yığınak ve hazırlık yaparak iki yönde, güney ve doğu yönlerinde [karşı-taarruza geçtiler]. [İlkin] güney yönündeki, uzun uzadıya tantanayla ilan ettikleri Herson’u kurtarmaya yönelik saldırı [geldi]. Ama arkasından, sürpriz bir şekilde gelişen doğu yönündeki, Harkiv ve ötesi yönündeki taarruz çok büyük başarıya ulaştı ve Rusya’nın ilk ağızda ele geçirmiş olduğu yüzde yirmi kadar Ukrayna toprağının dörtte bir kadarını geri aldılar. Böylece aslında Rusya sınırına dayandılar. Bu, Rusya’da bayağı ciddi panik yarattı. Çünkü bütün dünya televizyonlarına da yansıdı. Terk edilmiş tanklar, zırhlı araçlar, top bataryaları vesaire… Rus askerleri resmen çok büyük miktarda ağırlıklarını arkada bırakarak kaçtılar doğu cephesinde. [Ukrayna birliklerinin] Güney cephesinde [de] daha zor da olsa ilerlemeye devam ettikleri anlaşılıyor. Ve artık, Rusya’nın eline geçen tek büyük Ukrayna şehri olarak Herson da, Rus birlikleri açısından bir tuzak haline gelmek üzere, çünkü sağdan, soldan, kuzeyinden, etrafından ikmal bağlantılarının kesilmesi tehlikesiyle yüz yüze.[4] O kadar ki geçenlerde Putin çok ilginç bir adım attı. Ben bunun hakkında bir yazı yazdım, “Her geçen gün biraz daha Hitler’i andırıyor” diye.[5] Hitler’in 1943’ten itibaren doğu cephesinde kendi generallerine geri çekilmeyi — taktik bakımdan zorunlu geri çekilmeleri — yasaklaması gibi, Putin de aslında kendi generallerine geri çekilmeyi yasakladı. Birliklerine “Herson’dan geri çekilmeyeceksiniz” talimatı verdi. Ve savaşın günlük yönetimine [tıpkı, yenildikçe sinirleri bozulan Hitler gibi] gitgide daha fazla karışmaya başladı.
[Bu noktada] şu tabloyu [da] çizeyim. Savaşın bir muharebe meydanları var, ön cephesi. Bir de cephe gerisi var. Putin’in nasıl bir savaş yürüttüğünü cephe gerisiyle, Rusya’nın içinde aynı anda neler yapmakta olduğuyla birlikte düşünmek lâzım. Rusya zaten bir diktatörlüktü. Şimdi bir savaş diktatörlüğü oldu. Bütünüyle Orwellci bir dünya. Yalan, sansür, bağımsız medyanın ezilmesi… Orwell’in 1984 romanında “yenikonuş” (newspeak) diye bir kavram vardır. Her sözcük zıddı anlamına gelir. Yani savaş denmez, barış denir. Yalan denmez gerçek denir [Yalan Bakanlığı denmez, Gerçek Bakanlığı denir örneğin]. Aynı şekilde bugün çeşitli yorumcular artık bir “Kremlinkonuş”tan (Kremlinspeak), Kremlin dilinden söz ediyor. Meselâ Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına ve çarpışmalara savaş denmiyor. Savaş denmesi suç. Savaş denmesi sizi gazetenizin kapatılmasına ve hapse atılmanıza götürebiliyor. “Özel askeri operasyon” bunun adı. Örneğin bu dört bölgedeki güya referandumlara ve güya Rusya’ya katılma taleplerine ve güya ilhak edilmelerine, ilhak (annexation) denmiyor, enkorporasyon (incorporation) deniyor. Yani bütünleşme, [içerme, içselleştirme] veya entegre olma gibi bir lâf kullanılıyor. Bu da insana tabii tarihteki böyle saldırgan ve demagojik diktatörlüklerin en korkuncunu, Hitler Almanya’sını hatırlatmadan edemiyor. Avusturya’daki Nazilere darbe yaptırtıyorlar. Sınır kapılarını açtırtıyorlar, 1938’de. Alman ordusu giriyor içeri ve bunun adı Anschluss, yani birleşme oluyor.
Donald Trump’ın Amerika’da ilk başlarda kullandığı bir laf vardı, yalan söylediği anlaşıldığında: “Alternatif gerçekler” veya “alternatif olgular.” Öyle bir şey. Acayip ilginç bir durum. Savaş esirlerine işkence yaptıkları haberleri ve olguları, görüntüleri çıkıyor. “Sahte ve yalan” diyorlar. Toplu mezarlar bulunuyor. “Sahte ve yalan” diyorlar. Özellikle o Kyiv yönündeki ilk taarruz sırasında girdikleri bazı kasabalarda yüzlerce sivilin katledilmiş olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. “Yalan, sahte, uydurma” diyorlar. Bütün bunlar aynı zamanda çok acayip bir yağma düzeniyle el ele gidiyor. Ortaya çıkıyor ki yüz binlerce ton Ukrayna buğdayına el koymuşlar.[6] Rus medyasında savaşla ilgili neredeyse en ufak habere inanmak mümkün değil.[7] [Ya Ukrayna yapımı, ya] Batı’nın verdiği, ileri düzey karadan denize füzelerle Rusya’nın Karadeniz filosunun sancak gemisi, amiral gemisi bir kruvazör [Moskva] isabet aldı ve batırıldı. Bunu bile, önce nedeni belli olmayan bir patlama, sonra yedeğe alınıp çekilirken kötü hava yüzünden diye açıkladılar. Kırım’daki iki büyük Rus üssü peş peşe vuruldu ve uydu görüntüleri yayınlandı. Yani enkaz haline gelmiş olan uçakların uzaydan çekilmiş görüntüleri yayınlandı ama gene esrarengiz patlamalar demeye devam ettiler.[8]
[Özetle,] Ukrayna’nın askeri başarılarını kabul etmek istemiyorlar. Ama sonuç olarak, askeri bakımdan zaafa düştüler Ukrayna saldırısında. Asker sıkıntısı en başta. Sadece profesyonel ordumuzu, eğitilmiş paralı askerlerimizi kullanacağız dediler. Onların sayıca çok az kaldığı ortaya çıktı. Genel askerlik hizmeti çerçevesinde askere alınmış insanları kullanmaya başladılar. Onların eğitimsizliği ve yetersizliği ortaya çıktı. Ve aslında Rus ordularının o kadar da güçlü, o kadar karşı durulmaz vs olmadığı bütün çıplaklığıyla sırıttı. Hem asker yetersizliği, hem de özellikle Batı’nın verdiği ileri silahlar karşısında teknik donanım yetersizliği ortaya çıktı. Meselâ Rus hava kuvvetlerinin hava sahası üstünlüğü sağlayamadığı çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı. Daha savaşın ilk anlarından itibaren, ya eğitimsizlikten, ya benzer bir tecrübeleri olmadığından, ya da kısa menzilli uçaksavar füzelerinden korktuklarından, büyük operasyonlar yapmadılar, yapmıyorlar. Sadece iki üç uçaklık alçaktan devriye uçuşları yapabiliyorlar. Ve dolayısıyla hiçbir zaman Ukrayna üzerinde hava üstünlüğü sağlayamadılar.
Bu başarısızlık ve zaaflar, büyüye büyüye giderek belirgin hale geldi. Ve sonuçta, gene bütün dünyanın gözleri önünde bir silâh ve cephane yetersizliği [dahi] ortaya çıktı. Bu sebeple Rusya içindeki bütün tank ve cephane fabrikalarını 7/24 çalışır hale getirdiler. Bu Rusya için İkinci Dünya Savaşı koşulları demek. Yani Alman ordularının taarruzu karşısında nasıl Stalingrad traktör fabrikaları, tank fabrikası haline getirildi ve 7/24 çalıştırıldıysa, aynı şey Rusya’da şu anda yaşanıyor. [Bula bula] Kuzey Kore’den ve İran’dan silah almaya başvuruyorlar. Çin’den de silah almak istediler. Şi Cinping vermedi. Vermiyor. Çin esas olarak Rusya’nın artık büyük patronu durumunda ama bir yerde de “dur” diyor, fazla oldu bu savaş. Şi ile Putin arasındaki anlaşmazlık [Şanghay İşbirliği Örgütü’nün son toplantısı öncesinde ve toplantı sırasında iyice ortaya çıktı.] Putin kendisi söyledi; bize yönelik eleştirileri var, anlatmaya çalışacağız diye. Kendisi bu itirafta bulundu.
Az önce söylediğim gibi İran’dan, Kuzey Kore’den cephane ve silâh isteyecek kadar zavallılaştılar. Mecbur kaldı Putin, kısmi seferberlik ilan etti. Kısmi seferberlik emrinin miktar bildiren, sayı bildiren paragrafı Rusya’da resmî olarak yayınlanmadı. Bütün paragrafları yayınlandı, bir paragrafı yayınlanmadı. Kamuoyuna Rus yetkilileri, Putin ve adamları üç yüz bin asker söz konusu gibi açıklamalarda bulundu. Aslında bir milyon yedeğin, bir milyon ihtiyat askerinin silâh altına çağrıldığından söz ediliyor. Bu yüzden Rusya’da protesto hareketleri baş gösterdi. Ve polis şiddetle müdahale etti. Bu sefer de, protesto edenler öncelikle askere alınıyor haberleri çıktı.
Ve arkasından bu referandumlar hikâyesi geldi. Tam bir rezalet. Rusya’nın savaşın ilk bölümünde girip de istila etmiş, işgal etmiş olduğu bölgelerde, Rus silahlarının gölgesinde, Rus tanklarının gölgesinde, Rus işbirlikçilerine güya referandumlar yaptırtıyorlar. Sandıktan yüzde 98 destek çıktı diye de ilân ediyorlar. Ve Putin alelacele bu dört bölgenin Rus taraftarı liderlerini de etrafına toplayıp, dünkü [30 Eylül Cuma günkü] konuşmasında ilhak anlaşmasını, içselleştirme anlaşmasını imzalıyor ve “Buralar bundan böyle Rusya toprağıdır, buralara saldırı Rusya’ya saldırı demektir” diye tehditkâr bir konuşma yapıyor. Bir kere bu, siyasi bir taktik, çok açık. Çünkü Rus birlikleri geriliyor sürekli; bu ilk istila ve işgal ettikleri bölgeleri de kaybetme tehlikesiyle yüz yüzeler. Salt askeri yöntemler işe yaramıyor. Onun için, buralar Rusya toprağıdır diye tahkim etmeye kalkıyor ve buralara saldırı olursa elimizdeki her türlü imha silahını kullanarak karşılık veririz diyor Putin. Yani nükleer silah kullanma imasında bulunuyor.
İyi ama birincisi, dünya yemiyor bunu. İkincisi, Putin bu tehditlerde bulunurken güneyde Ukrayna birlikleri ilerlemeye devam ediyor. İlhak edilen yerlerden biri olan Herson’un etrafındaki çember daralıyor. Herson’a 9 kilometre, 16 kilometre mesafedeki köy ve kasabalar [en son, kritik bir ikmal noktası olan Lyman gibi yerler] düşüyor, Ukrayna birliklerinin eline geçiyor. Yani bunun taktik anlamda bir işe yarayacağı da artık çok şüpheli. Biraz potu yükseltiyor Putin, tıpkı poker masasında ortadaki potu yükseltmek gibi. Bu kumarın ne kadar tutacağı çok şüpheli.
Ama üçüncüsü, ortada muazzam bir ahlâkî mesele var. Şöyle söyleyeyim: Sürekli Hitler ve Nazi Almanyası benzetmesi yapıyorum ya. Ama bunu Naziler dahi denemedi. Naziler İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında, 1 Eylül 1939’dan sonra istilâ ve işgal ettikleri bölgelerde, Almanca konuşan çok önemli bir nüfusun olduğu bölgeler dahil, böyle referandumlar ve ilhak oylamaları yapmaya kalkmadı. Çekoslovakya’nın Südetler bölgesinde bile yapmadılar. El koydular, istilâ ve işgal ettiler, ama “biz ateşli bir şekilde Almanya’nın bir parçası olmak istiyoruz” anlamına gelecek referandumlar filan yapmadılar. Hangi nedenle olursa olsun; belki kendilerine çok güvendiklerinden, belki gerek duymadıklarından. Herhalde gerek duymadıklarından. Çünkü o anda taarruz [stratejik taarruz] halindeydiler. İnsiyatifi ellerinde tutuyorlardı ve ihtiyaç duymuyorlardı belki de, ama yapmadılar sonuç olarak. — Fakat düşünebiliyor musunuz, Nazi işgali altındaki Fransa’da böyle bir referandum yapmayı, hatta meselâ Fransa’nın Alman nüfusun kalabalık olduğu bir bölgesinde, örneğin zaten bu tartışmalı Alsace-Lorraine bölgesinde insanları “biz gamalı haç altında çok mutlu olacağız” diye oy vermeye zorladıklarını? Eh, Putin’in yaptığı bu. Yani bir anlamda Naziler, “sevgili arkadaşlar, Nazizm altında yaşamaktan çok mutlusunuz, değil mi; hadi bunu oylarınızla gösterin” diye bir referandum yapmış olsalar, ancak bu kadar olurdu. İşte Putin’in yaptığı bu, sonuç olarak; böyle bir pespayelik, böyle bir utanmazlık.
Aslında Putin’in giderek içine düştüğü aczin başka bazı göstergeleri de var. Serbestiyet yazdı onları. Türk basınının büyük bölümü hiç üzerinde durmuyor, ama meselâ bu esrarengiz Wagner grubu, Rusya-merkezli paralı askerler teşkilâtı. Putin rejimi çok uzun süre bizimle hiçbir ilgisi yoktur, devletle hiçbir ilgisi yoktur yalanını göz göre göre sürdürüyordu. Sonunda bu esrarengiz Wagner hayaletinin şu andaki yöneticisi ortaya çıktı. Rusya’daki bir hapishanede mahkûmlara, Wagner’e katılmaları ve savaşa katılmaları için konuşma yaparken; savaşa katılmaları karşılığında Rusya kanunlarında olmayan bir şekilde özgürlük vadederken çekilen videosu sızdı ortaya. Kendisi de sonra kabul etti.[9] İnsanın aklına ister istemez 1915 geliyor. Çünkü Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelenleri Anadolu’ya, Doğu Anadolu’ya, Orta Anadolu’ya gitmiş; hapishanelerdeki mahkûmlardan Ermenilere karşı kullanılmak üzere, Ermenilere özel terör ve katliam uygulamak üzere birlikler teşkil ediyordu. Hapishaneleri boşalttırıyorlardı ve Putin şimdi aynı şeyi yapıyor. Çok ironik. Bir yönüyle feci, bir yönüyle muazzam bir zaaf işareti [oluşturuyor].[10]
Bütün bunların güncel bir açıklaması ve gene Almanya ile muazzam bir paralellik meselesi, en son geçen hafta Moskovsky Komsomolets gazetesinde yayınlandı. Muhalif bir gazete. Şu çok çarpıcı ifadeyi kullandılar: “Vladimir Putin’in geri çekilecek yeri kalmadı. Dolayısıyla tek yapabileceği şey taarruza devam etmek.” Bu, çok şeyi açıklıyor. Çok ilginçtir ki, İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin eski Marksist Sovyet literatüründe aynı şey Nazi Almanya’sı için söylenirdi. “Hitler’inki gibi bir rejim,” denirdi, “ancak sürekli saldırarak var olabilir.” Savunmada yaşayamaz. Savunmaya geçmesi onun için çok kritik bir dönüm noktasıdır. Ölüm halinde olduğunun belirtisidir.
Çok önemli bir tesbit aslında. Hitler’inki gibi bir rejimin, ancak sürekli taarruzda bulunarak yaşayabileceği, savunmaya geçmenin tabiatına aykırı düştüğü, çok ilginç bir tesbit. Şimdi ne enteresan; çok okunan, çok popüler bir Rus gazetesi aynı şeyi Putin için söylüyor. Tabii Hitler Nazizmi karşılaştırması yapmadan söylüyor bunu. Enteresan bir şey. Ayrıca, Putin’e karşı gitgide daha eleştirel lâflar doğrudan doğruya ana akım medyasında da yayınlanmaya başladı. Ukrayna’nın doğuda giriştiği karşı-taarruzun Rus kamuoyunu çok sarstığı ortada. Bir şeyler çözülüyor gibi. Örneğin bu nükleer silah kullanma tehditleri karşısında Nezavisimaya Gazeta’da bu hafta[11] şöyle bir başyazı yayınlandı: “Bazı üst düzey yetkililer nükleer silah kullanma tehditlerinde bulunuyor.” Tabii ki Putin’in adını vermiyor. Bu, dediğim gibi, herhalde Rusya’nın Yeni Şafak, Sabah veya A Haber‘i gibi bir gazete. Adını vermiyor ama bazı üst düzey yetkilileri çok sorumsuzca nükleer silah kullanmayı gündeme getirmekle suçluyor. Böyle şey olmaz, bunlar böyle telaffuz dahi edilemez, fakat bu böyle çok uluorta yapılmaya başladı diye devam ediyor. “Böyle bir olasılığı fikir planında, düşünce planında, velev farazî olarak kabul ettiğinizde, uygulanmasının da önü açılmış olur’ diyor. Şimdi bu aslında doğrudan doğruya Putin’e yönelik bir eleştiri. Ama yani çok ilginç; savaşın yönetilişi konusunda, beklenmedik bir şekilde çok önemli askeri uzmanlar çıkıp televizyonlara, savaşın — tabii savaş demiyor, “özel askeri harekat” diyorlar — iyi gitmediğinden şikayet etmeye başlıyor.[12]
Bir de Türkiye açısından konuyu ele alalım. Türkiye en başında Ukrayna’nın yanında, Ukrayna’ya destek veren bir resmi pozisyon aldı. Hattâ en son sizin de bahsettiğiniz referandumları da tanımadı, diğer Batı ülkeleri gibi. Fakat aradaki yedi aylık süreçte zaman zaman Rusya’nın hoşuna gidebilecek söylem ve eylemlerde de bulundu. Bu süreçte Türkiye’nin tavrını başlangıçtan günümüze kadar nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Türkiye” değil de “iktidar” diye konuşmayı tercih ederim. Çünkü benim kafamda Türkiye başka bir kavram, iktidar başka bir kavram. Bu iktidar olur, başka bir iktidar olur. Çeşitli hükümetlerin, farklı iktidarların politikalarını “Türkiye” öznesi ile özdeşleştirmiyorum ben. [Dilim sürçebilir tabii, alışkanlık yüzünden. Ama bu ayırım önemli.] Öncelikle bunu belirteyim.
Rusya’nın bu Ukrayna saldırısı, iktidarı oldukça zora soktu. Bir; hükümet çok uzun süredir emperyalizmle suçladığı, siyasi, ekonomik, kültürel vesaire bakımlardan derece derece düşman gösterdiği veya kendisine yabancılaştırdığı Batı’ya karşı alternatif büyük devlet desteği arayışları içindeydi ve bu arayışlarda, çok daha uzaklarda olan Çin’den daha yakın ve Türkiye açısından çok daha önemli olarak, Rusya çok büyük yer tutuyordu. Böyle böyle, son yıllarda iktidar için Rusya hep Batı’ya karşı bir denge unsuru ve bir alternatif olageldi. Öyle gösterildi. Zaman zaman Rusya’yla da ilişkiler gerildi, fakat tamir edilmesi için çok büyük çabalar sarf edildi. İşte Şanghay opsiyonu dendi, Avrasyacılığa göz kırpıldı, Rusya’ya karşı bir dostluk ve beğeni havası hakim oldu. Türkiye’nin Kuzey Suriye girişimleri etrafında ise iki taraf ters düştü ve Rusya Afrin’e, İdlib’e veya Barış Pınarı bir yerden sonra kesin set çekti. Tarafların giderek derinleşen çelişmeleri oldu. Ama sonuç olarak büyük bir kopma yaşanmamıştı.
Rusya’nın Ukrayna saldırısı bu bakımdan iktidarın hazmedemeyeceği bir hamle oldu. Çünkü buna hayır dememek, ancak Batı’dan, NATO’dan, Avrupa Birliği’nden, Amerika’dan çok sert bir kopuşu göze almakla mümkündü. İktidar bunu yapabilecek durumda değildi ve değil. Batı’ya daha ziyade ideolojik-kültürel karşıtlığını, NATO’dan çıkma, Avrupa Birliği’nden çıkma noktasına vardıramaz. Hattâ şunu diyebilirim: Galiba Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, iktidarın Batı ile ilişkileri tamir etmeye çalıştığı bir döneme denk geldi. Dolayısıyla bu alt-dönemin özellikleri bakımından, zannediyorum iktidar bunu hiç yapabilecek durumda değildi. [Sonuçta] resmi politika açısından işgale karşı çıktılar, Ukrayna’yı desteklediklerini belirttiler. Ve bir şeyin altını çizeyim, bu sadece lâfta da kalmadı. Türkiye Ukrayna’ya büyük miktarda silâh sattı ve satıyor. Özellikle insansız hava araçları, silahlı-silahsız İHA’lar ve SİHA’lar sattı ve satıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olan Selçuk Bayraktar, Bayraktar drone’larının üreticisi, Ukrayna’ya gidiyor, desteklerini sürdüreceğini söylüyor, drone satmaya devam ediyor. Buna karşılık Rusya’ya yönelik en ufak bir askeri yardım ve destek ilişkisi söz konusu olmuyor.
Bütün bunlarla birlikte, sadece resmi tutumdan konuşmaya devam edecek olursak, orada da bazı problemler yok değil. Meselâ Türkiye [pardon, iktidar] Rusya’ya karşı yaptırımlara katılmadı ve katılmayacağı anlaşılıyor — ki bu, NATO ve Avrupa açısından giderek büyüyen bir problem. Şimdi bu doğrudan doğruya ilhak adımı karşısında hükümetin tavrı ne olacak? Bu çok kritik bir mesele. Çünkü referandumlara karşı olduklarını söylediler. Ama referandumların hemen arkasından, hemen ertesi günü bu kadar hızlı bir olup bitti yaratacağını düşündüler mi Putin’in? Ve buna cevapları hazır mı? Buna ilişkin tutumları hazır mı? Bakalım, göreceğiz.[13]
Tabii şimdi bu ilhak adımının bütün dünya, Birleşmiş Milletler, Amerika, NATO, Avrupa vesaire açısından yaptırımlarda bir tırmanmaya yol açması kaçınılmaz. Devam eden bir başka problem, artık belki son noktasına gelmiş olan bir problem de, bu İsveç ve Finlandiya sorunu. İsveç ve Finlandiya, Rusya’nın Ukrayna saldırısı karşısında geleneksel tarafsızlık tavırlarını terk etti ve NATO’ya katılmak için başvurdu. Bu yeni üyeliklerin, bütün üye ülkelerin parlamentolarında kabul edilmesi gerekiyor. 30 üye ülkenin 28’inin parlamentolarından geçmiş durumda. İki ülkenin parlamentosundan ise geçmemiş durumda: Macaristan ve Türkiye. Çok talihsiz bir birliktelik, bu aynı noktada olma hali. Çünkü Macaristan çok açık olarak Rusya taraftarı. Macaristan, Avrupa Birliği içinde, Avrupa Birliği’nin demokratik kurallarını en fazla terk eden veya onlara en fazla meydan okuyan ülke ve kendisi bu yüzden ciddi yaptırımların arifesinde. Yakın zamanda Viktor Orban Amerika’ya gitti ve Amerika’daki Trumpçı faşizmin taraftarlarıyla görüştü. Birbirlerine karşılıklı güller dağıttılar. Sonuç olarak, bir Macaristan onaylamamış durumda İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini, bir de Türkiye Büyük Millet Meclisi müzakere etmemiş ve onaylamamış durumda. Geçmişini biliyoruz olayın. İsveç ve Finlandiya’nın başvurusu gündeme geldiğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk önce bunlar terörü destekleyen ülkelerdir, PKK’yı destekleyen ülkelerdir şeklinde bir pozisyon aldı, çok sert bir şekilde. Ve bundan vazgeçmedikleri takdirde biz onay vermeyiz dedi. Sonra heyetler arası temaslar cereyan etti. Halloldu dendi. Çözüldü dendi anlaşmazlık. Ama Türkiye hâlâ onaylamamış, Meclis’ten geçirmemiş durumda bunu.
Resmi politikanın ötesinde şöyle problemler var: İktidarın önde gelenleri bu konuda her konuştuklarında, bir yandan, savaşla çözülmez hiçbir şey, diplomasiyle, görüşmelerle çözülmeli tavrı alıyorlar. Hattâ, herhalde boşuna olduğunu bile bile, gidip Putin’le beraber gözükerek, Putin’e diplomatik pazarlıklara yönelmesi telkininde bulunuyorlar. Putin’in kimden gelirse gelsin zerrece aldırdığı yok bu tür tavsiyelere. Şimdiye kadar kim Moskova’ya bu tür önerilerle gittiyse, Putin’in askerî önceliklerimiz vardır ve onlara ulaşmadan hiçbir barış görüşmesi, hiçbir tavizimiz söz konusu olamaz tavrıyla karşılaştı. Fakat öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki konuşmalarına enteresan bir ikirciklilik de yansıyor. Yerine göre doğrudan doğruya Batı’yı eleştiriyor. Meselâ hurda silahlar meselesinde olduğu gibi. Ya da Batı’yı Ukrayna’yı yalnız bırakmakla, Ukrayna’ya yardım için hiçbir şey yapmamakla suçluyor. (Ki hiç doğru değil. Eğer Batı yardım etmeseydi Ukrayna ayakta duramazdı. Batı, 1930’larda Hitler’e karşı izlenen yatıştırmacılık politikasından tamamen farklı bir tavırla, toptan destek veriyor Ukrayna’ya.) Erdoğan bazen de, geçenlerdeki bir konuşmasında yaptığı gibi, Batı’ya âdetâ parmak sallıyor, gözdağı veriyor; ya, işte nasıl küçümsediniz Rusya’yı, gördünüz mü, işte o da size gaz ve petrol vermeyi kesti, bakın şimdi ekonominiz felaket durumda diye veryansın ediyor. Ya da, Rusya ile karşılıklı ticarette, alışverişte ödeme yöntemleri konusunda vardıkları özel anlayışları öne çıkarıyor, Rusya’nın MIR ödeme sisteminin kullanılması gibi. “Dengeli” (?) politikanın getirdiği avantajları öne çıkarmaya çalışıyor. (Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuşmayı yapıyor; onu izleyen günlerde bütün Türkiye bankaları sırayla Rusya’nın MİR ödeme sistemini kullanmayacaklarını duyuruyor.)
Bir de son olarak, belki ilk olarak ve en başta, medyanın tutumu ilginç. Ana akım medyaya başından itibaren benim ancak Rusya taraftarı ve Putin hayranı diye tarif edebileceğim bir tavır hakim oldu. Çok enteresan, bakıyorum, bu televizyon kanallarında her akşam sürekli aynı konuşmacılar var. Yani beş-altı tane öğretim üyesi var. Gene beş-altı tane emekli asker, emekli orgeneral, kurmay başkanı şu bu var. Bir üçüncü kategori olarak da, kerametleri kendinden menkul “güvenlik uzmanları” veya “strateji uzmanları” var. Anlaşılan, hiçbir diplomaları, unvanları, pozisyonları filan olmadığı için kendilerine bu sıfatları yakıştırıyorlar. İlk başta hayret ediyordum, bu insanların başka işi yok mu diye. Haftada beş akşam kâh o kanalda, kâh bu kanalda geziyorlar. Sonra öğrendim ki bunlar çeşitli kanallardan telife bağlanmış bir grupmuş. Öyle tamamen özerk bir şekilde, bağımsız bir şekilde gelip, kendi görüşlerini (her neyse) dile getirmeleri için değil, hayatlarını artık buradan kazandıkları için ekranlara çıkıyorlarmış. Yani aslında bunlar paralı yorumcular bir yerde. Önemli bir kısmı bu insanların, paralı yorumcular.
Eh, şimdi, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ilk günlerinden itibaren bu paralı yorumcuların Rusya ve Putin hayranı demeçleri, beyanları, tavır alışları öne çıktı. Neler demediler? Putin’in “stratejik deha”sından dem vurdular.[14] Rusya’nın nasıl boşluğu yakaladığından ve Ukrayna’yı da Batı’yı da dümdüz edeceğinden dem vurdular. Yani belki bir yerde kendi özlemlerini dile getirdiler. Çünkü hepsinin içinde açıkçası bir otoriter rejim hayranlığı, bir Putin hayranlığı, madalyonun diğer yüzünde körü körüne bir Batı düşmanlığı yatıyor. Bir jeopolitik oportünizm arayışının hepsinin damarlarında mevcut olduğunu düşünüyorum.[15]
Fakat hepsi boşa çıktı. Bir bütün olarak söyledikleri bu kadar yanlışlanmış bir grup olamaz. Bence bu grubu karakterize eden ortak özellik, daha en başlarda da söylediğim gibi, en ufak bir ahlâkî tavırlarının olmaması. Bir ülke [büyük bir ülke] başka bir ülkeye [kendisinden hayli küçük bir ülkeye] saldırıyor, istila ediyor, işgal ediyor. Ve sonu, bazı bölgelerinin cebren ilhakına kadar varıyor. Yani bir taraf saldırıyor, bir taraf kendi varlığı ve bağımsızlığı için savaşıyor. Ve buna dair ahlâkî bir şey söyleyen kimse yok. Aynı zamanda işler Batı ile ilişkilere geldiğinde, Batı’nın emperyalist ve kolonyalist geçmişinden ve bunun devamından söz etmekten de geri durmuyorlar. Ama bu nasıl anti-emperyalizm, ben anlayamıyorum hakikaten. Bu anti-emperyalizm filan değil aslında. Bu körü körüne bir Batı düşmanlığı. Başka her türlü emperyalizmi kabullenmeye, haklı çıkarmaya, onaylamaya, okşamaya hazırsın. Ama Batı söz konusu olduğunda Lenin’in emperyalizm tahlillerinin arkasına saklanıyorsun.[16] Medyada da böyle bir rezalet yaşanıyor.
Hele Rusya’nın bu ilhak hareketinden ve aynı zamanda bu tekrarlanan ve gitgide tırmandırılan nükleer silah kullanma tehditlerinden sonra, olay keskinleşiyor giderek. Belki iki cami arasında bî-namaz durmak giderek zorlaşacak. Ana akım medya için de, Türkiye’deki iktidar için de. Net bir öngörüm yok ama sadece, iki cami arasında bî-namaz durmanın, denge politikası izlemenin giderek zorlaşacağını düşünüyorum. Şu âşikâr; Rusya da Türkiye’yi tamamen kaybetmek istemiyor, Batı da. Dolayısıyla belki her iki taraf da Türkiye’deki iktidarın tavırlarından şu veya bu ölçüde hoşnutsuz ama işi ağırdan alıyorlar. Ancak bu ne kadar sürebilir? Cumhurbaşkanı Erdoğan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün son toplantısına katıldı. İlginç tahliller yapıldı bu konuda. Yıldıray Oğur çok kapsamlı bir yazı yazdı.[17] Türkiye’nin Rusya’dan 15 milyar dolar aldığını öne sürdü. Ama bununla birlikte, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne toptan üyelik talebi karşısında Putin mesajını net verdi ve “NATO’dan çıkmadan olmaz” dedi.
Peki bu orta yol izleme ve denge politikası daha ne kadar devam edebilir? Doğrusu ciddi tereddütlerim var. Meselâ — olmaz demeyelim bazı şeylere, çünkü bu Putin’in hakikaten yapmayacağı şey yok — Ukrayna’da taktik nükleer silah kullanırsa ne olacak? Putin böyle bir şey yaparsa Batının karşılığı ne olacak? Türkiye’nin tavrı ne olacak? Olaylar bu kritik noktaya doğru gidiyor bence. Ben hakikaten Putin’in taktik nükleer silah kullanmasının ihtimal dışı olmadığını düşünüyorum. Ne olacak o zaman? Rusya zaten uluslararası ölçekte bir parya haline gelmiş durumda. Her yerden dışlanmış durumda. Ama o, durumu büsbütün vahim hale getirecek. Batı’nın askerî refleksinin ne olacağı bir yana; artık ortada durmak ve “denge” politikası gütmek imkânsız hale gelecek kanısındayım.
Peki milliyetçilik bütün bunların neresinde?
Her yerinde. Önünde, arkasında, sağında, solunda, üstünde, altında; dağ taş milliyetçilik. Çağımız, başta da söylemeye çalıştığım gibi, dünya çapında demokrasinin her yerde inişte, anti-demokratik akımların, otoritarizmin, diktatörlük eğilimlerinin ise derece derece yükselişte olduğu bir çağ. İkincisi, milliyetçiliğin her yerde yükselişte olduğu bir çağ. 1980 ve 90’larda milliyetçilik çalışmaları alanında, milliyetçiliğin artık sonuna gelindiği, milliyetçiliğin bir 19. yüzyıl ideolojisi olarak geride kaldığı, çağımızın küreselleşme çağı olduğu, milliyetçiliğin aşılmakta olduğu vesaire konusunda çok ciddi kitaplar, makaleler yazılıyordu.
“Milliyetçiliğin sonu geldi” anlayışı, milliyetçilik etütleri alanına hakimdi. Yirmi küsur yıl içinde her şey ters yüz olmuş durumda. Muazzam bir milliyetçilik canlanışı yaşanıyor. Kısmen liberal küreselleşmenin beraberinde getirdiği evrenselci müdahalelere tepki, kısmen gene aynı liberal küreselleşmenin beraberinde getirdiği regülasyonsuz, dizginsiz, düzenlemeler olmaksızın faaliyet gösteren yeni bir tür vahşi kapitalizmin derinleştirdiği sosyo-ekonomik eşitsizliklere tepki (veya bunların vesile olarak kullanılması). Çünkü otoritarizm ve diktatörlük eğilimleriyle de arasında şöyle bir bağlantı var: Hiçbir otoriter rejim uluslararası denetim altında olmak istemez. İnsan hakları, özgürlük, hukuk devleti [ve kadın-erkek eşitliği ve kadınlara şiddetin önlenmesi ve heteroseksüellik dışındaki cinsel tercihlere özgürlük] gibi evrensel değerlerle elinin kolunun bağlanmasını istemez. Bunlara karşı, tamamen bunlardan bağımsız, bunlardan vareste olabilmek ister. Dolayısıyla gerek ekonomik tepkiler, gerek siyasi ve ideolojik tepkiler, çeşitli sağ – otoriter – popülist akımların kendi alanında tamamen bağımsız ve fütursuz olma arayışı [milliyetçiliğin tekrar yükselmesinde] bir şekilde etkili oldu, oluyor.[18]
Çok önemli bir faktör, tabii göç olayı. Gene aynı küreselleşme cereyanının etkisiyle birçok ulusal sınır göçler karşısında delik deşik oldu. Özellikle Avrupa’da, Ortaçağın şafağında oluşup 1400-1500 yıl kadar sürmüş olan demografik yapı çok büyük ölçüde değişiyor.[19] Eski nüfus gruplarının buna tepkisi milliyetçiliğe kanalize oluyor. Bütün bunlar birleşip muazzam bir milliyetçi yükselişe yol açıyor.
Geçti sanmıştık. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyıl başlarına geri dönmüş durumdayız bazı bakımlardan. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırı gerekçesi olarak [ileri sürdüğü her şey]; günümüzün daha da güçlü, en büyük diktatörlük rejimi olan Çin’in, Tayvan’a karşı baskısını arttırma gerekçesi olarak söylediği her şey, âdetâ 19. yüzyıldan fırlamış gibi. 19. yüzyılın hâkim ulus, ezen ulus milliyetçiliklerinin küçük milletlere karşı [kullandığı iddialar vardı]. [Millet olmayı hak eden ve etmeyen topluluklar vardı, ya da “doğal” ve “yapay” milletler.] Meselâ Rus Çarlığı, kendi bünyesinde uç veren çeşitli milliyetçi akımlara karşı, keza Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kendi bünyesinde uç veren çeşitli milliyetçi akımlara karşı, ne kadar birbiriyle çelişirse çelişsin, ne kadar tutarsız olursa olsun, sürekli aynı şeyleri söylüyordu: Bunlar bir millet değildir. Bunlar aslında daha büyük bir milletin parçasıdır. Yani [kendi başlarına] millet [ve ulus-devlet] olma hakları yoktur.
Şimdi bu iddialar dizisi, böyle bir yaklaşımlar dizisi, [apaçık görülüyor ki] 19. yüzyıldan bugüne devam ediyor. Bazı büyük devletlerin, egemenlikleri altındaki veya egemenlik altına almak istedikleri küçük ülkelerin, küçük milletlerin millet olma iddialarını, millet oldukları kabul edilirse doğabileceği düşünülen haklarını tanımama çabaları sürüyor. Bunun için de işte, aslında bunlar millet değildir, kendilerine has bir dilleri yoktur, edebiyatları yoktur, kültürleri yoktur, medeniyetleri yoktur diye bin dereden su getirmeler devreye giriyor. [Türkiye’de, Tek Parti döneminden, Atatürkçülükten, askerî-bürokratik vesayet rejiminden çok iyi tanıyoruz, Kürtlere yöneltilen bu gibi gerekçeleri. Aşağıda tekrar değineceğim.]
İkincisi, zıddında şöyle bir damar da var 19. yüzyılın milliyetçilik çağında: İrredantizm dediğimiz mesele. [İtalyanca irredenta, “henüz kurtarılmamışlar” anlamına; Italia irredenta, “henüz kurtarılmamış İtalya” anlamına geliyor. Yani diyelim ki bir millet (veya bir parçası) bağımsızlığına kavuşmuş, ulus-devlet olmuş. Ama o milletin (soydaşlarının) bir bölümü “dışarıda” kalmış, henüz “kurtarılmamış.” İşte o milletin milliyetçiliği, kendine irredantist diye tarif edilen bir boyut peydahlayabiliyor, bu koşullarda. Şu veya bu şekilde, ama tabii özünde yayılarak, genişleyerek, “kurtarılmamış” parçacıklarını da “kurtarmayı”; açıkçası, onların yaşadığı toprakları da kendine katmayı, ilhak etmeyi içeriyor.]
[Türkiye’de çok iyi bildiğimiz Yunan milliyetçiliği örneğinden gidelim. 1830’ların başları ve devamı.] Bir, Yunanca konuşanlar [ve Doğu Ortodoks inancına, kilisesine mensup olanlar] genel kitlesi var. Yunan milleti olarak kabul edilen bu Yunanlıların bir kısmı, bir başka devletten, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmış ve bir küçük Yunanistan doğmuş. Ama o ilk Attika ve Mora (Peloponez) bölgesinin ötesinde, kuzeyde ve hattâ Anadolu’da, daha başka Yunanca konuşan kesif bazı topluluklar da söz konusu. Bunlar bu terminolojide bir bakıma “dış Yunanlılar” oluyor, ya da arta kalmış, henüz kurtarılmamış olanlar. Türk milliyetçi söylemindeki karşılığıyla “dış Türkler”e veya “soydaşlarımız”a denk düşüyor. İrredantizm ideolojisi, işte bu ayrı düşmüş veya dışarıda kalmış Yunanlılarla birleşme ideolojisi. Aslında onların üzerinde yaşadığı toprakları, bunlar da bizim bir parçamız olmalı diye ele geçirme ideolojisi.
İşte Yunan megali idea’sı ya da Büyük Yunanistan hülyası [buradan çıkıyor]. 1919’da Yunan sefer ordusunun [resmî adıyla Küçük Asya Ordusu’nun] İzmir’e çıkmasına ve Anadolu’nun Yunanca konuşan nüfusun yoğun olarak yaşadığı kesimlerini ele geçirme çabasına kadar uzanan bir tasavvur. Aynı şey Hitler için de geçerli. Bütün “dış Alman”ları [19. yüzyıldan beri varolan] Pan-Cermanizm ideolojisi çerçevesinde bir araya getirmek, yani onların yaşadığı toprakları ilhak etmek. Avusturya’yı bu şekilde, bu gerekçeyle ele geçiriyor. Çekoslovakya’yı Südetler bölgesinden başlayarak bu gerekçeyle ele geçiriyor. Ve nihai olarak 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasının da vesilesi veya ideolojik gerekçesi, Polonya’da özellikle [Polonya Koridoru veya] Danzig Koridoru’nda yaşayan yoğun Alman (Almanca konuşan) nüfusun Almanya’yı istediği iddiası, Almanya’nın bir parçası olmayı istediği ve bunun “tarihî hakları” olduğu iddiası. Burada bir kere çok transandantal, çok aşkın, çok mutlak bir büyük millet iddiası var. İkincisi, bu büyük milleti, büyük ulus-devleti gerçekleştirmek uğruna yapılacak her şeyin meşru sayılması söz konusu. Yakın zamanda, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başları tarzı “pan” ideolojilerin ya da “daha büyük” bir ulus devlet peşinde koşma ideolojilerinin, “Büyük olsun, bizim olsun” hülyalarının iki örneğini Orta Doğu’da gördük. Suriye’de Hafız Esad diktatörlüğünün Büyük Suriye hülyası Lübnan iç savaşının çıkmasında, Lübnan’ın harap olmasında çok büyük rol oynadı. Saddam Hüseyin’in Büyük Irak hülyası, tek bir ülkenin yayılmacı hamlesiyle, bütün Arapların gönüllülüğü olmaksızın, [Arapların birliği] cebir yoluyla, istilâ yoluyla kurulabilirmiş gibi giriştiği Kuveyt saldırısını ve felâketli sonuçlarını da son yıllarda yaşadık.
Putin’in, en başta da söylediğim gibi, Ukrayna üzerinde hak iddialarının, Hafız Esad’dan veya Saddam Hüseyin’den en ufak bir farkı yok. Bunun bu şekilde, çıplak bir biçimde telâffuz edilebilmesi lazım. [Ama nedense bütün o emekli generaller, kurmay başkanları, güvenlik uzmanları, stratejistler vb hiç yapmıyor bu karşılaştırmayı.] “Ukrayna diye ayrı bir millet yoktur” diyor Putin. “Ayrı bir ülke yoktur” diyor. “Burası ezelden beri Rus’tur ve Rusya’nındır” diyor. “Bizden yapay yöntemlerle koparıldı. Ve bizim tarihi hakkımızdır burayı tekrar ele geçirmek” diyor. Hemen aynı şeyleri, Çin’deki komünist tek parti diktatörlüğü, yeni ulaşmakta olduğu ekonomik ve askeri güce mağruren, Tayvan konusunda söylüyor. Ortada bir fiiliyat var. 1949’da o zamanki Kuomintang [Milliyetçi Parti] rejiminin [Çan Kayşek liderliğindeki] kalıntıları ve onu destekleyen kesimler, Mao’nun Kızıl Ordu’sunun ilerleyişinden kaçarak Tayvan adasına sığındı.
Ama aradan gene yetmiş küsur yıl geçti. Artık eskisi gibi bir diktatörlük değil; aslında siyasî rejimler yer değiştirdi. Soğuk Savaş yıllarında ABD nüfuz alanında kalan Tayvan, Çan Kayşek ve onun devamı dönemlerini çok geride bıraktı, ekonomik refaha kavuştu ve gerçekten demokratik bir ülke oldu.[20] Öte yandan Çin’de çok çok güçlü, yekpare, monolitik bir komünist parti diktatörlüğü ve gizli polis devleti rejimi doğdu. [Kuomintang diktatörlüğünün yerini Kungçantang, yani Komünist Partisi diktatörlüğü aldı.] Şu anda dünyanın en güçlü polis devleti, Çin; çok açık aslında bu. Ve şimdi bu Çin, Tayvan üzerinde hak iddia ediyor. “Ben öyle uluslararası anlaşmaların öngördüğü ‘bir ülke, iki rejim’ formülünü de tanımam; icabında gelip buraya zorla el koyacağım” diyor. [Zaten Hong Kong’da yaptılar bunu; yerel demokrasiyi ayaklar altına aldılar, kuklaları, işbirlikçileri aracılığıyla.] Ve bu arada Şi Cinping’in ve Çin’deki rejimin söylediği şeyler çok ilginç: “Tayvan diye bir millet yoktur” diyorlar. “Çin milletidir” diyorlar. “Bölünmez büyük Çin milletinin bir parçasıdır” diyorlar. “Yapay olarak ayrı bir millet oluşturmaya çalışıyorlar” diyorlar. “Tayvan’ı Çinsizleştirmeye çalışıyorlar” diyorlar. “Biz Tayvan’ı tekrar ele geçirdiğimizde, el koyduğumuzda, anlaşılıyor ki uzun yıllar sürecek bir ‘yeniden eğitim’ programı sürdürmek zorunda kalacağız” diyorlar. Korkunç lâflar bunlar. Çünkü yeniden eğitim programı diye, halen bir örneğini Sincan’da Müslüman Uygurlara karşı yürüttükleri, hapishane koşullarında beyin yıkama politikalarını kastediyorlar. Yani açık açık söylüyorlar ne yapacaklarını. Müthiş bir cebri endoktrinasyon gerçekleştireceğiz Tayvanı ele geçirdiğimizde… diyorlar. Çin toprağından, Çin milletinden kopmuş bir takım dış Çinliler; onları geri almak, topraklarıyla birlikte Büyük Çin’le bütünleştirmek; ister adına Anschluss deyin, ister Enosis deyin, [isterseniz Kremlinkonuş’taki gibi incorporation, belki içerme, içselleştirme deyin] ne derseniz deyin, Büyük Çin milletine katmak tarihi bir vecibe. — Ukrayna’ya karşı Rus saldırganlığının da, Tayvan’a karşı potansiyel Çin saldırganlığının da ardında, aynı 19. yüzyıldan çıkmış irredantist milliyetçi ideoloji yatıyor.
Ben çok sık söylerim: Tarih çok büyük ölçüde çeşitli adımların hesap edilmemiş, planlanmamış, öngörülmemiş sonuçlarının üst üste yığılmasından oluşuyor. Millet dediğimiz şey, ezeli ve ebedi, değişmez bir kategori değil. Dil, din, etnisite, ortak mekân, ortak ekonomik yaşam… [hani ders kitaplarında milletin özellikleri diye sıralananlar] sanıldığı kadar önemli değil milletlerin oluşmasında veya dağılmasında. [Ernest Renan’ın daha 19. yüzyıl sonlarında gördüğü gibi] Burada ortak tarihi tecrübe tayin edici. Bu ortak tecrübe, ortak yaşanmışlık, illâ herkesin fiilen ortak tecrübesi, bilfiil yaşadıkları olmayabilir. Ama kültür, edebiyat, sanat gibi, ya da medya gibi, [okullaşma ve eğitim gibi, zorunlu askerlik hizmeti gibi] yöntemler ve mecralarla çoğaltılan ve algılanan, [içselleştirilen] ister reel ister tahayyül edilmiş bir ortak tecrübe söz konusu. Bu ortak tecrübenin varlığına veya yokluğuna, [ya da ne yönde geliştiğine] göre, milletler zaman içinde çapraşık yollardan oluşabiliyor, güçlenebiliyor, zayıflayabiliyor, dağılabiliyor, tekrar oluşabiliyor.
İşin ilginç yanı, [bu teorik çerçeve içinde] bugün Rusya’nın ve Çin’in, Ukrayna’yı ve Tayvan’ı şimdiye kadar olmadığı derecede kendi elleriyle milletleştiriyor olması. Gözümüzün önünde muazzam bir milliyetçilik laboratuvarı yaşanıyor. [Evet; bu, her bakımdan] bir milliyetçilik laboratuvarı. Putinlerin ve Şi Cinpinglerin söyleminde ve hak iddialarında ortaya çıkıyor, emperyal irredantizm projeleri. Fakat iki, aynı zamanda bu emperyal irredantizm projelerinin yol açtığı reaksiyonlar da ortaya çıkıyor. Benim kanımca bugün Ukrayna, Rusya’nın saldırısının başladığı yedi ay önceki noktaya kıyasla çok daha fazla milletleşmiş durumda. Doğrudan doğruya Rus saldırısına karşı mücadele içinde milletleşiyor. Keza Çin’in Tayvan’a yönelik her askeri gövde gösterisi, tepki içindeki Tayvan halkını biraz daha az “Büyük Çin milleti”nin bir parçası ve biraz daha çok yeni bir Tayvan milleti haline getiriyor.
Aslında bağımsızlık, devletler ve siyaset, millet olmada çok büyük bir faktör. Mesela Türk milliyetçiliğinin Azerbaycan’a yönelik olarak söylediği, eskiden beri tekrarlanan bir slogan vardır: “Tek millet, iki devlet.” Tamamen palavra. İki devlet varsa iki millet vardır. Çünkü ayrı bir devletin varlığı nation-formation’da, millet oluşumunda bu derece tâyin edicidir. Diliyle, edebiyatıyla, eğitimiyle, okullarıyla, medyasıyla, silahlı kuvvetleriyle… modern devlet toplumun her alanına nüfuz ediyor. Millet de herhangi bir ulus-devlette, devletten çok bağımsız bir kategori değil. Dolayısıyla farklı devletler, farklı milletler anlamına geliyor. Başlangıçta o derecede olmasa bile, devlet sonunda kendi milletini yaratıyor. Bütün milliyetçilik literatürü, çağdaş milliyetçilik literatürü bunu söylüyor. Benedict Anderson bunu söylüyor[21], Ernest Gellner bunu söylüyor[22]. [Ernest Renan’ın (1832-1892)] 19. yüzyılın ikinci yarısındaki “Millet nedir?” [Qu-est-ce qu’une nation, 1882] makalesinden beri, bu ortak tecrübe unsurunun ve ortak tecrübenin devlet boyutunun önemi, milliyetçilik çalışmalarında gitgide daha fazla idrak ediliyor. Nitekim yetmiş küsur yıllık ayrı devlet olma tecrübesinden sonra Tayvan net bir şekilde bir millet ve Çin baskısı, Çin’in ilhak tehdidi, Çin’in irredantist Büyük Çin projesi, Tayvan’ın milletleşme sürecini derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Aynı şekilde, Putin’in Ukrayna’ya saldırması da, Ukrayna’nın milletleşme sürecini güçlendirmekten ve derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.[23]
Türkiye için bir dersle de bitirebiliriz belki bu konuyu: Türk milliyetçiliği ve Kürtler. Bütün Kemalist dönem ve sonra askeri-bürokratik vesayet rejimi dediğimiz alt-dönem boyunca, az önce anlattıklarımızın hepsini Türkiye’de yaşadık. Kürtlerin ayrı bir millet olmadığı; dağda dolaşan Türklere, karda gezerken kart kurt diye sesler çıkardıkları için Kürt dendiği, ayrı bir Kürt dili olmadığı, ayrı bir Kürt edebiyatı olmadığı, bir Kürt medeniyeti olmadığı vesaire. Bütün bunlar söylendi. Ve bütün bunlar gerekçe yapılarak, Türk ulus-devleti tarafından Kürtler sürekli baskı altında tutuldu. Her türlü baskı, zulüm, işte Şeyh Sait’iyle, Dersim’iyle, sonrasıyla, çok yakın zamanlara kadar her şey reva görüldü ve hâlâ da reva görülüyor.
İyi de, Türk milliyetçiliğini güçlendirmek, Kürt milliyetçiliğini güçlendirmekten başka neye yaradı? [12 Eylül’ün Diyarbakır Cezaevi cehennemi, PKK’yı güçlendirmek ve katılaştırmaktan başka neye yaradı?] Sadece Türkiye değil; Türkiye’deki Kemalist Tek Parti devletinin ve uzantılarının, günümüze kadar gelen mirasının değil; Suriye, Irak, İran rejimlerinin de Kürtlere uyguladığı baskı ve inkârcılık, sonuç olarak Kürtlerin milletleşmesini hızlandırmaktan başka ne sonuç verdi? Bugün de hâlâ Türkiye’nin kanayan yarası olarak duruyor. [Kayyumlar da çözemez ve çözemiyor bu meseleyi. Anayasa Mahkemesi’nin dengelerini değiştirip HDP’yi kapatmak da çözemez.] Öyle bir mesele olarak önümüzde duruyor ki, hakikaten o sorun çözülmeden Türkiye’de hakkaniyetli, adil bir demokratik rejim olması çok zor.
Aslında bu açıdan düşündüğümüzde Rusya’nın Ukrayna’ya reva gördüğü şeyler, Çin’in Tayvan’a reva görmeye çalıştığı şeyler ve bunların ideolojik gerekçeleri, Türkiye’nin kendi tecrübesiyle çok çeşitli açılardan bağlanıyor. Bunu ciddi ve soğukkanlı bir şekilde düşünmek lâzım.
[1] Andrey Andreyeviç Vlasov önce Sovyet ordusunda generaldi. İkinci Dünya Savaşı’nda, Moskova Muharebesinde savaştı. Ardından, Leningrad kuşatmasını yarmaya çalışırken esir düştü. Nazilere iltihak etti ve Rus Kurtuluş Ordusu’nu kurdu (Russkaya osvoboditel’naya armiya). Bu ordu uzun süre sırf kağıt üzerinde mevcuttu. Almanların, Kızıl Ordu birliklerini teslim olmaya dâvet etmesine yarıyordu. Himmler, ancak Almanya’nın insan kaynaklarının tükenmekte olduğunun apaçık görüldüğü 1944 yılında, Vlasov’un gerçek bir ordu toplamasına izin verdi. Ama artık çok geçti. Savaşın sonunda Vlasov bir kere daha saf değiştirdi. Ordusuna, Prag ayaklanmasını destekleme emrini verdi. Sonra Batı Cephesi’ne kaçmaya çalıştı. Olmadı. Sovyetlerin eline düştü. İşkence gördü. Vatana ihanetle yargılandı. Asılarak idam edildi. Madalyonun diğer yüzünde, Vlasov’un bir ölçüde hitap edebildiği Sovyet karşıtı Ukrayna milliyetçiliğinin temelinde, Stalin’in zorla kollektifleştirme ve bütün tarımsal ürün fazlalarını (kulaklara karşı mücadele gerekçesiyle) müsadere politikalarının Ukrayna’da yol açtığı, 1932-33’te milyonlarca insanın açlıktan ölümüyle sonuçlanan Holodomor (Terör Kıtlığı veya Büyük Kıtlık) faciası yatıyordu. Fakat ne ilginçtir ki bugün de Rus birliklerinin Ukrayna buğday üretimini yağmalaması, Stalin’in zoralımlarını çağrıştırıyor.
[2] Yunan megali idea’sı, ilk baştaki “küçük” Yunanistan’ı peşpeşe ilhaklarla bir Büyük Yunanistan haline getirme tasavvuruydu. Daha ileride etraflı olarak anlatıyorum.
[3] Bu konuda bkz Serbestiyet, 9 Eylül 2022: Onur Erkan, Erdoğan “hurda” dedi ama savunma sanayii dergileri öyle demiyor. Bu incelemede, Batı’nın verdiği Caesar ve M777 obüsleri ile HIMARS top-roket sistemlerine; Switchblade ve Phoenix Ghost drone’larına dikkat çekilmekte. Ama öncesinde, tanksavar füzeleri de vardı: sırf ABD’den 17,000 kadar Javelin; ayrıca İngiliz NLAW’ları (New Light Antitank Weapon, Yeni Hafif Tanksavar Silahı), İsveç AT4s ve Carl-Gustav’ları, Alman Panzerfaust’ları ve İspanyol Instalaza C90’ları. Hepsi, ilk iki ayda Rus zırhlı birliklerinin durdurulmasında tâyin edici rol oynadı. — Bunların yanısıra, başta Polonya, Çekya ve Slovakya olmak üzere, 1945-1990 arasında Sovyet boyunduruğuna girmiş bazı Doğu Avrupa ülkelerinin elindeki hâlâ çalışır vaziyette olan eski Sovyet silâh sistemleri de toplanıp sevkediliyor Ukrayna’ya. T-72 tankları, bazen halkın bağışlarıyla modernize edilip hediye ediliyor Ukrayna halkına. Bunlar da var ve bunlar da işe yarıyor. Ama asıl büyük katkı, Batı’nın ileri teknolojili silâh sistemlerinden geliyor.
[4] Bu röportaj sırasında ve hemen sonrasında, Lyman’ın düştüğü; ardından, Herson cephesinin güneyden yarıldığı haberleri geldi. Bunlar, artık Rus Savunma Bakanlığı’nın itirafları.
[5] Serbestiyet, 24 Eylül 2022.
[6] Bu yüzden dünyada tahıl sıkıntısı baş gösteriyor. Hiç utanmadan Batı’yı suçluyorlar; kabahat sizin, sizin yüzünüzden oldu diyorlar. Neden? Çünkü barışı siz engelliyor ve güçleştiriyorsunuz! İnanması zor ama aynen böyle. Ukrayna’nın kendisini savunmasına destek vermeyi, barışı engellemek ve güçleştirmek gibi gösteriyorlar. Bir an evvel barış uğruna, Ukrayna’nın derhal teslim olmasını, kimsenin de Ukrayna’ya zerrece arka çıkmamasını, yardım etmemesini istiyorlar. Buna varıyor, bütün mantıkları. Böyle bir küstah şımarıklık sergiliyorlar.
[7] Uzun süre böyleydi. Şimdi, yenilgilerle birlikte, medyada çatlaklar beliriyor. Ana akım medyalarında yer alan bazı televizyon yorumcuları, emekli askerler, savunma uzmanları (bizimkilerden farklı olarak) gerçekleri itiraf etmeye başlıyor. Zorluklardan, sıkıntılardan hatâlardan, başarısızlıklardan söz edebiliyorlar. Düdüklü tencereyi sımsıkı kapalı tutmak giderek zorlaşıyor.
[8] Bu yüzden Ukrayna medyasında ve liderlerinin dilinde, komik durumlara düştüler. Ortalıkta, askerlerinize söyleyin, benzin depolarında, cephaneliklerde vb sigara içmesinler… gibi espriler dolaşıyor. Bu düzeltmeleri yaptığım bugün, 8 Ekim 2022 Cumartesi sabahı, Kırım’ı Rusya’ya bağlayan tek köprü olan, Putin’in 2018’de yaptıdığı Kerç Köprüsü’nde gene “esrarengiz” (!) bir patlama meydana geldiği ve köprünün trafiğe kapatıldığı haberi dolaşıyor.
[9] Uzun süre kimliği gizli tutulan bu karanlık adam, Putin’in en yakınlarından Yevgeniy Prigozhin. Rusya’nın ortasındaki bir ceza kolonisinde, mahkûmlara hitaben yaptığı konuşmanın videosu çekilmiş ve sızdırıldı. Bkz Matt Murphy’nin haberi: Wagner Group: Head of Russian mercenary group filmed recruiting in prison (BBC, 15 Eylül 2022). Sonrasında Prigozhin de inkâr etmedi; tersine, bendim demeksizin, videodaki bütün fikirleri savundu. Bkz BBC’nin hemen ertesi günkü, 16 Eylül tarihli ek haberi: Russia’s Wagner boss: It’s prisoners fighting in Ukraine, or your children (Ukrayna’da ya mahkûmlar, ya sizin kendi çocuklarınız savaşacak).
[10] En son, bkz Sarah Rainsford’un şu haber-yorumu: Putin’s dream of Russian victory slips away in Ukraine (Putin’in Rus zaferi hayali, Ukrayna’da elinden kayıp gidiyor), BBC, 7 Ekim 2022. Rainsford’un sıraladığı olgulardan bazıları: Putin dört bölgeyi tantanayla ilhak ederken, tam da o bölgeler üzerineki kontrolünün Ukrayna karşı-taaruzları karşısında giderek buharlaşması; yüzbinlerce yedek silâh altına çağrılırken, yüzbinlerin de Rusya’dan kaçıyor olması; Kursk valisi Roman Starovoyt’un, çeşitli askerî birliklerde ve eğitim merkezlerinde hüküm süren koşulların “tam bir felâket” olduğuna ilişkin gözlemleri; yasaklanan “savaş” sözcüğünün giderek daha çok kullanılmaya başlaması; Andrey Kartapolov dında bir milletvekilinin, Savunma Bakanlığını, “aptal olmayan halkımıza yalan söylemekten vazgeçmeye” çapırması; Anton Barbaşin ve Tatyana Stanovaya gibi yorumcuların, Putin’in artık tamamen bir “kör nokta”da olduğuna, bütün hesaplarının yanlış çıktığına, ama kendisine arzularına uymayan hiçbir şeyin söylenemez hale geldiğine dair değerlendirmeleri.
[11] 19 Eylül Pazartesi başlayan hafta kastediliyor.
[12] Putinizmin özellikleri bunlarla bitmiyor kuşkusuz. Çok önemli bir boyutu, devlet-ekonomi (veya devlet-burjuvazi) ilişkisi. Veya: nasıl bir kapitalizm? Klasik Marksizmin çok net göremediği, hâlâ da neo-Marksizmlerin hemen hiç ilgilenmediği bir sorun var: devlet eliyle sınıflaşma (class-formation through the state). Bu konu Türkiye’nin tarihi ve bugünü için de çok önemli, Rusya tarihi ve bugünü için de. Prusya devletçiliğinde ve Alman İmparatorluğu’nda, siyaseten “iğdiş edilmiş” burjuvaziye ekonomik bakımdan ne isterse vermek söz konusuydu. Sovyetler Birliği’nde (güya burjuvazisiz) ekonomiyi, parti-devlet nomenklatura’sı yönetti. Şimdi ise oligarkları Putin isterse hızla yükseltiyor, isterse ânında batırıyor. Biraz itiraz edecek olurlarsa, hemen haklarında tuhaf soruşturmalar açılıyor. Şirketlerine zorla el değiştirtiliyor. Kendileri belki kayyum olarak yola çıkmışken, şimdi tepelerine yeni kayyumlar getiriliyor. Servetleri yokoluyor. En son Minkov gibi bir çoğu, bundan yeni bir hayatta kalma sanatı türetiyor: İşaretleri okuyabilmek gerekir. İlk soruşturma duyurusu veya mahkeme celbi geldiğinde, eh, yurt dışına çıkma zamanıdır.
[13] Röportaj sırasında henüz bilmiyordum; Dışişleri orada da doğru tavır almış, ilhak kararlarını uluslararası hukuka aykırı diye reddetmiş, kabul edilemeyeceğini açıklamış.
[14] Karşılığında, unutmayalım, Zelensky de “palyaço” diye anılıyordu. Hani nerede şimdi o palyaço? Bir millî direniş lideri, bir cesaret ve tutarlılık örneği olarak, bütün dünyanın sevgi ve saygısını kazandı. Ama hani nerede o dürüst, tutarlı, hafızalı moderatörler ki, kâh ona kâh buna, Zelensky’nin yedi aylık performansı hakkında ne düşündüğünü ve ardından “ama siz ona palyaço dememiş miydiniz” diye sorsunlar? İnsanda biraz mahcubiyet, biraz emek namusu, biraz utanma duygusu olur.
[15] Bu noktada, ABD’nin Yunanistan’ı Türkiye’ye saldırtmaya hazırlandığı konusunda estirilen kısır rüzgârın bir amacının da Batı düşmanlığını sürekli diri tutmak suretiyle “dengeci” tavrın sürmesini haklı çıkarmak olduğunu sanıyorum. Rusya saldırgansa, bakın, Batı da saldırgan, hem doğrudan Türkiye’yi hedef alıyor… mesajını yayıyorlar.
[16] Yeri gelmişken: Emperyalizmin ekonomik determinist açıklamasının; tekelci kapitalizmle özdeşleştirilmesi ve kapitalizmin en yüksek aşaması sayılmasının, Rusya örneği karşısında neresindeyiz acaba? Şimdi de Rusya’da tekelci kapitalizm çok gelişmiş de ondan mı emperyalist oluyor? Yoksa doğrudan doğruya ideo-politik nedenlerle mi emperyalist oluyor?
[17] Bkz Serbestiyet, 17 Eylül 2022: O fotoğrafa nasıl girdik?
[18] Ah şu demokrasi! Ah şu Batı! Bu demokrasi suçlaması da, Batı suçlaması da hiç bitmiyor. Bu da önce (a) bir 19. yüzyıl hortlaması. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak liberalizm ve demokrasi, toplumu bölüyor, parçalıyor, atomize ediyor. Antagonistik çıkar grupları yaratıyor (veya zemin hazırlıyor). Topluca benimsenen “millî çıkar” diye bir şey bırakmıyor. “Millî birlik ve beraberlik” diye bir şey bırakmıyor. (b) Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, demokasi önce yükseliyor ve sonra düşüşe geçiyor; “terkedilmiş bir mâbed”e dönüşüyor (Mazower, a deserted temple). 1920’lerin ve 30’ların Faşizmi ve Nazizmi ile onlar etrafında kümelenen askerî ve/ya monarşik diktatörlükler, tepeden tırnağa demokrasi düşmanı kesiliyor. (c) Sömürge sonrası toplumlara, yetişmecilik ve ulusal kalkınmacılık uğruna, demokrasi yerine topyekûn birlikçi, devletçi, kalkınmacı otoritarizmler hâkim oluyor. Bunlar da kâh Amerikancı, kâh Sovyetçi diktatörlüklere meylediyor veya dönüşüyor. (d) Şimdi de, Soğuk Savaş sonrası dünya yeniden şekillenir ve Pax Americana sona ererken, gününü gün etmeye bakan yeni diktatoryal oportünizmlerden, demokrasi, özgürlük, kadın hakları vb için, bu bir Batı değeri, herkese uygun değil, bize göre değil, zaten modernite olmasa(ydı) daha iyi(ydi)… söylemi yükseliyor. Ortaya “baskıcı modernite” veya “baskıcı bir episteme olarak modernite” heyulası çıkıyor. (Sanki her ideolojik paradigma, kendi doğrultusunda “baskıcı bir episteme” değilmiş gibi.) 18. yüzyılın İngiliz entellektüeli Samuel Johnson (1709-1784), “yurtseverlik [milliyetçilik] alçakların son sığınağıdır” demişti (7 Nisan 1775’te), milliyetçilik adına yapılan ve söylenenlere dair. Çok sıkışırsan kendini yurtseverlikle savunursun. Günümüzdeki belki milliyetçiliği de aşarak, “Batı düşmanlığı alçakların son sığınağıdır” demek gerekir.
[19] Kabaca 4.-5 yüzyıllardan, Kavimler Göçü’nden, Germen istilâlarından başlayarak, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar.
[20] Eski solcuların bu ders üzerinde düşünmesi lâzım. (a) 1945 sonrasında Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk hep komünist oldu. Yunan İç Savaşı’nda ise komünistler yenildi ve Yunanistan Batı’da kaldı. Bizler onyıllar boyu Yunan solunun şarkılarını söyledik. Komünistler kazansaydı Yunanistan nasıl bir ülke olacaktı? 1990’da Yunanistan, eski komünist Balkan ülkeleri karşısında nerede duruyordu? (b) Kore Savaşı’ndan sonra Kuzey Kore nereye gitti, Güney Kore nereye? Bizler gene onyıllar boyu Kuzeyi destekledik, Güneyi lânetledik. Ya şimdi, neredeyiz bu açıdan? (c) Tayvan… ne olur, Çin el koyarsa?
[21] Imagined Communities (1983).
[22] Nations and Nationalism (1983).
[23] Fakat ilginçtir ki Putin’in, Ukrayna’nın işgal altındaki (artık, kısmen işgal altındaki demeliyiz) dört bölgesini, (güya) referandumlar sonrasında (güya) ilhak aşamasında yaptığı 30 Eylül konuşmasında, bütün bu klasik milliyetçi, irredantist argümanların yerini tek bir büyük tema almış durumda: topyekûn Batı düşmanlığı. Artık bütün Batı’ya karşı bir varlık – yokluk mücadelesi söz konusu. Bu bir çeşit kutsal savaş. Putinizmin önde gelen trollerinden televizyon yorumcusu Vladimir Solovyov, “Bu Satanizmle savaşımızdır” diye bağırıyor ekranlardan. “Konu Ukrayna değil. Batı’nın hedefi çok açık. Rejimi devirmek ve Rusya’yı parçalamak. Öyle ki Rusya artık olmasın.” Tanıdık geliyor kulağa. Onun için, yukarıda dipnot 18’deki gibi, belki, diyorum, artık Samuel Johnson’dan esinlenerek, “milliyetçilik son sığınak” değil, bir adım ötede ve daha somut biçimde, “Batı düşmanlığı son sığınak” demek lâzım.