Ana SayfaVİDEO HABERVİDEO HABER | Sevan Nişanyan bir hafta boyunca İran taşrasını...

VİDEO HABER | Sevan Nişanyan bir hafta boyunca İran taşrasını gezdi, anlattı: “İlk göze çarpan şey kadın erkek eşitliği”

Üniversite öğrencilerinin üçte ikisi kadın… Türkiye’dekinin aksine ülkenin kör taşrasında kadın araba sürücülerini görebilirsiniz… Yanındaki kadınları abartılı tavırlarla savunma pozisyonuna giren erkek modeli yok… Medeni-eşit bir ilişki tarzı görülüyor… İnsanlar çok nazik, çok kibar, basit kabalıklar bile yok… Kibar ve güleryüzlü bir ülke… Rejim berbat, fakat İslamla bir ilgisi yok, çıkar üzerine kurulmuş bir diktatörlük… YouTube, Facebook, Twitter, Instagram, Telegram yasak… Elit kesimi biçmişler; mülayim, yumuşak, medeni ve sıkıcı bir orta sınıf hayatı…

Sevan Nişanyan İran izlenimlerini kişisel blogunda kaleme aldığı bir yazıyla da paylaştı:

On yıl önce de İran Notları paylaşmıştım. İzlenimlerim pek değişmemiş, belki biraz daha yumuşamış.

İnternet

İran’da Twitter, Facebook, Telegram, Tiktok, Youtube, Blogspot, Netflix, Google Maps yasak. Zaten internet o kadar yavaş ki bir şeye ulaşıncaya kadar sıkılıp vazgeçiyorsun. Bizim gibi ekran bağımlıları için ilk birkaç gün cehennem. Sonra buna da alışıyorsun tabii.

Bizden başka herkes VPN, proxy server ve saire yoluyla her yere giriyormuş. Biz hazırlıksız gittiğimizden pek beceremedik. Ülke içinde Google’a ‘VPN’ yazınca alet direkt kafayı yiyor, sonsuz devrelere giriyor. Çok da uğraşmadık doğrusu.

Ayrıca evlerde kaçak meyhaneden tut karma yoga kulüplerine kadar her şey yaygın ve serbestmiş. Biz anlatılanlarla yetindik.

Ramazan

Ramazanda lokantaların çoğu kapalı. Ama Türkiye’nin aksine hepsinin kapısı iki parmak aralık, sokaktan görülmemek şartıyla istediğini ye, yahut kendi erzakını getirip bahçe masalarında otur, karışan yok. Aksine güler yüzle koşturup hizmet ediyorlar. Oruç tutan oranı düşükmüş – kimine göre yarı yarıya, kimine göre on kişide bir – ama daha önemlisi, oruç tutmayanı ayıplamak yahut bundan gocunmak diye bir gelenek yok. Oruçlu taksicimiz seve seve taze erik ikram etti. Arka kapıdan çay veren kafeyi bulmak için dört döndü.

Şehirle köy pek fark etmiyor. Ülkenin doğusu nasıldır bilemiyorum. Biz maalesef batıda kaldık.

Nezaket

İnsanlar hemen her koşulda kibar, nazik, terbiyeli. Ülkede insanı en çok çarpan özellik bu. Gümrük memurundan otel çalışanına, sokak satıcısından sakallı hocaya kadar asık suratla iş yapan yahut – başkasına veya bize – kaba davranan kimseye rastlamadık. Mısır’daki, Suriye’deki gibi yapışkan satıcı, musallat dilenci, abi gezdireyimci hiç yok. Esnaf müthiş bir profesyonellikle sokağa girdiğin anda seni fark ediyor, fark ettiğini sana hissettiriyor, belki nazikçe ‘buyurun’ diyor. İki kez buyurun diyeni görmedik.

Kalabalık bir kavşağa arabayla biraz usulsüz bir dalış yaptım, pat diye polis otosuyla burun buruna geldim. Avrupa’da olsa hayatımız kaymıştı. Başka yerde en azından evrak göstermek, dil dökmek, memurun nefes kokusunu incelemek gerekirdi. Burada ise araçtaki iki polis otomatik bir refleksle aynı anda ellerini kalplerine koyup gülümseyerek yol verdiler. Ki aracımız yerli plakaydı, tipimizde de yabancılık emaresi yok.

Sakalım mı? Zannetmiyorum.

Polis

On yıl önce geldiğimde bir miktar polis görünürlüğü vardı diye hatırlıyorum. Şimdi hiç kalmamış. Hele trafik polisi büsbütün kayıp. Reşt yolunda Nuh Nebiden kalma teleskop gibi cihazlarla hız kontrolü yapan iki ekibe denk geldik; başkaca da trafik polisi görmedik sanırım. Yerevan gibi her on arabadan birinin cayır cayır siren öttüren ekip otosu olduğu bir şehirden gelen biri için ferahlatıcı bir his.

Şehirde trafik kurallarına uymak isteğe bağlı. Kırmızı ışıkta bazen duruluyor. Sola dönülmezde dönmeden önce belki biraz duraksanıyor. Altı şeritli trafikte ‘abi pardon’ deyip U dönüşü yapılabiliyor. İnsanlar alışık, böyle şeyleri dert etmiyor. Buna rağmen trafik akışı mesela Kahire’yle yahut Napoli’yle kıyaslanmayacak kadar düzenli.

Medeniyet dedikleri acaba bu mudur diye düşündük. Ne kadar az polis, o kadar içselleşmiş uygarlık?

Benzin

Benzinin litresi üç bin tümen. Yani 11 sent. Kırk litrelik depo dört dolara doluyor. Üstelik yabancı tarifesi bu. Yerlilere özgü kartın varsa verdiğin dört doların yarısını geri alıyorsun. Bizim yabancı olduğumuzu görünce birkaç kişi koşturup yardımcı oldu. Haha, üç min tümen öderseen deyip (dostane) halimize güldüler.

Birinci gözlem: Petrol bedava olunca araba kiralarken yok yarım depo aldın, yok çeyrek depo getirdin stresine gerek yok. Ne fark eder ki? Bakmıyorlar bile. Bu da önemsiz sayılmayacak bir medeniyet kırıntısı bence. Temel ihtiyaç maddelerinin aşırı pahalılığının bizde ticari ve insani ilişkileri nasıl zehirlediğini fark ediyorsun.

İkinci gözlem: Bir devletin 11 kuruşa satabildiği malı Avrupa’da 2,80 euroya satmaları ne akıl almaz bir soygundur, o da seni sarsıyor. İnsani ve ticari ilişkileri zehirleyen pahalılık doğa kanunu değil, petrol sektörünü ve devlet bürokrasisini yaşatmak için ödemek zorunda olduğun haraç. Bu haracı senden alabildikleri sürece onlar güçlü ve daha güçlenecek, sen acizsin ve daha acizleşeceksin. Basit bir denklem.

Molla rejimi

İran devrimi ülkenin Batılılaşmış, şehirli elitini tasfiye etti. Onların eksikliği yaşamın her alanında – şık dükkanların yokluğunda, olmayan kafelerde, konut mimarisinin olağanüstü sıradanlığında, 1970 model döküntü otomobillerde, taşralı bezirgan zevkiyle döşenmiş restoranlarda – kendini gösteriyor. Evet bunaltıcı.

Talan edilen, göçe zorlanan eski elitin yerini mollalar aldı. Devletin iç kademelerini ve büyük işletmeleri onların kontrol ettiği söyleniyor. Başlangıçta belki dini taassupla ve/veya devrimci heyecanla birçok şeyi kırıp dökmüşler. Ancak kırk dört yılın sonunda, her yönetici kast gibi, iktidar ve menfaat hesabı dışında yönlendirici fikri olmayan bir çıkar örgütüne dönüştükleri belli. En yakın paralel muhtemelen 1970’lerin, 80’lerin Sovyetler Birliği Komünist Partisidir. Sevenleri yok. İnananları hiç yok. Her sınıf ve zümreden insanlar arasında mollaları küfürsüz anan kimseye rastlamadık. Belki batı öyledir, doğuyu bilmiyorum.

Başörtüsü mecburiyeti gibi sembolik eziyetler başlangıçta bir inancın veya kültür tercihinin ifadesiydi. Bugün ise – tıpkı covid maskesi ve aşı belgesi gibi – sadece siyasi bir simge: otoriteye boyun eğmenin göstergesi. Başörtüsünün kalktığı gün, molla egemenliği yıkılmaya yüz tutmuş demektir. Tanıştığımız her kadının Whatsapp profilinde püfür püfür uçuşan saçlarla başörtüsüz boy göstermesi sarsıntının çoktan başladığı anlamına gelir mi? Gelir sanıyorum.

Çarşı

Ülkenin tümü baştan başa dev bir çarşı. Tebriz bazarı alan olarak İstanbul’un kapalı çarşısını galiba ikiye, üçe katlıyor; etrafa taşan uzantıları şehrin dış çeperlerine dek uzanıyor. Fraktal bir labirent gibi her sokaktan tıklım tıklım mal ve dükkan dolu birkaç avlu, her avludan birkaç han, her handan üçer beşer katlı birkaç pasaj açılıyor. Boş ya da kapalı dükkan yok. Bir insanın sığacağı her gediğe bir tezgah sıkıştırılmış. Sadece kapalı çarşı içinde rahatça 400 halıcı, 200’den fazla çerezci saydık. Diğer kasabalar da farklı değil.

İran’ın asıl püf noktası sanırım bu. Nüfusun büyük bir çoğunluğu dükkancı, yani esnaf. Esnaf olmayanlar memur, teknisyen, küçük meslek erbabı. Çarpıcı derecede orta sınıf bir toplum. Nezaketi, vasatlığı, sevimliliği, pejmürdeliği de bununla alakalı bir şey.

Devrim üstte eski elit tabakayı tasfiye ettiği gibi altta işsizliği, sefilliği de büyük ölçüde tasfiye etmiş. Belki Şah döneminde başlatılmış bir sürecin devamıdır, belki molla rejiminin küçük girişimciye sınırsız imkan veren yaklaşımıyla pekişmiştir, gözle görünür fakirlik hiçbir yerde yok. Bu açıdan Türkiye ile kontrast çarpıcı. Şık mağazalar yok, ama taş devrinden kalma kırık dökük köyler ve mahalleler de yok. Dilenci yok. Kasabalarda çakal sürüsü gibi dolaşan işsiz güçsüz gençler yok. Köylülüğün alameti olan geleneksel kıyafetlerin izi kalmamış. Dolayısıyla ülkede ‘otantik’ sayılabilecek bir şey de pek kalmamış. Kelimenin en boğucu anlamıyla ‘modern’ bir ülke İran.

Dükkan açmak nasıl oluyor diye sorduk. Her mesleğin ticaret odasından icazet alıyorsun, anladığım kadarıyla tahmini gelirin %20’si civarında maktu bir vergi ya da haraç ödüyorsun. Sanırım sermaye oluşturmana yardım da ediyorlar. Fiş, fatura, KDV, vergi beyannamesi ile uğraşan pek yok.

‘Serbest piyasa ekonomisi’ ile kapitalizmin ayrı hatta zıt şeyler olduğunu burası kadar net algılayabildiğim başka yer bilmiyorum. Gelir vergisinin olduğu yerde – dolayısıyla ticari hayatının her hücresinde devletin bürokrasisine hesap vermek zorunda olduğun bir düzende – serbest piyasadan söz edilebilir mi diye sorduk kendimize.

Kadın

On yıl önce aynı gözlemi yapmıştım, bu sefer de ülkeye ilk girdiğimiz dakikadan itibaren gözümüze çarpan şey. Kadınlar sosyal yaşamda gayet görünür bir yerde. Çoğu güler yüzlü, rahat; başları dik. Sokaktan geçen biriyle diyalog kurmak kolay. En kör taşra kasabasında kadın otomobil sürücüsü istisna değil. Türkiye taşrasının vahşi korkusundan, ezikliğinden eser yok. Adamın iki adım arkasından yürüyen kadına hiç rastlamadık. Kadının yanında haşin tavırlara giren erkek görmedik. Lokantalarda kadınlı erkekli aile gruplarının sap erkek masalarına oranını ona bir gibi hesapladık.

Daha ince bir gözlem: Sokakta karı koca yürürken genellikle birbiriyle konuşuyorlar.

Türkiye’nin metropollerinin ya da Ege kıyılarının ‘modern’ kadın modelini İran’da aramak beyhude iş. (Belki Tahran’da vardır, bilmiyorum.) Ama Erzurum’la, Maraş’la, Kastamonu ile karşılaştırdığında İran taşrası kadın erkek eşitliği açısından bariz biçimde Türkiye’nin fersah fersah ilerisinde.

Üniversite öğrencilerinin yüzde altmıştan fazlası kadınmış. Erkeklerin büyük bir bölümü ticaret hayatına atılmayı tercih ediyor diye yorumladık.

Ülkede geçirdiğiniz ilk 24 saatin sonunda İran’a ilişkin en merkezi önyargınızın tuzla buz oluşuna tanık olabilirsiniz. Şoka hazır olun.

- Advertisment -