25 Temmuz’da hadisenin patlak vermesinin üzerinden tam bir yıl geçmiş olacak…
O gün, yani 25 Temmuz 2017’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin grup toplantısında milletvekilleri arasında heyecan doğuran bir açıklama yaptı. Kılıçdaroğlu öyle şeyler söylüyordu ki, onu dinleyip de, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki Cemaat mensuplarının nihayet kesin bir biçimde deşifre edileceğine inanmamak mümkün değildi.
Mesele şuydu: 2007’de önemli bir Cemaat mensubu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki Gülen Cemaati’ne bağlı subay ve astsubayların listesinin yer aldığı bir flash diski düşürmüş, onu bulan kişi de, daha sonra Ergenekon davasında yargılanacak olan Tuncay Özkan’a iletmişti. Tuncay Özkan, işte o diski o gün (yani 25 Temmuz 2017’de), Kılıçdaroğlu konuşmasını yaparken savcılığa teslim edecekti.
Özkan, flash diski teslim etmek üzere savcılığa doğru yol alırken, Kılıçdaroğlu da grup toplantısında milletvekillerine hitaben o diskin muhteviyatını şöyle özetliyordu:
“Bu flash bellekte 15 bin subay ve astsubayı içeren bilgi ve belge vardı. Yaşam biçimi ve alışkanlıklarına dair bilgiler vardı. 86 general hakkında özel fişleme bilgileri vardı. Örgütle bağları, himmet ilişkileri vardı. Elimine edilmek istenen TSK mensuplarının nasıl şikayet edileceği yazışma örnekleri vardı.”
Soruların sorusu…
Tuncay Özkan’ın savcıya verdiği bilgiler ve sonra ortaya çıkan bazı geçekler, izahı zor bir dizi soruya kapı aralar nitelikteydi.
Özkan’ın anlatımlarına göre, 2007 baharında flash disk kendisine ulaştırılmış, o da götürüp o zamanlar kara kuvvetleri komutanı olan İlker Başbuğ’a teslim etmişti.
Bu durumda, soruların sorusu şöyle şekilleniyordu: Gülen Cemaati’nin çanına ot tıkayacak devâsâ bir bilgi paketi, nasıl oluyordu da başta Tuncay Özkan ve İlker Başbuğ olmak üzere Cemaat’in çanlarına ot tıkadığı kişiler tarafından 10 yıl boyunca gün yüzüne çıkarılmıyordu?
Bu soru, Tuncay Özkan flash diskin önemini anlattıkça daha da yakıcı bir hale geliyordu. Mesela tam da flash diskin en ‘flaş’ haber olarak ortalıkta dolandığı günlerde (Temmuz 2017) Özkan’ın Habertürk televizyonunda, Fatih Altaylı’nın programında söyledikleri:
“Ben hücrede ölseydim bu belgeleri Barış Terkoğlu açıklayacaktı. Ona kime teslim edeceğini, ne yapacağını vasiyet etmiştim."
Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu da “vasiyet”i şöyle anlatmıştı:
"Tuncay Özkan'la Silivri Cezaevi'nde aynı hücrede kaldık. Yanına gittiğimde ciddi rahatsızlıkları vardı. Cildi sararıyordu. Bir akşam, kendisini cezaevinde zehirlediklerini söyledi. (…) Bugün kamuoyuna anlattığı flash diskin hikayesini anlattı. O gün teslim ettiği flash diskin bir örneği kendisindeydi. Ele geçirmek için sekreterinden şoförüne kadar olası herkesin evini basmışlar, her yeri aramışlardı. Başına gelecekleri tahmin eden Özkan, flash diski güvenilir bir yere bırakmıştı. Hapishanede ölürse flash diske ulaşacak ve süreci duyuracaktım. Özkan'ın vasiyeti buydu. Bundan kısa süre önce bir yemekte buluştuk. Flash diski savcılığa teslim edecekti. Ne mutlu ki, benim üzerime bu sırrını saklamaktan başka bir iş düşmemiş, kendisi cezaevinden çıkıp sağlıklı bir şekilde flash diski teslim etmişti." (Tuncay Özkan’ın vasiyeti neydi, Odatv, 9 Ağustos 2017).
Şeytan’ın sor dediği soru bu noktada şöyle şekilleniyor: Kamusal önemi bu kadar büyük olan bir bilgi, açıklanmak için neden Tuncay Özkan’ın ölümünü bekliyor? Özkan, hücre arkadaşı Barış Terkoğlu’na vasiyette bulunmak yerine neden dışarıdaki bir gazeteci arkadaşına,“Git o flash diski şuradan al ve açıkla” demiyor?
Tuncay Özkan’ın tam 10 yıl bekledikten sonra flash diskin varlığından kamuoyunu haberdar etmesinin kendi kararıyla olmadığını, hatta bir anlamda ‘mecburiyetten’ olduğunu hatırlayınca, tuhaflık daha da büyüyor.
Meğer iddianamede varmış…
Kılıçdaroğlu’nun flash diskin varlığından kamuoyunu haberdar etmesinden iki gün sonra (27 Temmuz 2017), Yeni Şafak muhabiri Mustafa Sait Özkan’ın, “FETÖ’nün hava kuvvetlerindeki mahrem yapılanmasına ilişkin iddianame”deki bazı bilgiler üzerine kurduğu haber, Tuncay Özkan’ın 10 yıl boyunca uhdesinde tuttuğu flash diski neden şimdi savcılığa teslim ettiğini de açıklıyordu.
Habere göre flash disk, Cemaat mensubu olduğu düşünülen bir subay tarafından 11 Aralık 2006’da düşürülmüş, bulunduktan sonra Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na teslim edilmiş, komutanlık da incelenmesi için o dönem Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarata Karşı Koyma Şube Müdürü Albay Selçuk Başyiğit’e ulaştırılmıştı.
Savcıların iddianameye bu bilgileri yazabilmelerinin nedeni, 15 Temmuz darbesine iştirak ettiği ve “FETÖ üyesi” olduğu gerekçesiyle tutuklu bulunan Başyiğit’in itirafçı olup 2007’de bu diskin kendisine teslim edilmiş olduğunu savcılara bildirmiş olmasıydı.
İşte savcılar bu bilginin izini sürüp, diskin ilk olarak Tuncay Özkan tarafından TSK’ya verildiğini tespit etmişler, bilahare de Özkan’dan bu flash diski talep etmişlerdi. Yani, böyle bir gelişme olmasaydı, Tuncay Özkan’ın bu devâsâ bilgi yığınını uhdesinde tutmaya devam etmesi ihtimali çok yüksekti.
Başbuğ ve öbür muhataplar…
Hikâyenin önemini artıran bir başka nokta, gizemli flash diskin 10 yıl boyunca gün yüzüne çıkmamasında, başta dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ olmak üzere bazı yüksek rütbeli ordu mensuplarının rolünün ve sorumluluğunun da bulunmasıydı.
Kendimi saymazsam, gizemli flash diske ‘takip edilmesi gereken çok önemli haber’ muamelesi yapan yegâne gazeteci olan Gürkan Zengin, geçtiğimiz ay yayımlanan son kitabı Kuşatma’da bu rol ve sorumlulukları şöyle anlatıyordu:
“(…) Soru ortada: İlker Başbuğ 2010 yılında görevden ayrılmış bir eski Genelkurmay Başkanı olarak Fethullah Gülen örgütünün militanları kendileri ile ilgili soruşturmaları yürütürken elinden böyle bir flash disk geçtiğini neden kamuoyuna anlatmadı? (Başbuğ, Kılıçdaroğlu ve Özkan’ın açıklamalarından sonra, avukatı aracılığıyla Özkan’ın flash diski kendisine teslim ettiğini kabul etmişti. – A. G.) O zaman anlatmadıysa neredeyse iki yıl tutuklu kalıp cezaevinden çıktıktan sonra onca televizyon kanalında uzun saatler süren programlara katıldığında neden bu flash diskten, içindeki isimlerden söz etmedi? Hele hele 15 Temmuz darbe girişiminden sonra savcılar iğneyle kuyu kazarcasına kripto üniformalı Cemaatçi ararken savcılara veya kamuoyuna neden 2007 flash diskinden hiç bahsetmedi?
“2007 yılı flash diski ile ilgili olarak aynı sorulara Yaşar Büyükanıt da muhataptır. Zira 2007 yılında Genelkurmay Başkanı odur ve durum onun da bilgisi dahilindedir. Yaşar Büyükanıt da tıpkı İlker Başbuğ gibi bugüne kadar bu flash disk ve listeler hakkında hiç konuşmadı. Tabii o dönemin Hava Kuvvetleri komutanı / komutanları da aynı şekilde bu soruya cevap vermek durumundalar. Savcılar bu iki eski Genelkurmay Başkanı’nın 2007 flash diskine dair bu sükûtuna bir son vermeli, flash disk esrarını mutlaka aydınlatmalıdır.” (s. 132, 133).
Dağın faresi: ’91 kripto…’
Gürkan Zengin’in kitabının yayımlanmasından bir ay kadar önce Hürriyet’te yer alan bir haber, böyle bir şeyin olmayacağının, ‘sükût’un devam edeceğinin ve hatta flash diskin içindeki bilgilerin ebediyen uykuya yatırıldığının işareti gibiydi… Habere göre, ‘o disk’ten ’91 kripto’ çıkmıştı; bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı da aranmaktaydı. Hepsi bu kadar…
Kılıçdaroğlu’nun, “Zamanında gereği yapılsaydı 15 Temmuz darbesi de gerçekleşmeyecek, onca bedel ödenmeyecekti” diye takdim ettiği… 2007’de ele geçmesi üzerine ‘Hava Kuvvetleri İmamı’ Adil Öksüz’e gözyaşları eşliğinde “Emeklerimizin tamamı heba oldu” dedirten… Tuncay Özkan’ın, Cemaat üyelerinin yıllarca aradıktan sonra bulamayacaklarına kanaat getirip kendisini cezaevinde zehirleme girişiminde bulunduklarını imâ edip vasiyette bulunmasına sebep olan gizemli flash diskin macerası işte böyle başlamadan bitiyordu.
Yok, yok… Bu öyle basitçe gazeteciliğimizin fikri takip zaafıyla, meraksızlığıyla açıklanabilecek bir hikâye gibi görünmüyor… Bir yıl önce konuyu ilk ele aldığımdan bu yana siyasetin ve medyanın bütün kanatlarının içine girdiği suskunluk devam ettiğine göre, o flash diskin içinde iktidarından muhalefetine, Cemaat’inden Ergenekon’una herkesi ürküten bir şeyler olmalı… Bu ortak suskunluğun herkese iyi gelen bir tarafı olmalı…
Bana gelince… Bu, geçen yazdan bu yana konuya dair yazdığım beşinci yazı ve artık ben de havlu atıyorum; belli ki kimsenin niyeti yok bu ‘tekinsiz’ hikâyeye girmeye ve benim yazılarımın da suya yazılmış olmaktan başka bir hükmü yok.
Yine de meslektaşlarıma umutsuzca şöyle seslenerek bitirmek istiyorum: Ya meseleyi abarttığımı ve saçmaladığımı gösterin, ya siz de bir şey söyleyin!