Selahattin Demirtaş’ın tahliye ânında sergilenen peşmürdeliğin yol açacağı sonuçları siyasi iktidarın hesaplamamış olması düşünülemez. Öyleyse şu soru yerindedir: İktidar, zaten berbat olan imajını sıfırlayacağını bile bile neden tek bir insanın parmaklıklar arkasında kalmasını bu kadar önemsemektedir. Bu insandan neden bu kadar çekinmektedir? (Buraya kadar yazdıklarıma, “kardeşim kararı yargı vermiş, iktidarla ne ilgisi var” diye itiraz edecekler yazıyı okumayı bu noktada bırakabilirler.)
Pejmürdelik dedim, evet, kelimenin tam anlamıyla öyle. Kısaca hatırlayalım: Eylül’ün ilk günlerinde, Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) eski Eşbaşkanı Demirtaş’ı yargılandığı ana davada tahliye etti. 10 Eylül’de savcılığın tahliyeye yaptığı itiraz reddedildi.
Fakat Demirtaş, öteki eşbaşkan Figen Yüksekdağ ile birlikte 6-8 Ekim 2014’te yaşanan olaylarla ilgili başka bir davada hüküm giydiği ve 4 yıl 8 aylık cezasını çekmekte olduğu için cezaevinden çıkamadı.
Bunun üzerine Demirtaş’ın avukatları, cezanın verildiği İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurarak, Demirtaş’ın yattığı kısmın toplam cezadan mahsup edilmesini istediler. Mahkeme, mahsup başvurusunu kabul etti. O andan itibaren Demirtaş’ın tahliyesinin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Avukatlar bu durumu şöyle açıklıyorlar:
"Demirtaş yaklaşık 35 aydır tutuklu. Aldığı ceza 56 aya tekabül ediyor. Örgütlü suçlarda bu cezanın dörtte üçü yatılır. Bu da 42 aya tekabül ediyor. Burada yedi ay gibi bir süre kalıyor.
"Yargıtay ve en son Silivri mahkemelerinin verdiği karara göre örgüt propagandası suçlarında cezası 1 yılın altına düşenlerin denetimli serbestlik ile tahliye edilmeleri gerekiyor. Dolayısıyla Demirtaş'ın da mahsup işlemi ardından serbest kalması gerekiyor."
Yani mesele artık hukuk tartışmasından çıkmış, matematik kesinlik haline gelmişti ki, o inanılmaz şey oldu: Demirtaş ve Yüksekdağ’ın üç yıldır tutuklu oldukları davada yeni bir soruşturma başlatıldı, savcılık mahkemeye başvurup ikilinin o soruşturmadan (da) tutuklanmalarını istedi ve mahkeme tutuklama kararı verdi.
Ortalıkta “Bu nasıl olur”, “Bu düşman hukukudur” itirazları yükselmişti ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan her zamanki açık sözlülüğüyle bunun hukukla ilgisi olmadığını açıklayıverdi:
“Bunları bırakamayız. Eğer biz bırakırsak ebedi alemde şehitlerimiz bize bunun hesabını sorar."
Önce Demirtaş, sonra HDP, en son PKK
Erdoğan’ın, “şehitlerin soracağı hesabı” hiç dikkate almaksızın, sırf dolaysız siyasi yarar için 23 Haziran seçimlerinden önce Abdullah Öcalan’ı devreye sokuşunu hatırlayalım… Sırf bu bile Demirtaş’ın “şehitler hesap sorar” endişesiyle serbest bırakılmadığı iddiasını çöpe göndermeye yeter. Eh, bu argüman elenince de geriye bir tek şey kalıyor: İktidar, çok ağır bir yıpranmaya mal olsa da Demirtaş’ı ne yapıp ne edip cezaevinde tutmak istiyor… O zaman soruyu tekrar edelim:
“İktidar, zaten berbat olan imajını sıfırlayacağını bile bile neden tek bir insanın parmaklıklar arkasında kalmasını bu kadar önemsemektedir. Bu insandan neden bu kadar çekinmektedir?”
Bunun nedeni şu: İktidar, Demirtaş’ın izlediği çizgide ve üslupta kendisi için büyük bir tehlike görmektedir.
Hatta şunu bile söyleyebiliriz: Yalan makinesi benzeri bir “düşmanlık hissinin dozunu ölçme makinesi” olsaydı ve iktidarı buna bağlayıp sorsaydık, makine sıralamayı şöyle yapardı: Demirtaş, HDP, PKK… Bunu iktidarın ve iktidar medyasının dilinden anlayabiliyorduk. Nitekim en son 23 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce sergilenen performans böyle bir makine işlevi gördü ve anladık ki, Demirtaş’a ve HDP’ye duyulan öfke, PKK’ya duyulan öfkeden daha büyüktür.
Öyle olmasaydı, şehitlerin hesap sormasına aldırmayıp Öcalan’ın “seçimde tarafsız kalın” mesajını içeren mektubu iktidar aracılığıyla dışarıya sızdırılır mıydı? Öyle olmasaydı, Osman Öcalan TRT’ye çıkarılır mıydı? HDP, Öcalan’ın mesajına rağmen tutumunu değiştirmeyince, bu toprakların en milliyetçi abisi Devlet Bahçeli, “Öcalan’ın mesajını nasıl dikkate almazsınız” diye HDP’yi azarlar mıydı? (İlk duyduğumda inanamamıştım, fakat yazılı açıklamasında tam olarak şöyle demişti Bahçeli: “İmralı’da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çeken teröristbaşı anlaşılan odur ki HDP’nin istismarına müdahale etmek, hatta önüne geçmek maksadıyla tarafsızlık çağrısı yapmıştır. Teröristbaşının mektubu HDP’nin vahim sapmasına, zillet ittifakına verdiği rezil desteğine itirazın, tepkinin ve bundan duyduğu rahatsızlığın eseri ve sonucudur.")
İlk bakışta kavranması çok zor ama aslında değil
İlk bakışta kavranması çok zor gelebilir… Öyle ya, bir tarafta hapishanede tek bir kişi ve siyaset yapmaya çalışan bir parti… Öbür tarafta ölümlü saldırılar düzenleyen bir silahlı hareket… Böyle bir tabloda, iktidarın ve iktidar medyasının nefret hissi hiyerarşisinde birinci sırayı hapishanedeki adam; ikinci sırayı kanun dairesinde kurulmuş, milyonlarca oy alan siyasi parti; üçüncü sırayı ise yasadışı silahlı örgüt işgal ediyorsa, bu tabii ki kolayına kavranabilir bir duruma işaret etmez.
Fakat kavrama zorluğu, iktidarın iktidarını sürdürebilmesinin önündeki engeller hiyerarşisi ile iktidarın nefret hissi hiyerarşisinin örtüştüğü anlaşılınca ortadan kalkar. O zaman anlarız ki, iktidar, iktidarını sürdürebilmesinin önündeki engelleri etki sıralamasına göre dizmekte ve doğal olarak da nefret hiyerarşisini buna göre oluşturmaktadır.
PKK, eylemi ve söylemiyle günümüzde iktidarın eline nimet gibi kozlar verirken, Demirtaş (özellikle) ve HDP o kozları değerlendirmesinin önündeki en büyük engeller olarak duruyor.
Biraz daha somutlaştıralım: Demirtaş ve HDP Öcalan’ın tavsiyesine uysaydı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı şu anda AK Parti’nin elindeydi.
Şimdi şu soruya cevap verin: Siz iktidar ve iktidar medyası olsaydınız, en çok kime gıcık olurdunuz?