Ana SayfaYazarlarKafa karışıklığı...

Kafa karışıklığı…

 

Sonbahar, kış ve ilkbahar mevsimleri, hayatın normal akışında çalışıp çabalayarak, koşuşturmacayla, hay huyla geçer. Yaz ise durulma mevsimidir, sakinleşme, yavaşlama…

 

Geçen yılki hayhuy mevsimleri benim açımdan normalden daha da karışıktı. Yazın başlarında bu kargaşanın son kısımları da bitti ve her şeyi düzene koymaya karşı duyduğum fevkalade eğilim ile baş başa kaldım. Fakat, düzeni sağlayamadığım gibi, tam tersi ile karşılaştım. O kargaşada dalgalar boyumu öyle çok aşmış ve sınırları o kadar çok belirsiz hale getirmiş ki, durulup dindiklerinde, kafamın dinmesi için bir süreye daha ihtiyacım olduğu belirginleşti.

 

O arada, tamamlayamadığım birçok yazı yazdım. Sonlardan başlara doğru gittikçe, Dünya Kupası esnasında basketbolda yenildiğimiz maçlarda spikerlerin aniden başlayan ve o başlama noktasından itibaren ne olursa olsun durdurulamayan ve hatta ivmelenen “mağduriyet” algısı, Türkçe’deki “sözde” ünlü uyumları, “arabesk” dediğimiz müzikle ilgili hezeyanlarımız, hayatın arka planında şarkıların tekrarlanıp durması ya da müzikofili, İstanbul’da bir kesimin hayatlarını New York’ta olduklarına inanarak yaşamaya gayret etmesi ve (inanmayacaksınız ama) Schopenhauer’u, Nietzche’yi yakın arkadaşımız gibi hissetmenin nasıl bir şey olduğu…

 

Her şeyi eninde sonunda birbirine bağlamak mümkün tabii, ama bu saydıklarım, neredeyse tamamen alâkasız konular. Bu karmaşaya günlük politikaya ilişkin konular da yakışırdı elbette. Her ne hikmetse, ilgilenmeyince ortadan kaybolan ve çok hareketli görünmesine rağmen aslında çok tekdüze olan bu faslı birkaç adım da olsa geri planda tutabilmişim. Bulutsuzluk Özlemi’nin “Acil Demokrasi” şarkısında; “Çelişkiler keskinleşsin diye, böyle mi geçsin ömrüm?” diye bağırıyordu Nejat Yavaşoğulları. Türkiye'de gündelik siyasi hayatın şımarıkça sürekli ilgi istemesine verilecek en iyi cevaplardan biri bu.

 

Bütün bu karışık düşünceler arasında, yıllar önce okuduğum bir kitabın adı da sürekli aklımda gezinip durdu: “bütün kadınların kafası karışıktır”, (evet, tamamı küçük harflerle).

 

Genelleme yapmaya çok uygun bir konu değil ama yine de genelleyeceğim: En mühim yazarlar da dahil olmak üzere yazarların ilk romanlarının en ilginç romanları olduğunu düşünüyorum. Çoğunluğunun, 20’li yaşlarda, karışık kafalarla, ne yazacağını bilmeden belki de, alabildiğine otobiyografik ve içlerindekileri bir başka döktükleri romanlardır ilk romanlar. Samimiyet meraklıları için birebir…

 

İlk roman deyince de aklıma tartışmasız bir öncelikle Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” gelir. Goethe, bu ilk romanını 1774 yılında henüz 25 yaşındayken yazmış. Hayatından büyük ölçüde kesitler taşıyan bu roman, her sayfasında Goethe’nin bir düşünür ve edebiyatçı olarak doğumunu müjdeler. Zaman zaman göz gezdirmeyi sevdiğim kitabın bazı kısımlarını son yıllarda “azap verici” şekilde sıkıcı buluyorum ama bu, romanın tamamına ve genç Goethe’nin içtenliğine hayran olmama engel değil.

 

Genç Werther’in yaşamak, sevmek ve acı çekmek üzerine cesur bir çığlığı gibi olan bu kısacık kitap basılalı, 245 yıl olmuş. Yayımlandığı yıllarda önce Almanya’da, daha sonra da çevrildiği diğer Avrupa dillerinin ülkelerinde çok geniş yankılar uyandırmış ve etkili olmuş. Geçen onca süre anlatılanların bizden uzaklaşmasına sebep olamamış. Evet, bazı yerleri feci şekilde drama merakıyla dolu. Bazı kısımları insanı genç olmadığına şükrettirecek denli acı çekmeyi sevmekle ilgili ama 25 yaşında genç bir Almanın, bundan 245 yıl önce, bu tür bireyselliklerin sular seller gibi ortalık yerde bağıra bağıra ifşa edilmesi alışkanlığının olmadığı bir dönemde, “kişisel dava”sına sahip çıkması, kitabı çok değerli kılıyor. Bu nedenle, romanın, edebiyat severler, felsefeciler ya da hayat üzerine düşünmeyi sevenler açısından ara ara dönüp yeniden okuma isteği uyandırdığını sanıyorum.

 

Samimiyetinden büyük bir memnuniyet duyduğum ama Goethe’nin ilk romanına göre çok ustaca yazılmış olan başka bir ilk roman ise 29 yaşındaki Albert Camus’nun “Yabancı”sı. Camus’nun o yaşa kadar da uzunca bir yazma serüveni olmuş aslında. “Yabancı” bizim bildiğimiz, yani basılan ilk romanı.

 

Aynı döne döne yeniden okuma isteği “Yabancı” açısından da geçerlidir benim açımdan. Ayrıca bu iki kitabı arka arkaya okumak da iyi bir seçenek olabilir. Karşılaştırılacak iki edebi metin olarak değil, Werther’le birlikte koşup Meursault ile sakinlemek için. Önce büyük anlamlarla uğraşmak, arkasından hemen her şeyin saçma olarak kabul edilebileceği fikri ile karşılaşmak…

 

Camus gibi Cezayirli olan kahramanımız Meursault, roman boyunca sayıklar gibi ama sade bir dille konuşur durur:

 

“İnsan her zaman az buçuk suçludur.”

“Sanki gözlerimi kendime çevirmişim gibi tuhaf bir duyguya kapıldım.”

“Bir sanık sırasından da olsa, insanın kendinden söz edildiğini duyması doğrusu her zaman ilginç bir şey.”

“İnsan, hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olmaz.”

“Aslında, insanın eninde sonunda alışmayacağı hiçbir düşünce yoktur.”

 

Son zamanlarda fark ediyorum ki, bu tür ilk ya da ilke yakın romanlardan, okuduğunuz her seferde farklı hikayeler, fikirler çıkarıyorsunuz. Büyük eserlerin en önemli özelliklerinden biri de bu olsa gerek: Her yaşta farklı bir anlama biçimi… Bunları karışık bir kafayla okumak ise, o güne kadar karşılaşmadığımız gizli köşeleri görmemizi sağlıyor.

 

Havaların makûl bir sıcaklığa inmesi üzerine artık sonunda bittiğine kanaat getirdiğim yaz boyunca, başlığı aklıma gelip duran “bütün kadınların kafası karışıktır” da bir ilk roman. Ece Temelkuran 1996 yılında 23 yaşındayken yazmış. Deneme-roman gibi ara bir türde gezinen kitap, kadınların kafasının neden karışık olduğu ve hatta karışık olması gerektiği hakkında samimi ve doğrudan bir üslupla ve sanıyorum ki o yaşın verdiği sempatik bir kibirle yazılmış. (O yaşlara sempati ile bakmamak bana mümkün görünmüyor bu arada.)

 

Sonraları Ece Temelkuran’ın birkaç kitabını daha okudum. O genç, ne yapacağını bilemeyen bakış ortadan kalktıkça ya da “mühim” konulara girdikçe, git gide kafası hiç de karışık olmayan birine dönüşmüş gibi göründü bana. Ama fark etmez, ne olursa olsun, bu kitabı benim için yeterlidir. Öyle ki, 1998’de 8.700.000 TL karşılığında (!!!) aldığım bu kitabın bazı kısımları 2019’da hâlâ kafamda geziniyor:

 

“bunları oku. denize karşı bir sigara yak. tek şekerli, demli bir çay koy masaya. çok neşeli bir müzik çalsın mutlaka. kapat gözlerini. gülümse. çünkü…

BÜTÜN KADINLARIN KAFASI KARIŞIKTIR.”

 

Kafa karışıklığı çok istenen bir şey değil. Her şey yerli yerinde olunca, kendimizi daha güvende hissettiğimiz doğru. Ama “yeterli” güvenliğin büyük ölçüde efsaneden ibaret olduğu ve bizi belli bir alana hapseden korkularımızı güçlendirdiği, bir küçük adım atmak için bile olsa mecâl bırakmadığı da doğru. Yani, tüm karışıklıklar gibi kafa karışıklığının da çok iyi yanları var. Yeterince karıştıysa kafanız, (“çelişkiler keskinleştiyse”!!!) artık yepyeni temeller atmak zorunlu hale geldiyse, o temeller atılıyor.

 

Uzun lafın kısası, sonbahar hepimize hayırlı uğurlu olsun. Şimdi kafa karışıklığının tadını çıkarma vakti!

- Advertisment -