Orhan Pamuk, Heybeliada’da bulunan meşhur restoran Mavi’nin sahibiyle özel bir bağa sahip, zira mekan sahibi Pamuk’u yaklaşık 20 yıl önce büyük bir beladan kurtarmış.
Bu olaydan kısa bir süre önce Pamuk, ülkesinde Ermeni Soykırımı ile ilgili yaptığı yorumlar nedeniyle bir nefret nesnesi haline getirilmişti. Sahil kenarında konumlanan bu mütevazı mekanda yemeğini yerken, aşırı milliyetçi bir grubun adaya geldiğini ve ailesinin yazlık evine yakın bir bölgede toplanmaya başladığını fark etti.
Mekan sahibi Nigar Çelik, Pamuk’a adadaki atlı arabalardan birine binmeyi teklif etti ve sıradan bir çift imajı vermek için ona eve kadar eşlik etti. Pamuk, “Çelik, bana karşı oldukça sevecen bir tavır içindeydi. Beni korumuştu” diyor.
Pamuk için bu yaşananlar, paylaşmaya hevesli olduğu hikayelerden biri. Ne zaman bu olayı anlatsa içten bir tavırla yüzü gülüyor.
Her ne kadar Pamuk bu hikayeyi anlatırken neşeli bir tavırda olsa da, Selman Rüşdi’nin New York’ta bıçaklanmasından sadece birkaç hafta sonra onla biraraya geldiğimizden dolayı bu hikaye kulağıma artık o kadar da komik gelmiyor. Ancak Mavi’de yaşananlar iyi bir arkadaşlığın temellerini atmıştı, zira on yıldan fazla bir süre sonra kendisi hâlâ bu restoranda yemek yiyor.
Pamuk, denizin tam karşısında konumlanan ve ada manzarası olan bir yerde beni akşam yemeğine davet etti. Gündelik olarak lacivert bir polo gömleği giyen yazar, gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerekse Türkiye’deki aşırı milliyetçilerin günah keçisi olmasına rağmen gayet iyi görünüyor. Pamuk birkaç ay önce 70 yaşına basmış ve siyah kaşları hafiften beyazlamış olsa da, güldüğünde gözlerini kırıştırmasında çocuksu bir eda var.
Masaya oturduğumuzda aslında ana ürün olarak kefal balığının bulunduğu bir yemek yiyecektik. Kefal aynı zamanda Pamuk’un son romanı Veba Geceleri’nin geçtiği adada çokça tüketilen bir üründü. Ancak Pamuk’un deyimiyle “Nigar Hanım” bu balığı çok kötü koktuğu için reddetmişti. Nigar Hanım yüzümü oldukça güldüren bir tavırla hareket ederek 1900’lü sefalet yıllarının gıdalarını sunmaya pek istekli değildi. Belli ki kendisi daha güzel bir şölen yapmak istiyordu.
Onun yerine bizim için hazırladığı mezelerden azar azar yemeye başladık: Cevizli ve kekikli zeytin, kabaklı börek, yoğurt, tuzlu uskumru, nar ekşili pancar ve pilavlı midye…
Bu güzel bir fikirmiş. Pamuk’un son romanındaki ana temalardan biri olan kurgu ile gerçeği harmanlamaktan aldığı zevkin bir yansıması gibiydi.
Gerçek ve kurgu arasındaki bu karışım, kitabın yazılmasından üç buçuk yıl sonra koronavirüs pandemisi patlak verdiğinde “kurgudan” ziyade “gerçeğe” daha yakın oldu. Karantina gibi daha öncesinde okurları için modası geçmiş ve uzak görünen şeyler birdenbire hayatın merkezine girdi.
Pamuk izolasyonu pek umursamadığını ama hastalıktan çok korktuğunu söylüyor.
“Yazmak istediğim çok fazla kitabım var. Coronavirüs bana ölüm korkusunun ne demek olduğunu aşıladı.”
Pamuk’un röportajlar sırasında konunun hemen siyasete gelmesinden rahatsız olduğunu ve bunu nezaketsizlik olarak gördüğünü bildiğimden dolayı bir süre daha kitaplarından bahsetmeyi planlamıştım. Ancak bulunduğumuz mekandaki garsonun hoş bir beyaz şarap getirmesinden kısa bir süre sonra, Pamuk’un kendisi konuyu siyasete getirdi.
Gelinen noktada 40 yıldır üzerine düşündüğü veba romanını yazabilmişti zira Erdoğan’ın da giderek daha otoriter bir yapıya büründüğü bir dönemde bu türden salgınların devlet adamlarının “güçlü lider” imajlarını nasıl arttırdığını konu edinmenin uygun olduğunu düşünüyordu.
Ancak siyasi köken olarak İslamcı bir gelenekten gelen Erdoğan, pandemi yayılırken Mart 2020’de camilerde cemaat namazlarını yasaklama kararı aldığından ötürü Pamuk’u şaşırtmıştı. Bu konu “Doğu ve Batı” kavramlarıyla haşir neşir olmayı her zaman sevmiş olagelen yazarın dikkatini çekmişti zira Erdoğan “uygar Batı”nın çekimser hareket ettiği bir konuda oldukça hızlı davranmıştı.
Çocukken ressam olmak isteyen Pamuk, yirmili yaşlarının başında kendisini yazı işlerine verdi. Birçok kitap eleştirmenince beğenilen bir dizi kitap yazdı. The New Yorker’da çokça övülmüştü ve The Paris Review ile de röportaj yapmıştı. 2004 yılında Margaret Atwood New York Times’daki bir inceleme makalesinde Pamuk’a yer vermişti. Bundan iki sene sonra da Pamuk Nobel’i kazanmıştı.
Pamuk, tartışmasız bir muhalif olan kişiliğiyle de tanınıyor. Ermeni Soykırımı hakkında yaptığı yorumlardan sonra 2005 yılında “Türklüğü aşağılamaktan” yargılandı. Uluslararası camiada bu olay çok tepki çekti ve en nihayetinde dava düştü. Şimdi de Veba Geceleri yüzünden başı belada. Bir savcı kitap nedeniyle Pamuk’a yönelik bir suçlama yöneltti. Bu suçlamaya göre Pamuk, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun otoritesini tanımayarak bağımsız bir ulus kuran Binbaşı Kâmil adlı bir karakteri tasvir etmek suretiyle Türkiye’nin kurucu babası Kemal Atatürk’e hakaret etmekle suçlandı.
Pamuk, Türkiye’de hapis cezası gerektiren bir suç olan Atatürk’e hakaret etmek gibi bir amacının olmadığını söylüyor. Kamil karakteri ve Atatürk arasında belli paralellikler gördüğümü söylediğimde bir Türk milliyetçisi gibi konuştuğumu söyleyerek bana kızdı. Kendisinin alışveriş esnasında insanlara pahalı halıyı kakalamaya çalışan bir “Kapalı Çarşı esnafı” olmadığını, bunun aksine eğer eleştiri sunmak gibi bir kaygısı varsa, Atatürk’ü açıkça eleştirebilecek dürüstlükte bir insan olduğunu söylüyor.
Bu sohbetin ardından açacağım yeni konu hususunda oldukça gergindim. Son yedi yıldır Türkiye’de yaşadığım deneyimlerden sonra, Pamuk’u insanların burada pek sevmediğini hissettiğimi söyledim. Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı değil, muhalefeti ve belli kamusal figürleri de eleştirmesi, Pamuk’un toplumun çoğu kesimini kızdırmayı başardığı anlamına geliyor. Sonuç olarak Pamuk ile ilgili algı yurt dışında ve memleketinde oldukça farklı ve bu noktada ciddi bir dengesizlik var. Örneğin benim annem ve babam İngiliz olmasına rağmen onun kitaplarını çoğu Türk arkadaşımdan daha fazla okumuşlardır.
Pamuk, “bir yazarı ciddiye almak için kriterleriniz nelerdir? Sizce bir yazarın kitaplarındaki satış sayısı bunun için iyi bir kriter teşkil ediyor mu? Yoksa asıl mesele bir yazarın sürekli akıllarda olması mı?” diye sordu. Kendisinin Türkiye’de her iki kriteri de sağladığı konusunda hemfikiriz.
Pamuk: “Öte yandan insanlar bana karşı iyi duygular beslemiyorlar. Napayım, kaderde bu varmış…”
Pamuk daha sonra bazı rakamlardan bahsetti ve kitaplarının Türkiye’de kişi başına diğer tüm ülkelerden daha fazla kopya sattığını söyledi. Dahası, “bence bu konuda en çok Türkiye’de takdir ediliyorum” diye belirtti.
Sanki onu haklı çıkarmak istercesine yan masada oturan dört kişilik bir grup, akşam yemeğimiz sırasında bir aşamada masamıza gelip Pamuk’a çeşitli ricalarda bulundular. Örneğin önce bir fotoğraf istediler ardından da bir kişi Pamuk’u kızıyla görüntülü konuşturmak istedi. Tabii imza da isteyen oldu. Pamuk bütün bu isteklere nezaketle karşılık verdi.
Türkiye’de, Pamuk’a yönelik gelen olumsuz tepkiler büyük ölçüde kendisinin uluslararası medyaya verdiği siyasi demeçlerden kaynaklanmaktadır. Pamuk zengin bir İstanbullu aileden gelen bir liberal olarak, çoğu Türk vatandaşı gibi biri değil. Buna rağmen ona sanki ulusunun sözcüsüymüş gibi davranılmakta. Bu durum özellikle batılı olmayan ülkelerdeki yazarları rahatsız eden bir olgudur.
Pamuk, siyasi görüşlerine ilişkin sorulmasının kendi problem olmadığını belirtiyor. Sorulara dönük olarak, eğer arzularsa yanıtlama özgürlüğüne sahip olması gerektiğini söylüyor.
Öte yandan kendisi açıkça siyaset konuşmayı da seviyor ve bu nedenle yaklaşan seçimlerin zorluklarına dair meseleleri konuşup durduk. Pamuk’a göre bu seçim, genel olarak Erdoğan’ın neredeyse 20 yıllık iktidarı boyunca karşı karşıya kalacağı en zorlu seçim olacak.
Pamuk, Erdoğan’ın düşüşte olduğunu söylüyor.
“Erdoğan artık kimsenin sesini kısamaz.” Eliyle grafikte inişe işaret eden bir hareket yaparak, “çok şükür düşüşte” dedi.
Liranın değer kaybetmesi ve enflasyonun yüzde 80’lere çıkmasıyla birlikte ülkenin refahta yaşadığı düşüşün “tam bir skandal” olduğunu ve “iktidarda olan kişinin 20 yıldır giderek otoriterleşmesi ve mantıksız kararlar almasından ötürü mükemmel bir ders örneği” teşkil ettiğini söylüyor.
Pamuk: “Anketler bize Erdoğanın kaybedeceğini söylüyor, ama seçim sonuçlarını kabul edecek mi?”
Garson, şarabımızın geri kalanını dökereken Selman Rüşdi hakkında konuşmaya başladık. Arkadaş olup olmadıklarını sordum. Pamuk, edebiyat çevresindeki arkadaşlıkların “çok sorunlu” olduğu konusunda garip bir yanıt verdi ve sonra ne demek istediğini anlamaya çalıştığımda beni azarladı. Amerikan tınılı İngilizcesiyle, “sen de amma profesyonelsin! Cevaplarımdan bir türlü memnun olamadın” diye homurdandı.
Öte yandan konuşmaya devam etti:
“E tabii ben Selman’ın arkadaşıyım. Evinde bulundum ve verdiği partilere de gittim. Cesur bir yazar. Ona gerçekten saygı duyuyorum ve ne zaman başı belada olsa onu savunmam gerektiğini hissediyorum.”
Korumalara sahip olmanın üzerinde yarattığı baskıdan bahsetti. Kendisinin “Türklüğü aşağılamak”la suçlandığı 2005 yılından bu yana devlet, Pamuk için birçok koruma tahsis etti. Sayıları yıllar içinde çoğalıp azalsa da şu anda sadece bir tane var. “Ülkenin kalbi” dediği bu adalarda güvende hissetmek için korunmaya ihtiyaç duymasının zaman zaman “bir tür başarısızlık” gibi hissettirdiğini üzülerek belirtiyor.
Bu esnada adadaki sokak kedilerinden biri bu gergin havayı yumuşatırcasına bize doğru geliyordu Bu, gerek Pamuk’un gerek de hayvanlarıa karşı oldukça müşfik olan Türk halkının ortak paydada buluşabileceği bir alandır. Pamuk kedileri o kadar çok seviyor ki eğer evde bir tane bile kedi varsa onla ilgilenmekten yazı yazamıyor. Muhabbete devam ederken bana adı Pamuk olan beyaz bir kedinin fotoğrafını gösterdi. Bu ismin bir tesadüf olup olmadığı ise meçhul.
Pamuk’un (kedi olan değil, yazar olan) #MeToo hareketiyle ilgilenip ilgilenmediğini merak ediyordum. Yaptığı çalışmaların çoğu erkek merkezli bir yapıda hissettiriyor. Öte yandan bu konuda kendini geliştirmek istediğini söyledi.
Pamuk gururla şu sözleri dile getirdi:
“Kendimi her zaman reforme etmek isteyen bir yapım oldu ve ben Fransız yazar Michel Houellebecq’in politik doğrucu olduğu için dalga geçeceği türden bir adamım.”.
Pamuk, önlük giymiş Nigar Hanım’a selam verebilmek için onu çağırdı. Bu aşamada kendisi bir incir tatlısı siparişi verdi. Tatlılar geldiğinde yanında iki bardak çay da söyledik ve bunun ardından ona hangi çağdaş yazarları sevdiğini sordum. Cevabı ise “elbette hepimiz bir şeyler okuyoruz… ” oldu ve bu esnada bir isim düşündü: “Normal People romanının yazarı Sally Rooney diyebilirim.”
Bu cevaba şaşırdım. Konuşmamızı Heidegger ve Marx’a atıfta bulunarak zenginleştiren bu adamın, genç İrlandalı yazar Sally Rooney gibi biri hakkında kendini beğenmiş kibirli bir tavırda olabileceğini yanlış bir şekilde varsaymıştım.
Pamuk, Rooney hakkında şunları kaydediyor: “Konuşmaları oldukça başarılı ve kendine özgü bir atmosfer yaratabiliyor. Gerçekten akıllı biridir.”
Bu esnada başka bir şarap daha geldi. Ne yalan söyleyeyim vapuru kaçırmaktan biraz endişe duyuyorduk. Neyse ki hâlâ biraz zamanımız vardı. Konuşmamızın bu aşamasında bana yakında gideceği Avrupa ve ABD turunu anlatmaya başlamıştı. Yayıncısına sadece kitap tanıtımını merkeze alan bir tur yapmak istemediği, aynı zamanda dünyanın en önemli müzelerinden bazılarını da keşfetmek istediğini söylemiş.
Hesabı ödedikten sonra kısa bir gezintiye çıktık. Pamuk, biz daha buluşmadan önce yağan yağmurdan korunmak için getirdiği beyzbol şapkasıyla tatildeki bir Amerikalıyı andırıyordu. Fakat onun bir turist olmadığı ortada! Onun için sahil tamamen anılarla doluydu. Bana11 Eylül saldırısını duyduğu kafeyi gösterdi.
Vapura doğru yol alıyorduk. Pamuk bize iki bilet almıştı. Gemiye bindik ve esintinin tadını çıkarabilmemiz için üst güvertede oturduk.
Bugünlerde çoğunlukla Erdoğan yandaşlarının boy gösterdiği Türk televizyon kanallarına davet edilip edilmediğini öğrenmek istedim. Bu meseleyle ilgileniyorum zira yaptığı bütün tartışmaları ve çalışmaları göz ardı etmek suretiyle Pamuk’un tartışmanın bir parçası olmasına izin verilmemesi buradan bakıldığında oldukça trajik ve adaletsiz görünüyor. Daha da kötüsü, edebiyat dalında Türkiye’nin tek Nobel ödüllü yazarının kitapları devlet okullarında bile okutulmuyor.
Pamuk, “Türk televizyonları beni hoş karşılamıyor” diyerek şüphelerimi doğruladı. Pamuk’un karşısında konumlanan insanlar onu çok net bir biçimde ekranda görmek istemezken kendisi, “doğrusunu söylemek gerekirse beni öldüreceklerini düşünmüyorum” diye espri yapıyor. Bunu dediğinde yüksek sesle güldü ve “burada hayatta kalabilirim” diye belirtti.
Kaynakça: https://www.ft.com/content/41209b36-59b5-463c-859e-3ac1acfd3fa5
Çeviri: Hasan Ayer