Mültecilerin Avrupa’ya geçişlerine “izin verilmesi”nin ardından konforlu evlerimize yansıyan iç parçalayıcı manzaraların sosyal medyada nasıl pervasız bir vicdansızlıkla paylaşıldığı hepimizin malumu. Fakat onlara karşı çıkanlar da vardı. Bu kişiler, mültecileri “gidişiniz olsun, dönüşünüz olmasın” diye uğurlayanların Koronavirüs korkularına dair tweet’lerini mealen şöyle cevapladılar: “Şimdi anladınız mı ölüm korkusu nasıl bir şeymiş!”
Başkalarının korkusunu ancak kendileri korktuğunda algılayabilenler, yani ancak korkudan anlayanlar günün birinde mutlaka korkutulurlar. Korkutucu bir virüs de olabilir, karşısındakinin sadece korkudan anladığını nihayet idrak eden birileri de…
Hiyerarşinin, eşitsizliğin neredeyse “doğal” sayıldığı bir dünyada, sosyal düzen ne olursa olsun güçsüzler güçlülerin imtiyazlarına karşı nadiren radikal bir itirazda bulunurlar. Bunun için bıçağın kemiğe dayanması, hayatın yaşanmaya değip değmediği sorularının zihinlerden geçmeye başlaması gerekir.
Ne var ki dünyanın güçlüleri her devirde güçsüzlere hayatın yaşanmaya değecek kadar iyi olup olmadığını sordurtmanın bir yolunu bulurlar. Biraz anlayış, biraz adalet, biraz vicdan, biraz da sahip olduklarından fedakârlık en alttakileri yatıştırmaya yetebilecekken bunu yapmazlar ve radikal bir itiraz gelmeyeceğinden emin oldukları için imtiyazlarını azamileştirmeye bakarlar.
Sonra ama süreç işba noktasına varır. Bu nokta, güçsüzlerin anlayış, adalet, vicdan ve fedakârlık beklentilerinin sona erdiği, en üsttekilerin tutumlarını değiştirmenin yegâne yolunun onları korkutmak olduğunu anladıkları andır.
Eşitsizliği dünyanın “doğal” hali sayan; eşitsizliğin “makul” dozlarını sorgulamayıp kabullenmeye meyyal güçsüzleri anlayışsızlıkları, adaletsizlikleri, vicdansızlıkları ve bencillikleriyle “uyandıran” imtiyazlıları belki ancak korkunun yola getirebileceğini anlatan çok güzel bir ortaçağ hikâyesi vardır:
“Soyun o zaman, dövüşeceğiz…”
Küçük ve yoksul bir ortaçağ köyünün papazı, çok sıcak bir yaz gününde uçsuz bucaksız izlenimi veren, tek bir ağacın bile bulunmadığı bir bozkırda yürüyerek yol almaktaymış… Hedefi, ölen aile büyüklerini defnetmeden önce kendisinden son bir dua isteyen uzaktaki akrabalarının yaşadığı kilisesiz, kendisininkinden de küçük bir köymüş…
Güneş doğmadan çıkmış yola, hiç durmadan yürümüş, yürümüş…
Öğleye doğru artık yürüyecek takati kalmamış, içinden “bari tek bir ağaç gölgesi” diye geçirirken, onca yorgunluğuna rağmen gözüne kestirebileceği uzaklıkta yeşil bir adacık görmüş. Tuttuğu dilekle ağaçların eşanlı varlığı papaza o kadar mucizevî görünmüş ki, aklından Tanrı’nın onları oracıkta ve o anda yaratmış olabileceğine dair belli belirsiz bir düşünce bile geçmiş.
Öyle veya böyle, her iki ihtimal için de Tanrı’sına şükrederek, belki su da bulma umuduyla yeşil adacığa doğru ilerlemeye başlamış.
Yeşil adacık, uzaktan vaat ettiğinden çok daha davetkârmış… Su da varmış üstelik… Biraz soyunup dökünmüş, uzun uzun su içmiş, ardından bacaklarını, kollarını, yüzünü yıkayıp sırtüstü uzanmış.
Tam uykuya dalmak üzereyken bir atın nal seslerini duymuş, at birkaç dakika sonra sürücüsüyle birlikte karşısındaymış…
“Bu topraklar kralımızın ve ailemizin” demiş sürücü, zaten her halinden bir asilzade olduğu anlaşılıyormuş, “oturduğun yer de bizim ve yabancılar burayı kullanamaz.”
“Sadece birkaç saat” demiş papaz, “sonra yine yoluma devam edeceğim”.
Adam ısrar etmiş: “Hayır, hemen şimdi kalkacaksın!”
Papaz: “Kralımızın ve ailemizin, diyorsun, peki nasıl elde ettiniz bu toprakları?”
Adam: “Atalarımızdan kaldı.”
Papaz: “Onlar nasıl elde etmiş?”
Adam: “Onlara da atalarından kalmış.”
Konuşma bu minval üzere uzamış da uzamış… Papaz her defasında “peki onlara kimden kalmış” diye yüzünde bir gülümsemeyle sorarken, asilzade her “onlara da atalarından kalmış” cevabından sonra biraz daha öfkelenmiş. Sonunda “Eeee, yeter artık” diye patlamış, “büyük büyük dedelerim dövüşerek elde etmiş bu toprakları…”
İşte o zaman papazın yüzündeki gülümseme gitmiş, ciddileşip ayağa kalkmış, soyunmaya başlamış. Üzerinde sadece pantolonu kalınca adama dönmüş ve “Soyun o zaman” demiş, “dövüşeceğiz!”
Hikâye burada bitiyor. Anlatıcı, gerisini dinleyenlerin hayal gücüne bırakmış olmalı. Bence, devam etseydi şöyle bitirirdi: “Asilzademiz işte ancak o zaman ilk kez geri adım atmış ve papazın topraklarında birkaç saat dinlenmesine razı olmuş.”
Türkler, Kürtler ve korku…
İnsanoğlunun bilinçle ve kültürle geliştirdiği vicdan, anlayış, adalet duygusu gibi “insani” değerleri belki de hiçbir zaman bir bilinçdışı refleks haline gelmeyecek. Yine de, bu özellikler ne kadar gelişirse ve bilinçdışını ne kadar çok etkilerse o kadar iyi. İnsanın, özellikle de imtiyazlıların Koronavirüs gibi, mülteciler gibi sorunlar karşısında sergilediği performans, bazı durumlarda bizi sadece korku gibi “hayvani” duygularımızın harekete geçirebileceğini gösteriyor.
Mücahit Bilici “insanın insandan korkması kötü bir şey değildir” derken de, “Türkler, Kürtlerden korkmadığı sürece onlara saygı duymayacaktır” derken de işte bu kadim hakikate işaret ediyordu.
Gençlik yıllarımda, adını da yazarını da hatırlamadığım, köle isyanlarını anlatan bir roman okumuştum. Yazar kölelerden yanaydı, haliyle ben de öyle. Fakat beni asıl çarpan, yazarın, isyanı bastırmaya çalışan aristokratların kendi haklılıklarına olan inançlarını anlattığı bölümler olmuştu. Yazar, aristokratları sadece hak etmedikleri imtiyazlarını şiddet kullanarak korumaya çalışan gaddar insanlar olarak değil, kendi haklılıklarına samimiyetle inanan insanlar olarak çiziyordu.
Mülteci sorununu da korku çözecek
Bugünün dünyasına baktığımızda göreceğimiz şey de aynıdır: İmtiyazlılar, sahip olduklarını hak ettikleri hususunda hiçbir kuşku taşımazlar ve o nedenle imtiyazlarından küçük bir parçanın koparılmasına bile razı olmazlar; meğerki korksunlar.
İnsanlık mülteci sorununu nasıl çözecek sorusundan yola çıkınca aklımdan böyle şeyler geçti işte. Cevabım şöyle: Dünyanın mülteci sorunu, imtiyazlılar bu işin böyle devam edemeyeceğini düşünmeye ve korkmaya başladıklarında çözülecek; algıladıkları korku nedeniyle sahip olduklarının bir bölümünü paylaşmaya razı olduklarında… Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünizm korkusuyla emeğiyle geçinenlere verilen tavizler sonucunda “refah devleti”ne ulaşılması gibi…