İki haftayı aşkındır devam eden “20 Yıllı Hikâye: Kadınlar AK Parti’yi Anlatıyor” röportaj dizisinin sondan bir önceki bölümünde adını açıklamak istemeyen kadınların cevapları var. Konuştuğumuz on altı kadından altısının tercihi böyle oldu. Farklı yaş gruplarından akademisyen, öğretmen, mali müşavir, sanat tarihçisi, yönetmen ve hâlen aktif siyasetteki altı kadının bu çekincelerinin anlaşılabilir olduğunu söylemeye gerek yok.
Sorulara toplu ve kısa bir karşılık veren R. Ö.’nün (38, ilahiyatçı) cevabını en başa ekleyerek sözü “imzasız” kadınlara bırakıyorum.
R. Ö. (38), ilahiyatçı: “İslamcı” gelenekten gelen bir ailenin kızıyım, orta okul ve liseyi başörtüsü sorunu nedeniyle dışarıdan okumuş biriyim. Hiç unutmam, 2002 senesinde Abdullah Gül’ün başbakan seçilmesini TV önünde göz yaşlarıyla izlemiştim. “Müslümanlar” iktidardaydı. Zihin dünyamda çok büyük bir anlam yüklemiştim bu duruma. 2004’te Boğaziçili bir hocam tahtaya Lord Acton’ın meşhur “Power Corrupts, Absolute Power Corrupts absolutely. / Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” sözünü yazmış ve tartışmaya açmıştı. Ben de bu sözün ancak dünyevi değerleri benimsemiş iktidarlar için geçerli olabileceğini, Allah korkusuna sahip “dindar iktidarlar” için kesinlikle geçerli olamayacağını şiddetli bir şekilde savunmuştum. Hocam da “ileride görüşürüz dercesine” bıyık altından tebessüm etmekle yetinmişti.
Bugün bulunduğumuz noktadan baktığımda, ülkeyi büyük bir refah seviyesine eriştirdiği bir hakikat olan iktidarın geldiği durumu görmek, benim için gerçekten çok acı bir deneyim. Bireysel dünyamda “Güç yozlaştırırmış, mutlak güç ise kesin olarak yozlaştırırmış, gücün dindarı/dindar olmayanı olmazmış”ı tecrübe etmiş oldum ve bir iki sene önce hocama özür maili gönderdim.
Günümüze gelecek olursam, biz kadınların sadece bir iktidar sorununa değil, ciddi bir muhalefet sorununa da sahip olduğumuzu düşünüyorum. Nitekim dindar kadınlar olarak bizler, büyük bir heyecanla AK Parti dışında başka bir siyasi alternatifin mümkün olup olamayacağını beklerken muhalefetin seçim listeleriyle hayal kırıklığı yaşadık. Aday listelerinde başörtülü kadın sayısı yok denecek kadar az, olanların da seçilme şansı oldukça düşük görünüyor. Aday listeleri bizim için bir samimiyet testiydi, bu açıdan muhalefetin daha en başında başarısız olduğunu düşünüyorum.
Sadece ama sadece kimsenin “farklı” görülmediği, özgür bir ülke diliyorum.
2023 seçimlerinden kadınlar lehine bir gelişme bekliyor musunuz?
A. F. (49), mali müşavir: Geçmişte ağır aksak da olsa işleyen demokratik cumhuriyet sisteminin, bugün iyice topallaştığını, körleştiğini, insan haklarında ciddi anlamda gerilediğini görerek yaşıyoruz. O yüzden bu seçimlerden sadece kadınlar lehine değil, tüm toplumun lehine bir gelişme umut etmek istiyorum.
B. S. (56), siyasi parti üyesi: 2023 seçimlerinde iktidarın değişeceğini ümit ve tahmin ettiğim için kadınlar lehine de sonuçları olacaktır. Kadınlar en azından İstanbul Sözleşmesi gibi kazanımlarını geri alacak ve mutlaka iyileştirmeler için gereken düzenlemeler yapılacaktır. Biz de bunun için çabalamaya devam edeceğiz.
Ç. S. (47), memur: Aday listelerine baktığımızda kadınların lehine bir gelişmeyi bırak geriye gidiş görüyoruz. Belli ki meclis yine erkekler kulübü olarak toplanacak. Fermuar sistemi, kadın kotası hep dilde kalan söylemler. Bütün partilerdeki listeler ve sıralar, siyasetin ne kadar erkek işi ve erkek alanı olduğunu gösteriyor. Kadınların mücadelelerinin karşılığını alamadığını bir kez daha acıyla görüyoruz. Ne kadar acı ki; bu kadar stratejik bir seçim öncesinde kadınların seçilme hakkının göstermelik de olsa korunmasını (kaybetmememiz gereken) lehte bir gelişme olarak algılıyoruz.
Son yıllarda çeşitli gerekçelerle kadın hareketinde daha az temas ve bir parçalanmışlık görüyorum. O yüzden kadın lehine bir gelişme olacaksa; psikolojik eşiklerde birbirimize hep söylediğimiz gibi “Kadınlar direnmeye devam etmeli” motivasyonuyla yine kadınların mücadelesiyle olacak! Kadınlar daha çok kaybetmemek için daha çok dayanışma, daha çok muhalif politika üretecek, daha çok varlık gösterecek. Seçimden sonra kazanımlarını kaybetmek istemeyen kadınların daha çok yan yana gelip harekete geçeceğine inanıyorum.
K. E. (28), yönetmen: İktidarın değişip değişmemesine bağlı. 6284’ün kaldırılmasının gündeme alındığı, İstanbul Sözleşmesi’nden vaz geçildiği bir iklimde kadınların lehine bir gelişme beklemiyorum. Önümüzdeki seçim kadınlar için de bir dönüm noktası. 20 senelik iktidar boyunca kadına bakış açısını verilen demeçler üzerinden şöyle hızlıca bir bakalım.
Recep Tayyip Erdoğan, Münevver Karabulut cinayetiyle alakalı olarak “Çocuğumuz öyle nereye giderse gitsin olmaz. Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya…” dedi. Kendisi daha sonra “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. Bu fıtrata ters!” dedi.
Bülent Arınç: “Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak.”
Maliye Eski Bakanı Şimşek işsizlik ile ilgili yaptığı bir konuşmada: “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor.”
Eski milli savunma bakanı Vecdi Gönül: “Türk hanımları evinin süsüdür. Erkeğinin şerefidir.” Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir: “Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm.” Milletvekili Sefer Üstün: “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.”
Bu ülkede “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralık” ifadeleri üzerine açığa alınan ilköğretim okulu müdürü Şahin Özdemir’e kınama cezası verildi; bir süre sonra da başka bir okula atanarak göreve döndürüldü. “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne! Anası ölsün öyleyse” de dendi.
İktidar değişirse en azından böyle sözler duymayacağıma dair umudum var.
Ö. H. (39), sanat tarihçisi: Hayır. Bu seçim toplumdaki herhangi bir konuya yönelik sorun çözme değil, iktidarda kalma ya da iktidara geçme seçimi. Ne mevcut hükümet yeniden seçilirse ne de yeni seçilecek başka bir partinin kadınlara dair adım atacağını düşünüyorum. Ola ki sosyal medya baskısı olursa belki, bir arpa boyu kadar bir şey söyleyebilirler.
Geçtiğimiz yirmi yılda kadınlar, özellikle dindar kadınlar nereden nereye geldi, neler yaşadı, neler hissetti?
A. F. (49): Dindar kadınlar sadece sekülerlerce değil dindar muhafazakârlar için de görünürlükleriyle istenmeyen; kolaylıkla feda edilen ve fedakârlık istenen vatandaşlardı. Yirmi yılın ilk yarısındaki görünür olma, vatandaşlık haklarının kullanılabilmesi mücadelesi, hak taleplerinin temsilcisi iktidar tarafından dahi bunaltıcı bulundu. Ancak özellikle başörtüsü yasakları açısından, uzun yılların sonunda haklarımızı büyük oranda kazandık ve nefes aldık. Haklarımızı elde ederken dünyaya bakışımız değişerek genişledi. Başörtü yasağının kalkması sorunlarımızın toptan çözümü değil, başlangıcıydı.
B. S. (55): Yirmi yılı, beşer yıllık dört bölümde düşünebilirim belki. Benim de aktif olarak AK Parti’de çalıştığım ilk beş yılda (gördüklerime rağmen) dindar kadınlar için de ülke için de umutluydum. Zamanla hayal kırıklığı büyümeye başladı. 2011 seçimlerinde “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok” kampanyası yaptık. Kampanya sürecinden sonra İstanbul sözleşmesiyle sevindik ama Roboski ve sonraki yıllarda Gezi, çözüm sürecinin bitişi, Büyükada’da sivil topluma baskın gibi olaylardan sonra tamamen uzak düştüm. Zaten son 5-6 yılda, her konuda kaşıkla verdiklerini sapıyla aldılar. Devamlı istismar ettikleri başörtüsü serbestliği dışında bir şey kalmadı. Dindar kadınları da yavaş yavaş böldü, ayrıştırdı iktidar. İlk zamanlar yanlış işler yapıldığında üzülüyordum, sırtımdan bıçaklanmış gibi hissediyordum. Bir şekilde aidiyet hissim devam ediyormuş demek ki. Uzun zamandır sadece öfke ve kızgınlık hissediyorum.
Gündelik hayatıma baktığımda, bu iktidar veya başka bir iktidar arasında pek fark yok. Ekonomik kriz dışında kişisel, rutin hayat akışımı etkileyen büyük bir farklılık hissetmiyorum.
Ç. S. (47): Özellikle başka mahallelerden bakıldığında (komşunun tavuğu komşuya kaz görünür misali), dindar kadınlar -göreceli olarak- çok iyi yerlere gelmiş gibi görülüyor. Başörtüsünün bir dışlanmışlığın sembolü olduğu dönemlerde, başörtülü kadınların bugünlerdeki konumlara gelmesi hayal edilemiyordu. Ama biz mücadele eden başörtülü kadınlar, başörtülü cumhurbaşkanı bile hayal edebiliyorduk. “Bile” kelimesini bugünkü konjonktür dolayısıyla kullanıyorum, on-on beş yıl önce bunu dillendirmiş kadınlarız. Şimdi en üst düzeydeki kadınlar bizim hayallerimize yaklaşamadı.
İktidarın gücü dindarların eline geçtiğinde önce sendelediler. Bu sendelemeyle tek tipçi, baskıcı, her türlü aşağılamayı ve kategorizasyonu hak gören Kemalist rejimin söylemlerinden geri durup sonrasında “biz sendeniz” dediler. İktidar gücüyle muhalefeti asgariye indirmek, yok etmek, hatta gitgide iktidarın yanında olmayla devletin yanında olmayı birbirine karıştırarak artık tamamen devlete yaslanma ve “devletin sahibi” olmayı, yani üstünlüğü ele geçirmeyi yaşadılar. Tabii bu üstünlük Kemalist kesimin üstünlüğüydü: “Devletin ve memleketin sahibi biziz. Asıl ve asil vatandaş biziz” tek tipçiliğini dindar insanlarda, hatta devletin sopasıyla epey canı yanmış kadınlarda bile görüyoruz. Tabii farklı kesimlerden bu görünüş elbette farklı değerlendirilebilir. Fakat kendi adıma sistemin kimin elinde olduğuna bakılmaksızın, devletin her zaman bir şiddet aracı ve zulüm üretebilecek güce sahip olması açısından devletçiliği dindarlıkla, daha açıkçası Müslümanlıkla asla yan yana koyamadığım için kabul edilemez geliyor. Bu anlamda dindar insanların, başörtülü kadınların, devletin kademelerinde yer aldıkça, devletin parçası olmayıp kendisi gibi düşünmeyenlere had bildirmeye kalkması çok acınası.
Başörtülü kadınların çalışma hayatına; istihdama, eğitime, akademiye katılması çok önemli bir kazanım. Bunu toplum içerisinde de hem normalleşme hem de Müslüman camia için de daha entelektüel düzeyi yakalama konusunda ciddi bir gelişme ve kazanım olarak görüyorum. Dindar kadınların, en azından akademideki bazı dindar kadınların tezleriyle uluslararası başarılarıyla öne çıktığını görüyoruz. Bugün çok kıymeti bilinmiyor; birtakım siyasi eylem ve etkinlikler daha sanki popüler duruyor ama herhangi bir çalışmada başvurduğumuz kaynakları taradığımızda “bizden” dindar kadınların emeğiyle ismiyle karşılaşmak insanı gönendiren bir şey. Tabii bu, akademik çalışmalarda önlerinin açıldığı, cam tavanların kırıldığı anlamına geliyor mu, kesinlikle gelmiyor. Kadınlar hâlâ içeride mücadeleye devam ediyor. Ve ben bu mücadelenin de meyvelerinin daha verimli olacağına, çok daha velud bir dönem yaşayacağımıza inanıyorum.
K. E. (28): Bu soru iktidarla bağlantılı olarak ve iktidardan bağımsız olarak değerlendirilebilir ama aslında girift bir yapısı var. Benim gözlemlediğim şey yalnızlık hissi. Ülkeyi yönetenler dindar olduklarını dile getiriyor. Konu bir şekilde Müslüman olmaya geliyor. Örneğin Müslümanım veya dindarım diyen bir kadın, iktidarın demeçlerinden hiçbirini onaylamıyorsa kendini nasıl konumlandırmalı? Bu kadınları yoruyor. Özellikle hem seküler kesim hem de muhafazakâr kesim içinde aidiyet hissedemeyen dindar insanlar yalnız.
Dindar kadınlar yirmi yıl önce daha umutluydu. Değişime inandılar. Şu an hayal kırıklığı yaşıyor olabilirler. Yine de gözlerini gerçekliğe kapatmıyorlar ve dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmek için adım atıyorlar. Tabii bunu bütün dindar kadınlar için söyleyemem. Yani dindar kadınlar da bir bütün değil sonuçta.
Ö. H. (39): Yirmi yılda kadınlar inandığı her şeyle yeniden, yeniden denenirken; dindar erkeklerin çoğu sanki dinin de toplumsal kesimlerin/tepkilerin de muhatabı değilmiş gibi asla vazgeçmedikleri konforlu hayatlarına devam etti.
Yıllardır iktidarda bulunan AK Partinin doğruları ve yanlışları neler?
A. F. (49): AK Parti yola çıktığı, topluma sunduğu değerleri (bireysel özgürlükler, toplumsal refah, hukuk devletinin üstünlüğü, toplumsal barış vb.) iktidarının ikinci yarısında yok etti. İktidarın nimetlerini çevresinde oluşan menfaat gruplarıyla paylaşmayı seçti. Yolsuzluk aldı başını gitti. Hak ve hukuksuzluk arşa çıktı. Hukuk sistemini felç etti. Yasama, yürütme ve yargının ayrılığını ve bağımsızlığını yok ederek kendinden olmayana yaşam hakkı tanımadı, yanlışlarının kontrolünü ve düzeltilmesini yok etti. AK Parti kendi varlığını dahi “tek adam”a adadı. Yanlışları doğrularını götürdüğü için maalesef doğruları aklımda kalmamış.
B. S. (55): Şu an doğru bir şey göremiyorum maalesef. İlk yıllarda yapılan doğru işleri de itinayla yok ettiler. Düşünüyorum, düşünüyorum doğru bir şey bulamıyorum cidden.
Ç. S. (47): Deveye sormuşlar, boynun neden eğri? Bu kadar toptancı özcü olmamak lazım. AK Parti’nin bu ülkede yaptığı önemli işler var; en azından ülke insanına o yıllarda demokrasi umudu aşıladı, başka türlü bir dünyanın mümkün olabileceğine inandırdı. Ve çok güçlü bir şekilde, tek başına iktidara geldi. Bu hem Türkiye tarihi için önemliydi hem de -AK Parti’nin böyle bir iddiası yoktu- dindar insanlara yönelik bir güvenoyuydu. Ülkenin bu atmosfere çok ihtiyacı vardı. Hatırlarsak AK Parti’nin statükoya karşı söylemlerini; ülkenin sahibinin tek bir kesim olmadığının, inançlı insanların, her kesimden insanların da var ve ülkenin ayrışmaz parçası olduğunun anlaşılması açısından önemliydi. Bu heyecan ve umut Türkiye’nin kangren olmuş yaraları; Kürt meselesi, kadın meselesi, Ermeni meselesinde, hakeza Avrupa Birliği ve bütün komşularıyla ilişkilere stratejik yaklaşımda Türkiye toplumuna hakikaten bir süreliğine nefes aldırdı. Özellikle AB uyum yasaları dönemindeki demokratik gelişmeler, askeri vesayetin kırılması, bazı haksızlıkların tazmin edilmesi bunlar önemliydi. İşkencenin yasaklanması ve bir adalet bakanının özür dileyerek “devletin işkence yapabildiğini” açıklaması, çözüm sürecindeki heyecan Türkiye tarihinde o güne kadar görmediğimiz ve ne yazık ki o günden sonra da göremediğimiz unutamadığımız şeylerden.
Ancak sonradan bu iyi şeylerin siyasi rant devşirmeye, hatta eskisinden daha ciddi düşmanlıklara, kutuplaşmalara götüren bir yere evrilmesi de AK Parti’nin en büyük yanlışıdır. Aslında AK Parti’yi en büyük yapan ve en uzun süre iktidarda tutan söylemleri ve eylemleri kutuplaşmaları körelten o dili, toplumsal dayanışmayı bir arada tutan söylemleriydi. Geçtiğimiz sekiz-on yılda bu söylemlerin tam tersi istikamette tekrar dönüştürülerek bir kutuplaşma diline evrilmesi, bütün o iyiliklerin üstüne sünger çekmesi kırgınlıklara neden oldu. Artık üstü örtülemeyen acıların bilindiği hâlde görmezden gelinmesi; bu acıları -çözüm süreci- konuşup dururken bir anda acılarını konuşan insanların susturulması ve meselelerin tekrar devletçi reflekslerle halledilmeye çalışılması. Bakanlık tercihlerinin siyasetin deyimiyle şahinlerden oluşması, daha militer söylemlerle siyasetin hem eylem hem algı boyutunda sadece güvenlik politikalarına indirgenmesi; sadece düşman üretilip farklı kesimlere hayat hakkı tanınmaması… Büyük acılar ve yeni bir sosyoloji doğdu, ne yazık ki bunlar üç beş yılda, on yılda çözülebilecek acılar değil. Toplumun her kesiminde bir daha birbirine kaynaşamayacak ayrışmalar, kırgınlıklar oluştu, insanlar açlığa, yokluğa, göçe zorlandı. Özellikle son dönemde FETÖ meselesinde kullanılan dil, yargıda yapılan yanlışlar, şeytanlaştırma noktasına gelen dil, bunlar oldukça ağır yaralar.
Kadınlar meselesine gelince; ilk döneminde kadınların MYK/MKYK’larda sesinin duyulduğu, aktif politikalar üretebildiği zamanları biliyoruz. Ama şimdi tamamen “tensip üzerine” bir dil kurduklarını ve bu dili kabul etmeyen kadın ve erkeklerin partide kalamadığını görüyoruz. Yine AK Parti’nin yanlışlarından biri hâlâ Erdoğan üzerinden, tek adam üzerinden bir siyaset yürütülmesi. Bunun da en büyük nedeninin Erdoğan olduğuna inanıyorum; kendi kurup büyüttüğü hareketin içerisinden bir lider çıkaramaması, “emaneti tevdi edecek” denli güvenecek birini bulamaması ve birlikte yola çıktığı, insanları, önce kadınların sonra da erkekleri kolaylıkla harcaması olduğuna inanıyorum.
K. E. (28): 28 yaşındayım ama bu soruyu cevaplamak için çok yorgun hissediyorum. Nereden başlanır bilmiyorum. Pas.
Ö. H. (39): Yüzyıllık sol cenahın otoritesini kırarak gelmiş, seçmenlerince dinin temsilcisi gibi görülen AK Parti genel hatlarıyla 2008-2012’ye kadar neredeyse mükemmel sayılacak işler yaptı. Bu yüzden giderek kemikleşen seçmeninin gözünde, üst üste seçim kazanmayı da “hak” ediyordu. Ama arka planda hiç fark edilmeyen ya da makam mansıp sevdasıyla göz ardı edilen pullu şeyler yaşanmaktaydı.
Genellikle daha çok kadınlar üzerinden ve kadınlar tarafından konuşulan dindarlık, (tekelci medyanın otoritesini kıran) internet ve sosyal medyanın da hızlı etkisiyle -teknolojiye ulaşan, uyumlanabilen- her bir kadına da söz söyleme hakkı verdi. Konuşan kimdi, konuşulan neydi? Dinleyen, duyan var mıydı? AK Parti bu tür konularda hep sınıfta kaldı. Ne kadınların derdini dinledi ne de çözüm aradı.
Partilerin kadın kontenjanlarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
A. F. (49): Partilerin kurgusu tamamen erkek siyaset algısından doğduğu için kadınların varlığı pek mümkün olmuyor. Hiçbir partideki kadın kontenjanı yeterli değil, göstermelik ve vitrine yönelik. AK Parti’de ise kadınların varlığı güç ilişkilerine dayalı, kendileri olarak var olamıyorlar. Nitekim 6284 sayılı kanun için çıkış yapan Özlem Zengin’i de sessizliğe gark ettiler, bir nev’i harcadılar.
B. S. (55): Listelerin sıralı şekilde bir kadın-bir erkek olarak oluşturulması bana en uygun gelen model. Ama tabii bir de ülke gerçekleri var. Anadolu’da siyasete ilgi duyan ama katılabilecek maddi imkâna sahip kadın gerçekten az. Hele küçük illerde, ilçelerde çok çok az. Bu sistemle üç büyük şehirden diğerlerine kademeli olarak yayılabilir belki.
Ç. S. (47): Şu an listelere baktığımızda seçilebilir yerlerden olan kadınların ne kadar az olduğunu görüyoruz ve ne yazık ki bu sadece AK Parti’ye özgü de değil. Diğer partiler de ittifakların getirdiği bir liste dayatması olduğunu ve dolayısıyla elemelerin buna göre yapıldığını söylüyorlar. Burada yine o “kadim anlayışın” hiç gitmediğini, eleneceklerin önce kadınlardan elendiğini; önerileceklerin de hep erkeklerden ve erkeklerin seçtiği kişilerden önerildiğini görüyoruz. Seçimler sonrası sanırım kadın sayısının en az olduğu bir parlamento bizi bekliyor. Umarım yanılırım ve kadınlar alt sıralardan da olsa zorlarlar ve iyi kadınları da mecliste görürüz.
K. E. (28): Etki oluşturabilecek, kararlara yön verebilecek, söz sahibi olabilecekleri mevkilerde bu sayı daha da az. Kadın kolları diye ayrı bir alan olması bile biraz saçma aslında.
Ö. H. (39): Kendi zihniyetlerine hizmet eden kadınların sayısı partilere yetiyor sanırım. Zira yeni bakış açısı, yeni bir yaklaşımla gelen kimseye ve de kendilerini azınlıkta hissettirecek kadın sayısına tahammülleri olduğunu düşünmüyorum. Sesimizi duyurmak için daha kaç kadın olmalıyız. İnandığımız din adına söz söyleyebilmek adına daha kaç kapıdan kovulmalıyız, daha kaç hocanın tacizine uğramalıyız.
Kendini yenilemeyen, kadro değiştirmeyen, bize bir şey vaat etmeyen AK Parti en çok da küskün dindar insanları CHP-AKP ikileminde bıraktığı için topun ucunda.
Oyunuzdan -partilerden- bağımsız, kadınlar için nasıl bir Türkiye hayal ediyorsunuz?
A. F. (49): Avrupa Birliği içindeki sosyal demokrat refah rejimini uygulayan İsveç, Danimarka ve Finlandiya gibi bir ülke olmasını hayal ediyorum. Kadınların “vatandaşlık” kavramı içinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlandığı, dezavantajlıların desteklendiği bir ülke, sadece kadınlar için değil erkekler için de daha yaşanılası bir ülke…
B. S. (55): Şiddetin ve yoksulluğun olmadığı, her kadının kendini özgür ve güvende hissettiği bir ülke hayal ediyorum. Eğitim, iş, siyaset, her alanda eşit ve adil bir ülke.
Ç. S. (47): Kadınların, kadınca hayaller kurabileceği bir Türkiye hayal ediyorum.
K. E. (28): Her şeyden önce can güvenliği… Güvende olabileceğimiz bir Türkiye hayal ediyorum. Örneğin yakın zamanda yaşadığım bir olayı kısaca anlatayım. Gönüllü olarak bir dernekte çalışıyorum. Türkiye’de master öğrencisi, Almanya’da bir dernekte çalışan bir kadınla workshop sürecinde iyi anlaşmıştık. Almanya’dan iki arkadaşı İstanbul’a ziyarete gelmiş, onlara Balat sokaklarını gezdiriyordum. Fener’in üst kısımlarına, mahallenin içlerine doğru girdik. Aramızda İngilizce konuşuyorduk. Yanımıza bir erkek grubu yaklaştı. “Are you kola, are you disko?” kıvamındalar. Sonrası genç kadınların çok iyi bildiği bir hikâye. Sözlü taciz, kişisel alanı hiçe sayarak yakınında dolanmak vs. O an aklımdan bin bir türlü olasılık geçmesi. Potansiyel kaçış rotası aramam… Bunlar normal mi? Dört kadının sokakta rahatça gezmesi neden bu kadar zor olmalı meselâ? Şimdi “Bu olay başka bir ülkede yaşanmaz mıydı” diye sorulabilir? Evet, yaşanırdı belki ama buradaki soru nasıl bir ülke hayal ettiğimizdi. Ayrıca üzgünüm ama o “başka ülke”lerde de yaşadım. Güvende olmak başka bir hismiş, bunu birinci elden gördüm. Bu ülkenin kadınları daha iyisini hak ediyor.
Ö. H. (39): Kulakları çınlasın Ankara’da bir sokak röportajında bir abi “Herkesin kıyafetine kimse karışamaz, o bayan şu şekil giyinir, bu bayan bu şekil giyinir,” gibi bir şey demişti. Konuşması hasebiyle dalga konusu olmuştu ama haklıydı. Benim bu ülke için en çok istediğim şey kılık kıyafetin artık bir sorun olmaktan, bir önyargı kurma gerekçesi olmaktan çıkması. Buna sol cenahtan bazılarının dindar kadınları “yobaz” diye yaftalaması kadar; dindar kadınların kendi içindeki skalada, bir karış kısa ve bir beden dar giyene “cehennemlik” gibi bakması da dahil.
İnsanın kendi ulaştığı “yüksek” ahlak düzeyini herkesten beklemesi de belki üstencilik, belki kendi ahlak düzeyini ötekilerden üstün görmek de kibir: kendime bunları hatırlatarak diyorum ki Türkiye için istediğim şey her anlamda (ama özellikle sosyo-ekonomik düzeyde) adaletli bir toplum. Bir de özgürlük; düşünce ve yaşam özgürlüğü.