TÜM YAZARLAR

Devamı

    Amerikan üniversiteleri ayakta: 1968 ruhu nasıl Gazze’nin sesi oldu?

    Amerika bir haftadır Gazze için ayakta. Columbia’da başlayan Filistin gösterileri, Teksas’tan Ohio’ya, Georgia’dan California’ya bütün Amerikan üniversite kampüslerine yayıldı. Gösterilerin fitilini Columbia’nın ilk Arap rektörü Minuşe Şefik’in 56 yıllık bir geleneği bozarak kampüse polis sokup, 113 öğrenciyi sadece Filistin için çadır kurdukları için toplu bir şekilde gözaltına kurdurması ateşledi. NYU göstericileri engellemek için Batı Şeria duvarını andıran bir duvar inşa etti, Teksas’ta atlı polisler kampüse girdi, Princeton’da lisansüstü öğrenciler okul kampüsünden atıldı, Georgia’da öğrencilerinin tutuklanmasına tepki gösteren hocalar yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. Trumpçı-Cumhuriyetçi kanaat önderleri bile polis şiddetini kınamaya başladı. Amerika’da bir şeyler değişiyor. 1968’de olduğu gibi.

    Amerika’da üniversiteli gençler bir puta direniyor

    Koca devlet başkanları onursuzca (belki inanmadıkları halde) inkara ve yalana mecbur kaldılar. İnce işleyen kaba bir kuvvetin bu pervasızlığı karşısında ilericilik oyunu oynamalarına göz yumulmuş üniversite gençliğinin vicdanı daha fazla dayanamadı ve patladı. ‘Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar ve cinayet işliyorlar’ dedi gençler. ‘Vay anasını’ dediler. Bir tarafta kendini copla benimsetmek isteyen bir sahte put. Diğer tarafta hakka şahitlik etmek isteyen üniversiteli gençler.

    Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (8): ‘Türban’ savaşlarının traji-komik veçheleri

    Başlangıç yıllarında AK Parti’ye karşı yürütülen muhalefette kullanılan mermilerin çoğu bumerang etkisi görüyor yani dönüp atanı vuruyor, vurulmak isteneni güçlendiriyordu. Bu mermilerden en önemlisi olan ‘türban yasağı’ için zamanında ‘pırlanta’ muamelesi gören öyle argümanlar öne sürülmüştü ki bugünden geriye dönüp bakıldığında gülümsememek elde değil: “Ülkenin huzuru için” Erdoğan, Gül, Arınç’ın eşlerine ricada bulunup başlarını açmalarını isteyen gazeteciler de vardı, onlara hitap edip “talep ettiğiniz hürriyet insan haklarına aykırı, dolayısıyla böyle bir hürriyetiniz yok” diyen Anayasa profesörleri de…

    Bizim küçük edebiyatımız

    Modernleşme tarihi açısından - hemen hemen aynı yıllarda koşmaya başladığımız - Japonya’da ilk Don Kişot çevirileri 1890’larda ortaya çıkıyor. Rusça’ya Don Kişot ilk olarak 1838’de ‘tam haliyle’ çevrilmiş. Türkçe’ye, tam olarak çevrilen ilk Don Kişot nüshası ise 1996 yılında elimizdeydi. Rivayete göre Yaşar Kemal’e, 1957’de hayata gözlerini yuman Arif Dino üç adet Don Kişot hediye etmiş. Üç kere okusun diye! Arif Dino’nun hediye ettiği çeviri hangisiydi acaba? Reşat Nuri’nin eksik, kısaltılmış çevirisi mi?

    Özel, doğrusunu yapıyor: Türkiye’nin önceliği, normalleşme ve merkez siyasetin yeniden inşasıdır

    Ak Parti, daha da doğrusu Erdoğan ve CHP Türkiye’nin ana akımlarıdır. Bunlardan birisinin “tasfiye edilmesi gereken düşman” olarak tanımlandığı bir merkez siyaset söz konusu olamaz. İktidarın en yakın adayı olarak CHP’nin, Erdoğan’ı siyasal rakip yanında, merkezin inşasında partneri olarak da görmekten kaçınmayan bir esneklik taşıması gerekir. CHP ılımlı politikalarla Erdoğan’a ek bir meşruiyet sağlamaz ama ondan soğuyanlarla bağ kurma şansı kazanır. Anayasa diyalogu neden otoriterliğin tuzağına düşmek olsun? Herkesin önüne gelen metni anlayacak temyiz kudreti var.

    Tarsuslu Ermeni kadın…

    Hamburg’da karşıma çıkan Tarsuslu Ermeni hemşerimle konuşurken, annesinin de Hamburg’da kendisiyle birlikte yaşadığını anlattı. Tesadüf ya benim annem de Hamburg’daydı. İki Tarsuslu anneyi buluşturalım dedik. Ben anneme söyledim. Annem “Tamam olur tabii” dedi. Kadını merak etmişti. Ermeni anne ise böyle bir buluşma yapmak istemiyordu. Görüşmeyi kabul etmedi. Kimbilir neler yaşamış ne acılara tanıklık etmişti?

    Irkçılığın en kaba biçimi

    Karabük’te olanlar cinsellik üzerinden ifade bulan bir ırkçılıktır. Konuyla ilgili paylaşımlar sadece siyah kadın öğrencilerin hastalık yaydığını anlatmıyor, siyah erkeklerin de yerli kadınlara hastalık bulaştırdığını söylüyor. İşte bu en katlanılmaz olan! Karabük’te tanık olduğumuz ırkçılık, ırkçılığın en kaba biçimidir.

    İran, Ortadoğu’da tersten oyun kurucu oluyor

    İran Körfez ülkeleri ile ilişkilerini düzeltiyor. 1980’li yıllardaki “rejim ihracına” çalışmanın ve gene 1980’lerde Irak’la harbin yanlışlığından dersler çıkarmışlar. Çin, İran ve Rusya, Mart ayı başında Umman Körfezi'nde son beş yılda türünün dördüncüsü olan küçük bir ortak deniz tatbikatı başlattı. Kısacası İran’ın bölgede profili yükseldi. İran stratejiktir: adım adım hareket eder. Batılılar gibi aceleci değil. Başını doğrudan belaya sokmadan “vekilleri” yoluyla kaos yaratıyor. ABD, Batı Şeria’daki bir İsrail taburuna yaptırım koyuyor. Onlara ABD menşeli silah verilmeyecekmiş. Sanki sadece o tabur uluslararası kuralları ihlal ediyor. ABD’nin bu açıklaması Adalet Divanı tarafından herhalde bir ölçüde dikkate alınır.

    Türkiye-Almanya ilişkilerini 60 kiloluk döner düzeltebilir mi?

    Almanya’da güçlü bir ırkçılıkla mücadele mekanizmasını tesis etmeden, kurumsal ırkçılıkla hesaplaşmadan ve de İsrail-Filistin savaşı karşısında Almanya’daki Müslüman toplulukları kriminalize ettikten hemen sonra Sirkeci Garı’nda “aramızdaki köklü ilişkiler”den bahsetmek, oldukça talihsiz bir duruş. Steinmeier’in koca bir döner balyasının önünde kılıçla döner keserek kamuoyuna sunmak istediği misafirlerini doyuran sevecen dede imajı, Türk-Alman ilişkilerini ideolojiler üstü bir bağlama oturtmaya hizmet etmiyor. Steinmeier’in beklenenin aksine Ankara yerine İstanbul’a inmesi ve İmamoğlu ile görüşmesi, Berlin’in Türkiye’deki muhalefete desteğinin açık bir göstergesi. TAZ Gazetesinden Jürgen Gottschlich’e göre bu buluşmanın arkasında finansal bir destek potansiyeli de var.

    Kediler birer melektir….

    İki farklı tabiat, beklenti, tür arasında ilişki, ortaklık, dahası iletişim kurmak bir meseledir.Ama kediler öğretirler. İnsana ilişki kurmanın, ortak dil üretmenin yegane yolunun, karşısındakinin tabiatını, beklentilerini, endişelerini dikkate almak olduğunu gösterirler.Zamanla bedeniniz bile gevşer, hareketleriniz birbirine uyar, adımlarınız sakinleşir.Her birinin kendine bir has ayrı bir şahsiyet olduğunu keşfedersiniz.

    Diyarbakır’da 35 bin kişi İstiklal Marşı’nı ayakta dinledi; Diyarbakır normalleşme istiyor

    Pazar günü 35 bin kişilik stat, eş başkanlar orada, yaklaşık 8 milletvekili var, 6’sı DEM Parti’li. İstiklal Marşı okundu, herkes ayakta, sonrasında alkışlandı. Ha şimdi İstiklal Marşı’nda ayağa kalkan adam neden belediyede kapalı kapılar ardında hakaret etsin ki? Ki eğer öyle bir şey varsa da toplum buna da tepki gösterir, ‘kardeşim biz sizi bunun için seçmedik, siz işinizle uğraşın’ der.

    Zühtü Arslan’ın armağanı

    Prof. Dr. Zühtü Arslan, bağırıp çağırmadan, parmak sallamadan, polemiğe girmeden, yani AYM eski başkanlarının birçoğundan hatırladığımız kişisel, sınıfsal veya siyasi reflekslerle manevralar yapmadan, sakin ve hukuku önceleyen bir AYM başkanı oldu; bir standart oluşturdu, görev süresi dolunca vakur bir şekilde ve zarif bir reveransla sahneden ayrıldı. Teşekkürler arkadaşım, dostlarını gururlandıran ve bu yazıyı yazdıran doğru duruşun için. Bir yaşam karşılığında kazandığın ve ülkeye bıraktığın bu armağan için.

    Laik-seküler temelli muhalefet olmasaydı, büyük ihtimalle Türkiye de Putinleşirdi

    Bütün otoriter iktidarlar iktidarlarını daha da mutlaklaştırmaya kuruludur; bunun sınırını muhalefetin gücü belirler. Mutlaklık ölçüsü olarak ‘Putinleştirme’yi alırsak, “Rusya neden Putinleşti de Türkiye direniyor” sorusunun cevabı ne olur? Gürbüz Özaltınlı, bu süreçte Türkiye’deki laik-seküler kesimlerin direnişinin rolünün “ihmal edilmemesi gerektiğini” yazdı. Ben bir adım daha atıp şöyle diyeceğim: Bu rolün, başka rollerin yanı sıra zikredilmekten çok daha fazlasını hak eden bir önemi vardı; temel önemdeydi ve devrede olmasaydı büyük bir ihtimalle Türkiye de Putinleşirdi.

    Garsona kaba davranana güvenme!

    “Bana karşı nazik olup bir garsona kaba davranan kişiye güvenmem. Çünkü garsonun yerinde ben olsaydım, bana da aynı şekilde davranacaktı” der Muhammed Ali. Haklı, hem de sonuna kadar. Mültecilere kötü davrananlara da güvenilmez. Çünkü hâalihazırda mülteciler için uygun gördükleri kötülükleri, yarın koşullar değişip de zayıf halka konumuna düştüğünüzde sizin başınıza getirmekten imtina etmeyeceklerdir.

    Seçmen CHP’yi merkeze çekti

    Seçmenin bir ay geçmeden fikrini değiştirdiği yönünde yorumlar yapılıyor. Hatta bugün bir seçim olsa oyların iktidar partisine geri döneceği iddialı bir tez olarak öne...

    Kayyım şampiyonluğa da mı karşı?

    Sanal dünyada sembol savaşları yaşanan şehirlerde, gerçekte haftasonu maça gidip, şampiyonluk isteyen insanlar huzur içinde yaşıyor. Bir devletin esas görevi insanların huzurunu sağlamaktır. Huzuru bu kez devlet kaçırmamalı.

    Amedspor’da rehavet, Iğdırspor’da gayret vardı

    “Sonucun faturasını birilerine kesmeden önce, kendimi sanık sandalyesine oturtmam gerekir. Kastamonu zaferiyle birlikte, duygularıma yenik düştüm ve şampiyonluk ezgilerini her cümlenin kenar süsünde kullandım. Buna rağmen henüz kaybedilmiş bir şey yok; Amedspor üç puan önde ve lider, geriye iki maç kalmış. Bugünkü mağlubiyet bir yol kazasıydı ve telafisi de mümkün. Hepsi bu.”

    Trump mı Biden mi?

    Geçen defadan farklı olarak iktidar tarafında bir Trump heyecanı yaşandığına ilişkin işaretlere rastlamıyorum. Bence Trump’a ihtiyatla bakmakta isabet var. Bunun bizim açımızdan iki başlıca nedeni var. Birinci neden NATO ile ilgili. Trump geçen döneminde milli gelirlerinin %2’sini savunma harcamalarına ayırmayan ülkelere dikkat çekmişti. O ülkelerden biri ülkemizdir. Trump yeniden seçilirse bu konuda iktidarın baskılarla karşılaşması ve ekonomiyi rayına oturtmaya çalıştığı bir dönemde savunma için bunun tersini yapma taleplerine muhatap olması muhtemeldir. Daha önemlisi Trump’ın Netanyahu’ya verdiği desteğin Biden’dan farklı olarak koşulsuz olmasıdır. Bu nedenlerle Biden’ın yeniden seçilmesi sadece demokratik dünya için değil, ülkemiz için de tercih edilmesi gereken olasılıktır.

    Güzel mi oldu, çirkin mi oldu, değil. Önce, Kabataş neden böyle oldu?

    Şehrin önemli bir transfer merkezi olan Kabataş’ta bir düzenleme ihtiyacı vardı. Daha önceki “naif martı projesi’nden ve arkasına yapılmaya çalışılan akıllara ziyan tünel (battı-çıktı) saçmalığından sonra, nihayet “mimari bir fikir”. Kabataş’taki Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği projeden söz ediyorum.Parkı binanın üzerine taşırma fikrinden hoşlandım. Ancak kafamdaki sorular daha da arttı.

    Erdoğan, Beştepe’de muhalif siyasilere yemek de verir mi? Tıpkı II. Abdülhamit gibi?

    Tarih her konuda ve her zaman tekerrür etmese de bazı zamanlar bazı konularda ilginç bir şekilde tekerrür edebiliyor. II. Abdülhamit’in 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından 6 ay sonra Yıldız Sarayı’nda tüm mebuslara verdiği yemek ve burada yaptığı konuşma ile Erdoğan’ın 14-28 Mayıs’tan sonra muhalefete ve topluma yönelik izlediği ‘yumuşama’ siyaseti arasındaki benzerlikler gibi.

    31 Mart sonrasının hayret verici gündemi nasıl açıklanır?

    Seçim sonuçları bir ayrımı gerçek haline getiriyor: Ankara’ya karşı taşrayı, valiye karşı belediye başkanını tahkim ediyor. “Yeter Söz Milletin” şiarında karşılığını bulan halka dayanma bu defa yerel yönetimler üzerinden bir karşılık buluyor. Bu ayrım muhalefetin kazanmasının sebebi değildir, aynı zamanda güçlü olmayı sürdürmesinin koşuludur da. Bu sezgi düzeyinde kavranıyor olacak ki seçim zaferinin hemen akabinde Özgür Özel “Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır” demekten geri durmadı. Zaferin sebebi şüphesiz doğru teşhis ediliyor, hatırlanmalı ki anlık bir zaferin kalıcı bir duruma dönüşmesi de “devlete karşı milleti” bir şiara çevirebilmek.

    Film düzeltmenliği

    “Düzeltme şart!” da… “İcapsız düzeltmecilik” diyebileceğim bir patoloji var. O mevzuya film eleştirmenliğinin eğri, kırık bir dalı olarak -tabiri caizse- “film düzeltmenliği”yle değinmeye çalışacağım. Nuri Bilge Ceylan filmleri bir bakıma öyle münasebetsizliklerin de yarıştığı geleneksel “eleştiri”, “yağdırma” festivali. Her filminde saklı ya da potansiyel bir “Ben olsaydım mesela” sendromu… Hem de “gölgelerin gücü adına güç bende artık” tavrıyla.

    İslamcılık ve Kemalizm: Hangisi daha orijinal?

    İki modernleşme hareketi. Çeşitli açılardan karşılaştırılabilir. Ben bu yazıda sadece özgün düşünme kabiliyeti açısından ikisini mukayese etmek istiyorum. İkisi de iktidar olmuş. İkisi de yeterince rezil olmayı başarmış ideolojiler. İkisinin de yerine göre faziletleri var. Acaba İslamcılık mı yoksa Kemalizm mi özgün düşünme noktasında daha iyi bir zemin sunuyor?

    Bir benzerlik hikayesi: Denizli Hadisesi

    Erdoğan’ın “Kuvayi Milliye ne ise Hamas da işte aynen odur” sözlerine tepki gösteriliyor.Tepkiler sadece Hamas ile ilgili ideolojik önyargıları ortaya koymuyor, Kuvvayi Miilliye konusundaki tarihi bilgilerin ne kadar kof olduğunu gösteriyor. Mesela 9 Temmuz 1920’deki Denizli Baskını’nı bugün kimse hatırlamıyor.

    Ebrar Karakurt, Moskof ayazını unutur mu?

    Bu hafta Rusya Kadın Voleybol Şampiyonası’na siyaset karıştı. Rusya’nın en eski kadın voleybol takımlarından Dinamo Moskova, yarıfinalde Ebrar Karakurt’un yıldız oyuncusu olduğu Locomotive Kaliningrad karşı 2-3 kaybetti. Fakat Dinamo oyuncuları yenilgiyi kabullenemedi. Önce Dinamo Moskova kaptanı Natalya Ebrar’a el hareketi çekti, ardından Dinamo CEO’su Elena Godiva Ebrar ve takım arkadaşlarının “eşcinsellik propagandası ve satanistlik” yaptıklarını söyledi. Varlığını Kremlin rejiminin istibdadına borçlu olan Elena Godiva nam-ı diğer Goncagül, yenilgiyi hazmedememiş, ağlayarak Kremlin’e ihbar mektubu yazmıştı. Eşcinsel hareketin terör örgütü kabul edildiği, eşcinsellerin 10 yıla kadar hapis cezasıyla yargılandığı Rusya’da gündem olan bu ihbar mektubu, Stalin döneminde eşcinsel olduğu iddiasıyla fişlenen ve sadece bu yüzden yargılanan 60 bin kişinin ve sosyal ölüme terk edilen eşcinsel yazarların, şairlerin yaşadıklarını hatırlatıyor.

    Seküler hayat tarzının gizli çekiciliği ve otoriterliğe karşı direnişteki rolü

    Gündelik hayatı yaşama biçimini koruma güdüsü, iktidarların onu değiştirme, dönüştürme arzusundan daha güçlüdür. Türkiye’de seküler kesimlerin muhafazakâr-otoriter iktidarın kendi yaşam tarzlarına müdahalelerine gösterdiği direniş bu gerçeği bir kez daha teyit etti. İlaveten: Gündelik hayatın seküler tarzının dindarlar için de gizli bir çekiciliği vardır ve muhafazakâr-otoriter bir iktidar seküler hayat tarzlarını kısıtlama eğilimine girmişse, bunda bunu bilmesinin ya da sezmesinin de önemli bir payı vardır. Yani muhafazakâr-otoriter bir iktidar seküler hayatı frenleme çabasına girdiğinde karşısında biri açık öbürü gizli-örtülü iki ayrı direniş cephesi bulur.

    CHP’de değişim Kemalizme rağmen mümkün müdür?

    Kemalist felsefe ile Kürtlük mefkuresi arasında “varoluşsal bir karşıtlık” varken ve eninde sonunda her iki taraf da bu gerçeklikle yüzleşmek durumundayken, müzmin muhaliflikten çıkıp “2028’de iktidarı hedefleme” sorumluluğunu üstlenen CHP’nin bu konuda nasıl bir formülasyon geliştireceği merak konusudur. Kürt meselesi ile “CHP’nin baba ocağı kodları” yani “Kemalizm” arasında çözülmesi gereken hususlar, cevaplandırılması gereken sorular, klasik muhalif bir nazarla, iktidar bloğunun tavrına göre şekillenen konjonktürel kaçamak cevaplarla geçiştirilemeyecek kadar ciddi, hayati bir meseledir.

    Merkez ve yerel: İşbirliği mi rekabet mi?

    Türkiye’de bazen yerel siyaset, “küçük siyaset” veya “mikro siyaset” olarak düşünülür. Hatta “marjinal bir siyaset alanı” gibi görülür. Oysa ki yerel siyaset ile merkezi siyaset arasında bir büyüklük-küçüklük farkından söz etmek, bir önem hiyerarşisi kurmak, bu çağda çok gerçekçi değil. Uluslararası alandaki yeni demokratik bakış açısına göre, yerel siyaset, ulusal siyasetle tamamen eşit düzeyde. Ülkeler arası ilişkilerin, yerel yönetimler üzerinden gelişmesinin, merkezi yönetimlerin kurduğu ilişkilerden daha olumlu sonuçlar üretmesi de mümkün.

    Erdoğan’ın yolu…

    Erdoğan’ın seçim sonuçlarını, muhalefetin başarısı olarak değil, kendi seçmeninin küskünlüğü etrafında ele aldığı görünüyor. Küskünlüğü de konuşmasının satır aralarında görüldüğü gibi iki nedene bağladığı söylenebilir. İlki AK Parti teşkilatında ve siyasi uygulamalarda “enerji” düşüklüğü ve orta-dar gelirlerinin ölümcül sorunu haline gelen enflasyon/hayat pahalılığı...Tahminim o dur ki, siyasi iktidarın seçim sonrası alacağı tedbirlerin ana çerçevesi bu olacaktır. Bu istikamette en büyük gerginlik disiplinli maliye politikaları ile Erdoğan’ın maaş zamları konusunda popülizant eğilimleri arasında yaşanacaktır.

    Sınıfta kalan sınıfsallık

    Bu bayramı sosyal medyada neyin sınıfsal olduğunu birbirimize öğreterek geçirdik. Denizden çıktıktan sonra Pınar hamburger yemek sınıfsal deniyor, Kuzguncuk’ta fıstıklı kurabiye almak, Melike Demirağ’ın meşhur şarkısındaki gibi balık ekmek yemek, tatile gitmek hatta Eminönü’nde volta atmak… “Sınıfsal” tabiri aslında kabaca “yokluğu bilmeyenler var” anlamında kullanılıyor… Yoksulluk bir çeşit lisans gibi. Herkes yoksulluktan mezun olduğunu söylemek istiyor. Halbuki romantik, kökü olmayan bir düşünce bu. Maalesef, çok açıkça yazacağım, yoksulluk insanı geliştirmiyor.