Çemberimde Gül Oya dizisinden…
Tek tek hatırladık. İnadına unutmadık. Geçmişin tüm acılarını boynuma astığım bir çember kapatmıştı (Çemberimde Gül Oya, Final bölümü).
Hayatımızın son 20 senesinin kesik film şeritleri halinde gözümüzün önünden geçtiği günler yaşıyoruz. Sahi ne yaşadık biz? Bunun hikâyesi anlatılabilir mi? Yazsak roman, oynasak dizi olur mu? Belki de zaten oynanmıştır?
Bu hikâye İstanbullu okumuş kızın Anadolu’da bir konağa gelin gitmesiyle mi başlamıştı? Yoksa imkânsız bir aşkla, berdelle ya da İkinci Bahar‘ını arayan Türkan Şoray ve Şener Şen’le, aldatan kocasından kurtulmaya çalışırken yeni bir aşkla karşılaşan Aliye’yle mi? Bütün bu dizilerde sevenlerin kavuşmasını, kötülerin cezalandırılmasını, iyilerin ödüllendirilmesini, yalnızların aşkı bulmasını, çocukların mutlu olmasını, geleneklerin hafiften törpülenmesini, duyguların coşmasını beğeniyle izledik. Sonra darbelerden darbelere koşan Hatırla Sevgili’nin sonunda, kırda kurulan uzun sofrada herkesin birbiriyle tanışık, barışık, mutlu olmasını… Hayatta mümkün gözükmeyenin baharın sonunda yayınlanacak final bölümünde mümkün olmasını bekledik.
İşte bu bekleme ve beklediğinin sürekli ertelenmesi, tam da dizi izlemenin keyfinin yattığı yer… Bahsettiğim türden melodramlar, izleyiciye açıkça taraf tutturur ve hepimiz iyinin tarafında olduğumuzu varsayarız. Melodramın sağlayacağı adalet içimizi rahatlatsın diye bekleriz. “Kötü adam” bu yüzden çekilir hale gelir. Geride bırakmak istediğimiz her şeyi ona yükleriz. Aldatan erkeğe beddua eder, kötü adamı oynayan oyuncuyu sokakta görünce lanetleriz. Bizler, izleyiciler, iyilerizdir. Kime ve neye göre diye sormayız. Ortak hedefimize doğru ilerleriz. Bu hedefin dışında kalanları ise, nasıl diyelim, pek görmeyiz.
Fakat sonra bir şey oldu. 2010’lardan sonraydı sanırım. Dizilerin rengi değişti. Türkiye’nin de atmosferi… Ters köşeler, aldatmacalar, geri/ileri gidişler hem siyasette hem senaryolarda baş döndürürken melodramatik bir adaleti hayal etmek zorlaşmaya başladı[1]. Merhamet dizisi mesela. Finalinde, tam da iyiler kazandı derken, merhametin de adaletin de nasıl imkânsızlaştığını izlemiştik. Usta senarist Mahinur Ergun boşuna böyle final yazmazdı ya. Biz bu dönemde dizilerde adaletin nasıl yerini bulduğunu değil, adaletin ne olduğunu sorgulamaya başladık. Zira artık iyiyle kötüyü ne belirler, bunu tartışmaya açıyordu diziler. Adaleti tesis etmek için yasalar çiğnenir mi (Karadayı)? İntikam adaleti tesis eder mi (Ezel)? Aşka giden yolda suça karışmak mübah mıdır (Poyraz Karayel)?
Bundan sonrası yokuş aşağı… Bir yandan Game of Thrones gibi diziler dünyayı kasıp kavururken diğer yanda kötülerin giderek sempati kazandığı, iyilerin sürekli dersini aldığı, artık umut etmenin imkânsızlaştığı karanlık hikâyelere, yani Çukur’a düştük tabiri caizse. Artık seçeneklerimiz yok, sadece hayatta kalmayı becermeliyiz. Zorunluluklarımız ve kısıtlarımız var. Sevdiklerimiz yalancı. Kötüler ensemizde. İyiler güçsüz. Lakin içimizde iflah olmaz bir “izleyici” var. Pervaneler gibi mutlu olmak için sona koşup finalde yanıp kavruluyoruz. Ters köşelerden yorulduk, mutlu sona hasret kaldık.
Muhteşem Yüzyıl. “İdrak et Süleyman unutma tevazu içinde ol,
bütün şeref ve irade senin değildir.”
Üstelik daimi bir psikolojik şiddet halinde yaşıyoruz. Aldatılan kadın aldatılmayı kabullenip susmadığı için Sadakatsiz kocası tarafından defalarca suçlanıyor. Psikoloji dizilerinde bile kurban hatalı çıkıyor. Şiddet gösteren erkeği seçen, şiddete uğrayan kadınmış mesela. Ne yapsak suçlusu biziz yani. Hastalansak maske takmamışız. Çocuğu iyi bir okula göndermediğimiz için başarılı olamamış. Doğru mesleği seçmemiş işsiz kalmışız. Doğru diziye başlamamışız yayından kalkmış. Sürekli azarlanıyoruz. Birileri bağırıyor: “Bunlar” diyor; “Kindar…” diyor; “Sürtük…” diyor; “Bre ahlaksız, bre adi…” Bir yandan gaslighting, diğer yandan love–bombing… Her şeyin iyisi bizde… Işıltılı ekonomi, pırıltılı havaalanı, ver mehteri, Diriliş Ertuğrul… Dünya bizi kıskanıyor.
Sonrası? Sonrası Sıcak Kafa. Kıyamet ve sonrası… Salgın ve kurtulanlar… Zombi saldırısı ve kaçanlar… Yıkım ve sağ kalanlar… Son beş seneyi yaşamadık gibi, dedim geçen gün bir arkadaşıma. Sanki bu sefer boş mezara yatıp bekleyen Muhteşem Yüzyıl’daki Süleyman değil de izleyiciydi. Üstelik bizimki büyük bir zaferin kibrini törpülemek için değil; korkudan, yorgunluktan, öfkeden, bezginlikten dolayı. Artık iyilerin gelmesini bekleyecek takatimiz kalmamış. Ölememişiz ama yaşamamışız da.
Çemberimde Gül Oya.
Yorulmadık mı? Yorulduk. İçimizdeki o mutlu son isteyen izleyici vazgeçti mi? Tam vazgeçiyordu ki, hiçbir şey olmadıysa da bir şey oldu. Bir sakinlik çöktü üzerimize. Bağıran çağıran değil; ikna eden bir ses geldi. Düşman değiliz. Kötü değiliz. Nursema dara düşünce o bir türlü sevemediği Doğa’yı arıyor. Alev kapısını açıyor, “Daha iyi olacaksın” diyor. Daha iyi olacağımıza inanıveriyoruz. Yaralarımız tam iyileşmese de, ayağa kalkıyoruz. Korkulu bir umut. Sakin bir güç. Derin bir nefes…
Bu bahar mutlu bir sezon finali gelir mi?
_________
[1] Akınerdem&Sirman (2018) Türkiye’nin Atmosferi ve Yerli Diziler Üzerine bir Diyalog. 60pages.com