Eleştirmenler tarafından kınanan ve alaya alınan Indiana Jones ve Kader Kadranı -serinin beşinci ve son filmi- modernitenin temel sorunlarından biriyle yüzleşiyor: Fantezi ve gerçekliğin birbirinden ayrılması. 1969 yılında geçen hikâye, Jones’un zamanda yolculuk yapma gücü verdiğine inanılan eski bir cihazı -kadranı- bulma çabalarına odaklanıyor. Karısı Marion’dan ayrı yaşayan ve oğullarının ölümünün ardından depresyona giren Jones’a, vaftiz kızı Helena yardım ederken, kendileri gibi Kadran’ın peşinde olan yeni nesil Naziler tarafından takip edilirler. Filmin en can alıcı sahnesinde Jones ve Helena, M.Ö. 212 yılındaki Siraküza Kuşatması’na geri dönerler.
Burada zaman makinesini icat eden astronom Arşimet’le karşılaşırlar. Jones, 1969 Amerika’sında geri dönebileceği bir hayatı kalmadığına inanarak geçmişte kalmak, büyük bir tarihi anın ortasında yaşamak ister. Ancak Jones’tan vazgeçmeyi reddeden Helena, onu bayıltır ve onunla birlikte modern dünyaya geri döner. Evinde uyanan Jones, Marion ile yeniden bir araya gelir ve Helena gülümseyerek uzaklaşırken kucaklaşırlar.
Fakat bu mutlu çözüm bana kalırsa filmin sonunun acı sonuçlarını tam olarak gizleyemiyor. Antik Yunanistan’dan kovulan kahraman-profesör artık kurak bir ev hayatıyla karşı karşıyadır.
En sert eleştiriler, çeşitli şekillerde tuhaf (klasik Hollywood güzellik ve erotizm standartlarına göre) ya da Woke, ataerkil kadınsı cazibe klişelerinin altını oyan bir başrol oyuncusu olarak sunulan, Phoebe Waller-Bridge tarafından canlandırılan, Helena karakterine yönelikti.
Ancak Helena ne bir seks sembolü ne de toplumsal cinsiyete yönelik Woke tutumların bir örneğidir:
Helena sadece iyilikle birleştirilmiş gündelik oportünizm unsurunu, yani gerçek hayat denilebilecek bir dokunuşu ortaya koymaktadır. Yeni Indiana Jones Filmi aslında doğrudan Helena hakkında gibi; Helena Indy’nin hazine avı maceralarının fantezi dünyasına çekilen gerçek dünyadan bir kişilik.
Matrix’in “gerçeğin çölüne hoş geldiniz” temasının bir varyasyonu olarak, yani koruyucu yanılsamalarımızın hepsi yıkıldığında ve gerçek dünyayla tüm acımasızlığıyla yüzleştiğimizde ne olacağı meselesi (Indiana Jones ve Kaderin Kadranı, Barbie, Oppenheimer, Ben Başak Burcuyum gibi filmler) kahramanların gerçek ile hayal ve hayal ile gerçek arasında gidip geldiği son dönem filmlerin ana temalarından biri.
Barbie ve Ken, mükemmel olmayan bebekler oldukları için ütopik Barbie Ülkesi’nden kovulduktan sonra, gerçek dünyaya doğru bir keşif yolculuğuna çıkarlar. Ancak orada buldukları şey, benliğin derin bir ifşası değil, gerçek hayatın kendi fantezi dünyalarından bile daha boğucu klişelerle dolu olduğunun farkına varmalarıyla sonuçlanır. Oyuncak bebek çift, Barbie Ülkesi’nin ötesinde sadece acımasız bir gerçeklik olmadığı, Barbie ütopyasının da bu acımasız gerçekliğin bir parçası olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırlar. Çünkü Barbie Ülkesi gibi fanteziler olmadan, bireyler gerçek dünyaya katlanamazlar.
İşte Christopher Nolan’ın Oppenheimer’ı bu gerçekliğe giriş fikrini karmaşıklaştırıyor. Filmin teması sadece akademinin cennetinden savaşın gerçek dünyasına, yani zihinden cepheye geçişi değil, aynı zamanda bilimin meyvesi olan nükleer silahların gerçeklik algımızı nasıl paramparça ettiğini de anlatıyor. Çünkü nükleer patlama günlük hayatımıza ait olmayan bir şey.
Teorik bir fizikçi olan Oppenheimer, Ağustos 1942’de kurulan ve ABD için atom bombasını geliştiren Manhattan Projesi’ni yönetmişti. Oppenheimer, nükleer silahların yayılmasını yavaşlatmaya çalışan gruplarla ilişkisi nedeniyle 1954 yılında yetkililer tarafından Komünist olarak damgalandı.
Oppenheimer’ın duruşu cesur ve etik olsa da, kendisi yarattığı cihazın varoluşsal sonuçlarını hesaba katmakta başarısız olmuştu.
Filozof Günther Anders, “Krallığı Olmayan Kıyamet” adlı makalesinde “çıplak kıyamet” kavramını ortaya atar: “Yeni, olumlu bir durumun (‘krallığın’) açılışını temsil etmeyen, yalnızca çöküşten ibaret olan kıyamet.”
Anders’e göre, nükleer bir felaket çıplak bir kıyameti temsil edecektir: Bundan yeni bir krallık doğmayacak, sadece dünyanın tamamen yok olması söz konusu olacaktır.
Oppenheimer bu çıplaklığı kabullenememişti. Upanişadları orijinalinden okumak için Sanskritçe öğrendiği 1930’ların başından beri ilgi duyduğu Hinduizm’e daha fazla kendini adayarak, gerçeklikten kaçmıştı. New Mexico’daki Trinity testinde atom bombasının ilk patlamasından sonra hissettiklerini anlatan Oppenheimer, Krishna’nın Arjuna’ya söylediği Bhagavad Gita’dan bir alıntı yapar: “Şimdi ben Ölüm oluyorum, dünyaların yok edicisi!”
İnsanların Oppenheimer ile en çok bağdaştırdığı cümle bu olsa da, Oppenheimer, Gita’dan başka bir pasaj daha alıntılamıştı: “Binlerce güneşin ışıltısı bir anda gökyüzünde patlasa, bu kudretli olanın görkemi nev’inden olurdu.”
Nükleer patlama böylece ilahi bir deneyime dönüşür. Fizikçi Isidor Rabi’ye göre, başarılı nükleer patlamadan sonra Oppenheimer’ın zafer kazanmış gibi görünmesine şaşmamak gerekir:
“Oppenheimer’ın yürüyüşünü asla unutmayacağım; arabadan inişini asla unutmayacağım… Yürüyüşü High Noon filmindeki gibiydi… kasıla kasıla.. bir payanda gibi… Başarmıştı.”
Oppenheimer’ın Gita’ya duyduğu hayranlık, kuantum fiziğinin metafizik çıkarımlarını Doğu geleneklerinde temellendirmeye çalışan uzun geleneğe aittir.
Ancak Nolan’ın filmi, her türlü ruhani derinliğin çağrıştırılmasının, bilim tarafından yaratılan yeni bir gerçekliğin dehşetini nasıl gizlediğini göstermekte başarısız oluyor.
“Çıplak kıyamet” ya da kefareti olmayan felaketle etkili bir şekilde yüzleşmek için, ruhani derinliğin tam tersine ihtiyaç vardır: Tamamen saygısız gülünç bir ruh.
Holokost hakkındaki en iyi filmlerin, Pasqualino Settebellezze (1974), Life is Beautiful (1997) gibi komedi filmleri olduğu hatırlanmalı. Bu Holokost’u önemsizleştirdikleri için değil, bunun “trajik” bir hikâye olarak anlatılamayacak kadar çılgınca bir suç olduğunu zımnen kabul ettikleri için.
Bunu günümüzün dehşet ve tehditlerini gözümüze sokarak yapmaya cesaret eden bir film var mı?
I’m a Virgo (Boots Riley’nin 2023 yılında yayınlanan mini dizisi), Oakland, Kaliforniya’da teyzesi ve amcası tarafından büyütülen dört metre boyundaki 19 yaşındaki siyahi Cootie’nin hikâyesini anlatıyor.
Cootie’nin iki koruyucu gardiyanı, hayatlarını onun güvende ve gözlerden uzak olmasını sağlamaya adamıştır. Ancak reklamlar, çizgi romanlar ve popüler kültürle büyüyen Cootie, dünyaya bir tabula rasa olarak değil, tüketici kitle ideolojisi tarafından beyni yıkanmış olarak adım atar. Garip bir şekilde arkadaş edinmeyi, iş bulmayı ve aşkı bulmayı başarır, ancak çok geçmeden dünyanın göründüğünden daha uğursuz olduğunu keşfeder. Cootie bir katalizör görevi görmektedir, ortak sosyal gerçekliğimize girişi tüm karşıtlıkları ve gerilimleri (ırkçılık, tüketim kültürü, cinsellik, vd…) ortaya çıkarır.
Peki, I’m a Virgo bunu nasıl yapar? The Wrap için yazan zeki bir eleştirmenin fark ettiği gibi: “Ağır temalar sizi yanıltmasın I’m a Virgo kesinlikle çılgın anlarla dolu bir komedi.”
Riley absürdü gerçek hayattaki bariz durumlara dikkat çekmek için kullanır. Riley, Wired’a verdiği demeçte, “Büyük çelişkiler beni cezbediyor. Kapitalizmin çelişkileri ve bu çelişkilerin nasıl işlediği yaptığımız neredeyse her şeyde kendini gösterecektir” demişti.
Riley’nin dehası da burada yatıyor: İki trajik olgunun (dünyamıza fırlatılmış dev bir ucube ve küresel kapitalizmin temel çelişkileri) birleşiminden ışıltılı bir komedi çıkıyor. Buradaki komik ve tuhaf etki, ideolojik fanteziler ve gerçeklik karşı karşıya gelmediği için ortaya çıkıyor: En karanlık gerçekliklerin kalbinde fantezilere rastlıyoruz.
Korkunç suçların failleri, suçlarını cesurca işleyen şeytani canavarlar değildirler, onları motive eden fanteziyi sürdürmek için suç işleyen korkaklardır. Stalinistler yeni bir toplum yaratmak için milyonları öldürmüşlerdi. Komünist projelerinin başarısız olmaya mahkûm olduğu gerçeğinden kaçınmak için milyonları öldürmeye devam etmek zorunda kaldılar.
Rob Reiner’ın Birkaç İyi adam (1992) filminde avukat Daniel Kaffee’nin (Tom Cruise) Albay Nathan Jessep’i (Jack Nicholson) çapraz sorguya çektiği ve “Gerçeği istiyorum!” dediği, Jessep’in ise “Sen gerçekle başa çıkamazsın!” diye bağırdığı o doruk noktasını çoğumuz hatırlayacaktır. Bu cevap göründüğünden daha muğlaktır: Basitçe çoğumuzun dünyanın acımasız gerçekliğiyle başa çıkamayacak kadar zayıf olduğumuzu iddia ettiği düşünülmemelidir.
Birimiz bir tanığa Holokost’un gerçekliğini sorsak ve tanık da “Gerçekle başa çıkamazsın!” diye haykırsa bu, çoğumuzun Holokost’un dehşetini kaldıramayacağı şeklindeki basit bir iddia olarak anlaşılmamalıdır.
Daha derin bir düzlemde, gerçekle başa çıkamayanlar Nazi faillerinin bizatihi kendileriydi. Toplumlarının 1930’ların ekonomik ve sosyal krizlerinden geçtiği gerçeğini bir türlü kabul edemediler ve bu rahatsız edici içgörüden kaçınmak için Yahudileri hedef alan bir toplu katliam çılgınlığına giriştiler. Sanki Yahudileri öldürmek bir şekilde mucizevi bir şekilde uyumlu bir sosyal toplumu yeniden kuracakmış gibi…
Fanteziden gerçekliğe geçişle ilgili hikâyelerin son dersi de burada yatıyor: Gerçekle yüzleşmekten kaçınmak için sadece fanteziye kaçmayız, fantezilerimizin beyhudeliğine dair yıkıcı gerçekten kaçınmak için de bizatihi gerçekliğe kaçarız!
Kaynak: https://www.newstatesman.com/the-weekend-essay/2023/07/barbie-oppenheimer-fantasy-reality-truth-films
Çeviri: Hasan Ayer