Masha Gessen’in Bremen’den Hannah Arendt Siyasi Düşünce Ödülü’nü alırken yaptığı konuşma…
“Mukayese dünyayı tanımamızın temel yoludur.”
İzninizle karşılaştırmalar hakkında konuşacağım.
Neden kıyaslama yapıyoruz? Öğrenmek için karşılaştırırız. Dünyayı bu şekilde anlarız. Bir renk sadece diğer renkler arasında bir renktir. Bir şekil ancak diğer şekillerden farklı olduğu sürece bir şekildir. Bir duygu ancak diğer duyguları tecrübe etmişseniz bir duygu olabilir.
Karşılaştırma dünyayı tanımamızın yoludur. Yine de birbiriyle kıyaslanamayacak şeyler hakkında bazı kurallar koyarız. Elma ve portakalları ele alalım. Neden onları karşılaştırmayasınız ki? Her ikisi de meyvedir, her ikisinin de tatlılığı vardır, biri genellikle diğerinden daha ekşidir, birinin dışında yenmeyen bir kısım, diğerinin içinde yenmeyen bir kısım vardır, her ikisi de farklı olsa da kalori, besin ve vitamin içerir ve her ikisinden de meyve suyu yapabilirsiniz, fakat her biri için farklı türde araçlara ihtiyacınız vardır. Bunlar bana elmaları ve portakalları tanımanın faydalı yolları gibi görünüyor.
Tüm karşılaştırmalar anlamlı değildir. Öğrencilerin -genç yazarların- metaforları, benzetmeleri ve analojileri açıklamak yerine belirsizleştirecek şekilde kullandıklarına sıkça şahit oldum. Bu çoğunlukla sıradan, tanıdık -bildiğimiz- bir şeyi, hayal etmesi daha zor bir şeyle karşılaştırdıklarında oluyor. Kendimi sık sık öğrencilere açıklamalar yazarken buluyorum, esasen onlardan yalnızca açıkça hayal edilebilen şeylerle karşılaştırma yapmalarını istiyorum.
Batı dünyası ve özellikle Almanya, Holokost’u hayal etmek için çok fazla zaman, çaba, para, yaratıcılık ve siyasi enerji harcadı. Holokost’u hayal etmek, hafızalaştırmak adına elimizde hazır bulunan bir dil, bir çok imge ve pek çok veri var. İnsanların Holokost’a dair ortak imge ve anı yaratmasını oldukça kolaylaştırdık.
Yine de bu konuda bir kıyaslama kaidesi var (ve bu kesinlikle Almanya’ya özgü değil); hiçbir şeyi Holokost ile kıyaslamamak gerektiğine ilişkin bir kaide. Burada bir paradoks gizlidir: Holokost’u çok ayrıntılı bir şekilde tasavvur ediyoruz, ancak temelde hayal bile edilemez olduğunu düşünüyoruz. Holokost bizim kavrayamayacağımız türden bir şeytanilik. Oysa şu anda olan herhangi bir şey, tanımı gereği, hayal edilebilir. Onu görebiliriz ve anlayabiliriz. ABD sınırında ebeveynlerinden koparılan ve gözaltında tutulan küçük çocuklar bile, ekranlarımızda resimlerini gördüğümüzde ve ses kayıtlarında seslerini duyduğumuzda hayal edilebilir hale geliyorlar.
Bu nedenle, Temsilci Alexandria Ocasio Cortez 2019’da göçmen gözaltı tesislerini tanımlamak için “toplama kampları” kelimelerini kullandığında, bu karşılaştırma, diğer nedenlerin yanı sıra, ABD hükümetinin düzenli bir uygulaması olan hayal edilebilir olanı hayal edilemez olanın yanına yerleştirdiği için tepki çekmişti. Görüldüğü, duyulduğu, tanık olunduğu için hayal edilebilen her şey bize Holokost ile kıyaslanamazmış gibi geliyor.
Herhangi bir şeyi Holokost ile kıyaslama ihtimalini ortadan kaldırmak için kullanılan ifadelerden bazıları “Holokost’u seviyelendirme”, “Holokost’u göreceli hale getirme” ve paradoksal bir şekilde “Holokost’u evrenselleştirme “dir. Holokost’un tekilliğini yeniden teyit eden bu ifadelerin “bir daha asla” ifadesiyle bir ilişkisi vardır.
Bu ifade hakkında çok düşündüm, diğer şeylerin yanı sıra, bana İngilizce’de olduğu kadar Almanca’da da pek bir anlam ifade etmediği söylenen “bir daha asla (şimdi)” şeklindeki tuhaf varyantı yüzünden buna uzun süre kafa yordum. Bana bir tür sihirli sözcük gibi geliyor. Ancak “bir daha asla” siyasi bir projeden ibaret. Bu bir amaç. Her zaman öyleydi. Şeylerin oldukları halleriyle kalmadığı bir amaç. Belki de bu yüzden “şimdi” beni bu kadar rahatsız ediyordur.
Siyasi bir proje, şimdiki zamanda, dünyada, insanlar arasında gerçekleşen bir şeydir.
Hannah Arendt tüm entelektüel hayatını siyaseti neyin oluşturduğu üzerine düşünerek geçirmiştir. Ona göre siyaset, bu dünyada birlikte nasıl yaşayacağımızı bulduğumuz bir alandı; bir tartışma, düşünme ve yeni olasılıklar yaratma alanıydı. Holokost’tan sonra, Holokost’u tekrarlamadan bu dünyada nasıl birlikte yaşayacağımızı bulduğumuz bir mekândır siyaset.
Holokost’un tekrarlanmasını önlemek için siyasi olarak icat ettiğimiz yapılardan biri de uluslararası insancıl hukuk, özellikle de sivillerin korunmasına yönelik kanunlardır. Bu aynı zamanda Uluslararası Ceza Mahkemesi, savaş suçları mahkemeleri ve evrensel yargı yetkisine sahip mahkemeler gibi uluslararası içtihatların da çerçevesini oluşturmaktadır. Soykırım kavramı da Holokost’un bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Hukuk genellikle bir şeyi diğeriyle karşılaştırarak işler. Bu dava o davaya benziyor mu diye bakar? Her vakanın kendine özgü detayları vardır. Bir yayaya çarparak ölümüne neden olan bir araba, başka bir arabanın tam tersi yönde seyretmektedir veya farklı bir marka ve renktedir. Bunlar iki vakayı önemli ölçüde farklı kılmaz. Yayanın ne yaptığının bir önemi var mıdır? Görüş mesafesi ne kadardır? Ya da kırmızı ışıkta geçip geçmedikleri, telefonlarına bakıp bakmadıkları? Daha önce sürücüye hakaret etmiş olmaları ya da olmamaları? Sürücünün çocuğunu mu öldürmüş olup olmamaları? Bunların hepsi önemli detay ve karşılaştırmalardır.
Son iki yılın büyük bir bölümünü Ukrayna’daki savaş ve özellikle de Rusya’nın Ukrayna’da işlediği savaş suçları üzerine haber yaparak geçirdim. Ve Holokost’la hesaplaşma sonucu ortaya çıkan kavramların, Holokost’la karşılaştırmaların sadece uluslararası hukukçuların değil, Bucha gibi yerlerdeki yerel dedektiflerin ve sıradan insanların da konuşmalarına nasıl girdiğini gözlemledim.
Onları sürekli olarak şu soruları irdelerken buluyordum: Soykırım nedir? İnsanların zorla Rusya’ya nakledilmesi soykırımın bir parçası mıdır? Soykırım, bunu gerçekleştiren insanların bunu soykırım olarak düşünmesini gerektirir mi? Soykırım kasıt gerektirir mi? Açıkça ifade edilmiş bir niyet gerektirir mi? Diğer soykırımları ve bu yasal çerçevelerin oluşturulmasını hızlandıran soykırımı düşünmeden bunları değerlendiremeyiz.
Sanırım artık Gazze Şeridi’ni Nazi işgali altındaki Avrupa’daki bir Yahudi gettosuna benzetmemi tesadüfen yapmadığımı anlamışsınızdır. Dün bir muhabir bazı farklılıklara işaret ederek bu karşılaştırma konusunda bana meydan okudu: Yahudi gettoları Gazze’den daha kalabalıktı; insanlar gettoyu terk edemiyordu ve Gazze’de olduğu gibi modern silahlar gettoya sokulamıyordu. Bu alışveriş bana pek çok kültürde var olduğunu düşündüğüm bir şakayı anımsatıyor. Bir adam bir kadına cinsel ilişki karşılığında astronomik bir miktar para teklif eder. Kadın onunla yatmayı kabul eder; diyelim ki bu miktar 10 milyon dolar olsun. “Benimle 10 dolara yatar mısın?” diye sorar. Kadın öfkelenerek, “Benim ne olduğumu sanıyorsunuz?” diye cevap verir. “Biz senin ne olduğunu zaten biliyoruz. Sadece fiyat üzerinde pazarlık yapıyoruz.” Keşke seks işçiliğini damgalamayan bir fıkra bulabilseydim de bu düşünce yapısını, yani her şeyin özünde benzer olup ayrıntılarda farklılık gösterebileceğini anlatabilseydim.
Gazze ile getto arasında bu karşılaştırmayı yaptığımda, “açık hava hapishanesi” gibi kötü bir metaforun hakim olduğu bir söyleme orijinal bir katkıda bulunduğumu düşünmüştüm. O zamandan beri bu benzetmenin en az yirmi yıl öncesine dayanan bir geleneği olduğunu öğrendim. Haziran 2003’te İngiliz siyasetçi Oona King, The Guardian için İsrail-Filistin gezisini anlatan bir makale yazdı. Gazze Şeridi’ndeki ilk gününde bir helikopter saldırısı sonucu bir kadın ve çocuğu ölmüş, onlarcası da yaralanmıştı. King şöyle yazdı: “Yahudi devletinin ilk kurucuları bugün İsrail’in karşı karşıya olduğu ironiyi hayal bile edemezlerdi: Holokost’un küllerinden kaçarken, başka bir halkı Varşova gettosuna benzer bir cehenneme hapsettiler.” Bu karşılaştırma elbette tartışmalıydı.
Başkaları da benimle aynı karşılaştırmayı yaptığı için haklı olduğumu iddia etmiyorum. Amacım bu konuşmaya bir zaman boyutu eklemek. Bu karşılaştırmada beni etkileyen şey, Oona King’in bunu İsrail’in Gazze’ye kuşatma rejimi uygulamasından üç yıl önce yapmış olmasıydı. Muhabirin dün nüfus yoğunluğu ve silah kaçakçılığından bahsederken ortaya koyduğu meydan okumalarda da zaman boyutu yoktu. Gettoların nüfusu zaman içinde değişti (ve gerçekten de silah kaçakçılığı yapıldı).
Ancak ben olgusal bir hatadan değil, tarih hakkında düşünürken sıklıkla yaptığımız bir hatadan bahsediyorum. Tarihi olayların zaman içinde geliştiğini düşünmekte başarısız oluyoruz. Bu benim tüm yazarlık hayatım boyunca bir takıntı olmuştur. Her zaman bir tarih kitabındaki tarihler arasında geçen hayatı bilmek istemişimdir.
Holokost, kısa bir süre içinde çok sayıda insanın öldürülmesi nedeniyle kısmen tekil bir olaydı. Fakat Holokost bile yıllar sürdü. İnsanlar yaşadı, umutları oldu, olanları anlamlandırmaya çalıştı ve direndi.
Yirmi yıldan uzun bir süre önce ilk öykü kitabım için Bialystok Gettosu’nu ve özellikle de büyük büyükbabamın bu gettodaki yaşamını ve düşüncelerini incelemiştim. Elimde oldukça fazla malzeme vardı: hayatta kalanlar anılarını yazmışlardı; en azından bir genç gettonun varlığı boyunca günlük tutmuştu; ve kurtulanlardan birkaçı hala hayattaydı. Büyük büyükbabam Judenrat’ın lideriydi. Tanınmış biriydi ve insanlar anılarında ondan bahsediyordu. Gettonun ilk zamanlarında, birlikte çalıştığı diğer kişiler gibi o da gettodaki hayatı yaşanabilir kılmaya çalışmış. Yiyecek getirilmesi gerekiyordu. Atıkların dışarı çıkarılması gerekiyordu. Güvenliğin sağlanması gerekiyordu. İlk başlarda, güvenlik adına, büyük büyükbabam gettodaki gençlerin bir direniş örgütlemesini engellemeye çalıştı. Sona yaklaştıkça, 1943’te getto fiziksel boyut ve nüfus olarak acımasızca ve büyük ölçüde küçültüldükten sonra, büyük büyükbabam sorumlu olduğu gıda kamyonlarını gettoya silah getirmek için kullanıyordu. Bu silahlar Bialistok gettosu ayaklanması sırasında kullanıldı.
Ne değişti? Siyasi pozisyonu değişti. Hayal gücü değişti. Başlangıçta başına neler geleceğini bilmiyordu. Holokost’un mümkün olduğunu bilmiyordu.
Biz biliyoruz. Doksan yıl önce yaşamış insanlardan daha akıllı, daha nazik, daha bilge ya da daha ahlaklı değiliz. Siyasi gücümüzden gereksiz yere vazgeçme ve karanlığın doğuşuna karşı kasıtlı olarak kayıtsız kalma ihtimalimiz de aynı. Fakat onların bilmediği bir şeyi biliyoruz: Holokost’un mümkün olduğunu biliyoruz.
Son birkaç gündür, Rus yazar Valeria Narbikova’nın bir zamanlar çevirisini yaptığım bir romanından satırlar kafamda dönüp duruyor. Sanki yazar düşünmeyi, dünyayı tanımayı yeni öğreniyormuş gibi yazılmış bir roman. Tekrarlayan iki cümle var: “Eğer bir şey varsa, neye benzer?” – Bir referans, bir karşılaştırma yapmak üzere de şunu da hatırlatabilirim: “Bir şey her zaman kendinden sonra gelenden önce gelir.”
Karşılaştırma yaptığımızda, aynı zamanda bağlamları ve geçmişleri de karşılaştırıyor ve tahminlerde bulunuyoruz. Elbette Holokost karşılaştırmalarını bu kadar tehlikeli yapan şeylerden biri de budur: en kötüsünü öngörürler. Gazze’yi getto ile karşılaştırmaya yönelik önemli bir itiraz duydum: ama Gazze’den ölüm yürüyüşleri yok ve sakinlerini bekleyen ölüm kampları yok.
İşte bu yüzden karşılaştırıyoruz. Olabileceğini bildiğimiz şeylerin gerçekleşmesini önlemek için. “Bir Daha Asla” sloganını sihirli bir büyüden ziyade siyasi bir proje haline getirmek için. Ve eğer ikna edici ve cesur bir şekilde karşılaştırma yaparsak, en iyi ihtimalle karşılaştırmanın yanlış olduğu kanıtlanır.