Alternatif çokluğunun ve seçme özgürlüğünün bireysel gelişmede tayin edici bir rolü var ama her ikisi de aynı zamanda birer huzursuzluk kaynağı… Çünkü alternatiflerin çok, seçme özgürlüğünün mümkün olduğu bir dünyadaysak, karar almanın ve sık sık karar değiştirmenin de zorunlu olduğu bir dünyadayız demektir.
Ergenlik döneminin zorluğu esasen, karar almak zorunda olunmayan bir dünyadan kararlar dünyasına zorunlu geçişle alâkalı değil mi?
Tersinden bir örnek: Kısa dönem askerlik yapan meslek sahibi, ileri yaşlardaki bireylerin asker ocağında hissettikleri rahatlama da kararlar dünyasından, yat-kalk-yürü-koş gibi birkaç basit emiri yerine getirmek dışında hiçbir sorumluluğun bulunmadığı, karar almayı gerektirmeyen bir dünyaya (geçici bir çocukluk dünyasına) geçişle alâkalı değil mi?.. Koca koca adamların o kısa eğitim döneminde nasıl çocuklaştığını bilenler bilir.
Karar almanın yol açtığı huzursuzluk siyasi hayat için de geçerlidir. Siyaset dünyasında karar almanın huzursuzluğunu asgariye indirmenin en kestirme yolu ise, kesin tanımlamalar yapmak ve katı ideolojik tercihlerde bulunmaktır. Böylece sadece huzursuzluğu kapınızdan kovmuş olmazsınız, dünya yıkılsa fikirlerinin arkasında duran kişi payesiyle ahlaken de itibarlı bir pozisyonu garantilemiş olursunuz.
Seçme özgürlüğü ve ülkelerin huzursuzluğu
Değişim sadece bireyleri ve toplumları değil, uluslararası ilişkilerini yeniden tanzim etmeye zorlayan yönüyle ülkeleri de huzursuz eder. Nitekim dünyanın iki kutuplu olmaktan çıkması da bariz bir huzursuzluk yarattı. Eskiden, ne güzel (!), alternatifin tek, seçme özgürlüğünün bulunmadığı bir dünyada ülkeler kendi çıkarlarının nerede olduğuna dair kararlar almak ve onları değişin güç dengelerine bağlı olarak sık sık değiştirmek zorunda kalmıyorlar, huzurları bozulmuyordu.
Oysa şimdi öyle mi? Sadece Türkiye’ye, onun sadece son beş yılda kaç defa dış politika değişikliğine gittiğine bakmak bile bu huzursuzluğun çapını anlamak için yeterli olabilir.
İşte böyle bir dünyada “en büyük stratejik hedefi Türkiye’yi parçalamak olan üst akıl”, “Türkiye düşmanlığı ezeli ve ebedi olan Rusya” vb., kategorik değerlendirmeler, çok kısa bir süre içinde sahipleri tarafından “yutulmak”, değiştirilmek zorunda kalınıyor.
ABD’nin stratejik hedefi Türkiye’yi bölmekse…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yarın başlayacak ABD seyahatinden beklentileri, daha üç beş ay öncesinde dile getirilen görüşlerle karşılaştırdığımızda işte böyle bir durumla yüz yüze kalıyoruz.
Önceki yazılarımdan birinde hatırlattığım gibi (‘Üst akıl’ söylemi tedavülden kalkarken, Serbestiyet, 22 Şubat 2017), Trump’ın ABD devlet başkanı seçilmesine kadarki dönem boyunca ABD, “Türkiye’yi dizleri üstüne çökertmeyi, hatta parçalamayı stratejik hedef olarak belirlemiş üst akıl”dı. Bu hedef hiçbir zaman değişmemişti, hep vardı fakat bu defa ABD bu işi Kürtleri kullanarak fiilen de tamamına erdirmeyi kafasına koymuştu. Bu o kadar kesindi ki, Türkiye icabında Esad’la da anlaşmayı göze alarak ABD’ye karşı durmalıydı.
Bu tahliller yapılırken Trump seçildi ve “üst akıl” söylemleri bir anda ortadan kalktı. Çünkü ABD’nin yeni yönetiminin Türkiye’ye karşı eskisinden farklı bir tutum belirleme ihtimali çıkmıştı ortaya. Böylece anladık ki, ABD (“üst akıl”) ile Türkiye arasında büyük, ideolojik, kutsal bir kavga yokmuş; bir siyasi kadronun değişmesiyle değişebilecek siyasi tutumlar varmış.
Nitekim, işte Erdoğan şimdi ABD’ye gidiyor ve Trump’ı, Suriye’de PYD-YPG ile birlikte hareket etmemesi için ikna etmeye çalışacak (muhtemelen başaramayacak, o ayrı mesele.)
Demek ki “Stratejik hedefi Türkiye’yi parçalamak olan üst akıl” formülasyonu, onu dile getirenlerin bile kökten inanç besledikleri bir ideolojik formülasyon değilmiş. Meğer onlar da ABD’nin Türkiye’ye karşı tavrının bütün siyasi meseleler gibi duruma göre değişken bir özellik arz ettiğini kabul ediyorlarmış. Fakat sormak lazım: Buna benzer bir sürü tecrübe yaşadınız, kaç defa söylediğinizi yuttunuz, neden hâlâ kesin tanımlı ideolojik pozisyonlar alıp kendi kendinizin itibarını yerle bir etmeye devam ediyorsunuz?
Kürtler, sol, ABD ve yine ideolojik pozisyonun perişanlığı
Madalyonun öbür yüzüne de bakalım…
Siyasetten (karar almak zorunda olmanın huzursuzluğundan) kaçıp ideolojik pozisyona (karar almak zorunda olmamanın huzuruna) sığınmak deyince akla hemen sol’un gelmesi doğal…
Örneğimizden devam edersek: Eskiden ne güzeldi, Amerikan emperyalizmi diye bir şey vardı ve onun el attığı her şey otomatik olarak “dünya halklarının zararına” sonuçlar doğururdu… Öyleyse “ABD’nin hangi politikasına nasıl mukabele edelim” diye bir soru yoktu ve dolayısıyla karar alma sorumluluğunun getirdiği huzursuzluk da yoktu.
Şimdi bir de hayat-ı hakikiye sahnesine bakalım: O sahada, Amerikan zırhlılarını zılgıtlarla karşılayan Kürt kadınları ve üst düzeyde ABD ile ortak düşman IŞİD’e karşı aynı masada oturup kafa patlatan solcu Kürt liderler var.
Şimdi, Kürt-Amerikan ilişkileri böyleyken, mesela Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Türkiye’deki iktidarı ve iktidarı destekleyen yazarları eskiden olduğu gibi “Amerikancılık”la suçlamaları hiç kolay değil; bunu yaptıklarında da cevabını alıyorlar.
Mesela: HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü geçtiğimiz şubat ayında CIA Başkanı’nın Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle “Azrailin can dağıttığı görülmemiştir. CIA'den hayır geldiği görülmemiştir” dediğinde ona şöyle cevap verilmişti:
“Türkiye'nin kimseden hayır beklediği yok ama bunu Obama yönetiminin giydirip, silahlandırıp koluna ABD arması bile astığı PKK-YPG'ye de söylediniz mi Kürkçü Bey?” (Melih Altınok, Sabah, 10 Şubat).
Soru haklı fakat soruyu soranın da şu soruyu cevaplandırması gerekir: Bir ülkeyi bölüp parçalamayı kendisine stratejik hedef seçmiş bir ülkenin istihbarat şefi, bölüp parçalamayı hedeflediği ülkenin en üst düzey yöneticileriyle aynı masada ne konuşuyor?
Oturduğun evin duvarları camdansa, başka camdan evlere taş atmamak akıllıca olur… Aynı şekilde, ülkelerarası ilişkilere kesin tanımlı ideolojik çerçevelerle, büyük dava parametreleriyle yaklaşıyorsan, böyle yapan başkalarını bu tutumları nedeniyle eleştirmemek akıllıca olur.