Ana SayfaÖZEL HABERÖZEL RÖPORTAJ | Narin Davası’nda işkence iddiaları. Şebnem Korur Fincancı:...

ÖZEL RÖPORTAJ | Narin Davası’nda işkence iddiaları. Şebnem Korur Fincancı: “Diyarbakır Barosu, suç duyurusunda bulunmalıydı”

Şebnem Korur Fincancı, Narin Davası’nda Güran ailesi mensuplarına işkence iddiaları ve Diyarbakır Barosu’nun tutumunu Serbestiyet’e değerlendirdi: “Hiç kimseye işkence yapılamaz. ‘Hiç kimse’ye hakkında çok ağır suçlar isnat edilenler veya ispat edilenler de dahildir. Diyarbakır Barosu, işkence iddiasının kendilerine iletildiği görüşmenin ardından suç duyurusunda bulunmalıydı. BM’nin İstanbul Protokolü’ne göre soruşturma için işkence iddiasının ortaya atılması yeterli. İnsanlar, tekrar işkence görebileceği kaygısıyla belge imzalamaya çekinebilir; Baro daha aktif tutum almalı. Diyarbakır Baro Başkanı’nın işkence iddiası için ‘afaki beyan’ demesi olacak iş değil. İçişleri bakanları ‘kırın ayaklarını’ diyor profesyonel kurumlar da dahil toplum da bu mesajlardan etkileniyor.”

Narin Davası’nın 7-9 Kasım tarihleri arasındaki ilk duruşmasında Narin’in ağabeyi olan sanık Enes Güran ile tanık olarak ifade veren bazı Güran ailesi mensupları, gözaltında işkence gördüklerini iddia etmişti.

Güran ailesi mensupları, Diyarbakır Barosu’nda Baro’nun o dönemki başkanı Nahit Eren’le görüşerek işkence beyanında bulunduklarını ancak Baro tarafından harekete geçilmediğini söyledi.

Davaya katılma talebi kabul edilen Diyarbakır Barosu adına duruşmada bulunan avukatlar arasında olan Nahit Eren de işkence iddiasının kendilerine iletildiğini doğrulayarak, Baro olarak aileden yazılı başvuru yapmalarını istediklerini ancak ailenin böyle bir başvuru yapmadığını anlattı.

Ekim ayında Diyarbakır Barosu’nun başkanlığına seçilen Abdülkadir Güleç, Serbestiyet’e verdiği röportajda, Baro’nun işkence iddiaları karşısında sessiz kaldığı eleştirileri hakkında şunları söylemişti:

“İşkence iddiasının tutanağa bağlanmasını ya da yazılı beyan olarak sunulmasını isteriz. Baro’ya müracaat olursa takipçisi oluruz ama bir başvuru yok. Soyut, afaki bir beyan. İşkence yapılmış ise bunun prosedürü var. İşkenceyle mücadele edebilmemiz için o başvuru yapılmalı.”

Diyarbakır Barosu’nun tutumunu ve Diyarbakır Baro Başkanı Güleç’in sözlerini, Türkiye’de işkenceyle mücadele deyince ilk akla gelen isim olan adli tıpçı Prof. Şebnem Korur Fincancı ile konuştuk.

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından işkencenin soruşturulması ve belgelendirilmesiyle ilgili yayımladığı İstanbul Protokolü adlı kılavuzun hazırlayıcılarından olan Şebnem Korur Fincancı, 2020-2024 yılları arasında Türk Tabipler Birliği’nin başkanlığını, 1997-2007 yılları arasında da İstanbul Üniversitesi (Çapa) Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanlığı görevlerini yürüttü.

Şebnem Korur Fincancı.

“Diyarbakır Barosu işkence iddiasını duyduğu anda suç duyurusunda bulunmalıydı”

Narin Davası’nın ilk duruşmasında Güran ailesinden bireylerin işkence iddiaları gündeme geldi. Diyarbakır Barosu’na işkence iddiaları çok daha önce sözlü olarak iletilmiş ancak Baro yöneticileri aileden talep ettikleri yazılı başvuruyu alamamaları nedeniyle işkence iddiasıyla ilgili harekete geçmemiş. Dönemin başkanı Nahit Eren duruşma salonunda doğrular şekilde konuştu. Mevcut Başkan Abdülkadir Güleç de Serbestiyet’e verdiği röportajda kendilerine başvuru yapılmaması nedeniyle Güran ailesinin iddiası için “afaki bir beyan” dedi. Yıllardır işkence ve insanlığa karşı birçok suçla mücadele açısından simge bir kurum olan Diyarbakır Barosu’nun bu davadaki işkence iddiası karşısındaki tutumunu nasıl değerlendirirsiniz?

İşkence iddiası sözlü bir şekilde de olsa ortaya atıldığı andan itibaren hukukçuların iddiayla ilgili soruşturma talep etmesi gerekir. Sadece Baro’nun talep etmesi değil savcılığın da etkili bir soruşturmayı hemen başlatması gerekiyor.

Birleşmiş Milletler’in işkencenin etkili biçimde soruşturulması ve belgelendirilmesi için yayımladığı kılavuz olan İstanbul Protokolü’nde bununla ilgili kurallar var. BM, devletlerin İstanbul Protokolü’nde belirtilen ilkeler çerçevesinde davranması gerektiğini ifade ediyor.

İstanbul Protokolü, BM tarafından ilk olarak 1999’da kabul edildi. 2022’de de bu belgeyi güncelledik. Çocuklarla ilgili, LGBTİ+’larla çok ayrıntılı tanımlamalar yoktu. Zaman içerisinde çeşitli uluslararası sözleşmeler eklendi. Bunlardan biri de İstanbul Sözleşmesi’ydi. Her ne kadar Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmış olsa bile. Uluslararası belgelerin güncellenmesiyle birlikte İstanbul Protokolü için de benzer bir güncelleme söz konusu oldu.

Ama hiç değişmeyen ilkeler var. O ilkelerden birincisi de böyle bir iddia ortaya atıldığı andan itibaren etkin bir soruşturma hızla başlatılır diyor.

Dolayısıyla hukukçular buna vâkıf olmuşlar. Savcılık başlatmadıysa Baro kendilerine işkence iddiasının bildirildiği görüşmenin ardından savcılığa suç duyurusunda bulunup konuyla ilgili soruşturmanın başlatılması talebini iletmeliydi. Olmamış.

“Diyarbakır Baro Başkanı’nın işkence iddiasına ‘afaki beyan’ demesi olacak iş değil”

“Afaki bir beyan” ifadesi talihsiz bir konu tabii ki. Bir Baro Başkanı’nın böyle bir ifade kullanması da olacak iş değil. Ama oluyor.

Türkiye’de, son yıllarda insan hakları kavrayışımızda ciddi bir aşınma olduğunu söylemek mümkün. İşte içişleri bakanları “kırın ayaklarını emri ben veriyorum” diyebiliyor.

Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor. İçişleri bakanları böyle ifadeler kullandıklarında topluma da bir mesaj aktarmış oluyor ve toplum da -profesyonel kurumlar da dahil olmak üzere- ne yazık ki bu mesajlardan etkileniyor. O yüzden çok üzüntü verici bir durum bu. Söylenecek bir şey yok. Bir yandan da maalesef toplumsal bir gerçeklik bu. İnsan hakları mücadelesinde olan bizler bunların olmaması için çaba sarf ediyoruz.

Dediğim gibi burada etkili bir soruşturmanın hemen başlatılması talebiyle suç buyurusunda bulunulması ve savcılığın da bu konuda işlem başlatması gerekir.

Bunun yanı sıra yine İstanbul Protokolü’ne atıfla bağımsız tıbbi belgeleme de gerekir. Ama bizde zaten bağımsız tıbbi belgeleme konusunda da kafa karışıklıkları, hatta bu bağımsız tıbbi belgelemelerin değersizleştirilmesi girişimleri de son yıllarda çok arttı. Ama ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.

Bağımsız tıbbî belgelemeyi biraz açıklar mısınız?

Türkiye’de bu konuda en yetkin kurumlardan biri Türkiye İnsan Hakları Vakfı. 1990’dan beri, yani 34 yıldır Türkiye’de işkence görenlerin başvurdukları, hem rehabilitasyon süreçleri için destek aldıkları hem de gerektiğinde tıbbi belgeleme yapan kurumlardan biri Türkiye İnsan Hakları Vakfı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde olsun, Anayasa Mahkemesi’nde olsun işkenceyle ilgili kararlar; Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın düzenlenmiş olduğu tıbbi belgeleme süreçlerinin ardından ortaya çıkmıştır. Bu durumda da Türkiye İnsan Hakları Vakfı’ndan destek almak mümkündü. Eğer etkili bir soruşturma olsaydı işkence gördüğü beyanında bulunan insanların tıbbi değerlendirmesini yapma olanağı olabilirdi.

Tabii böyle bir soruşturma olursa da işkence beyanında bulunanlar öncelikle Adli Tıp Kurumu’na yönlendirileceklerdir. Ama uygun olan bu değerlendirmeyi İstanbul Protokolü konusunda bilgi ve deneyimi olan bir ekibin yapmasıdır. Ancak meslektaşlarımızın ne yazık ki tıp fakültelerinde de Adli Tıp Kurumu da dahil olmak üzere uzmanlık eğitiminde de İstanbul Protokolü’nün etkili bir biçimde kullanımına ilişkin yeterli bilgi birikimi oluşturabilme imkânı yok.

Biz bundan yıllar önce adli tıp uzmanlık eğitimi için çekirdek müfredata, ayrıca tıp fakültelerinde staj programlarına İstanbul Protokolü eğitimlerini koymuştuk ama ne yazık ki Türkiye’deki insan hakları tablosunun gittikçe bozulması İstanbul Protokolü eğitimlerinin de ortadan kalkmasıyla sonuçlandı. Şimdi Sağlık Bakanlığı da İstanbul Protokolü eğitimi yaptığını iddia ediyor ama İstanbul Protokolü konusunda hiçbir bilgi ve birikimi olmayan insanların eğitim verdiği bir eğitimden söz ediyoruz.

Dolayısıyla devlet her şeyi yapabileceğini düşünüyor. İşkence de yapıyor. İşkencenin belgelemesini de yapıyor, etkili soruşturmasını da yapıyor. Oysa en başta söylediğim gibi devlet işkenceyi de yapıyor.

Zaten failler devletlerdir. Onun için uluslararası belgeler ortaya konmuştur. BM İşkenceye Karşı Sözleşme, devletlerin işleyebilecekleri bu suçların önlenmesi, bu suçlar işlendiğinde gereğinin yapılması, hesap verilebilirlik ilkesinin işletilmesi için ortaya çıkmıştır. Türkiye de bu sözleşmenin bir tarafıdır. Ondan çekilmedi neyse ki. İşkenceye Karşı Sözleşme’yi kabul etmiş ve iç hukukuna katmış görünüyor. Ama işlemiyor tabii. Bu değişimle beraber ne yazık ki “afaki” gibi birtakım ifadeler kullanılabiliyor.

“İnsanlar tekrar işkence görebilecekleri kaygısıyla isimsiz şekilde de bildirimde bulunabilir”

Diyarbakır Baro Başkanı, “afaki beyan” ifadesini, Baro’ya yazılı beyanda bulunulmaması nedeniyle sarf ediyor. Ancak işkence beyanları; medyada, sosyal medyada vb. isimsiz iddialar olarak yer almadı. Doğrudan kendisinin işkence gördüğünü iddia eden kişiler tarafından mahkeme huzurunda söylendi. Hatta sanıklardan Enes Güran, ifadesi esnasında “Bana işkence yapan jandarmalardan 4-5’i burada bana bakıyorlar” dedi. Doğrudan kendilerinin işkence gördüğünü beyan edenler, açıkça mahkemede söyledi. Bu durumda nasıl bir süreç işlemeli?

Mahkeme salonunda kişinin bizzat ağzından duyulan tabii ki “afaki” olamaz. Velev ki böyle olmadı, kişilerin avukatları Baro’ya sözlü ve isimsiz olarak beyanda bulundu. Bu da “afaki” değildir.

Etkili bir soruşturmanın başlatılması için işkence iddiasının ortaya atılması yeterlidir. Bu iddia kanıtlanabilir kanıtlanamaz o ayrı. Ama böyle bir iddia ortaya atıldıysa mutlaka soruşturulmalıdır.

İnsanlar bazen isimsiz bir şekilde de bildirimde bulunabilirler. Çünkü işkence gören, bunu açıkça kimliği belli olacak şekilde ifade ettiğinde tekrar işkence görebileceği, bir misillemeye maruz kalabileceği, ek cezalara maruz kalabileceği kaygısına kapılabilir. Kendilerini tehdit altında görebilirler. Yakınlarını tehdit altında görebilirler. Başvuru yapılmaması karşılaşılabilecek bir durum.

O yüzden yine İstanbul Protokolü’ne göre işkence gören kişiyi riske atabileceği düşünülüyorsa, kimliği belli olmayacak şekilde yani baro gibi, tabip odası gibi, insan hakları örgütleri gibi bağımsız örgütler aracılığıyla başvurular da yapılabilir.

“İşkence gören kişi belge imzalamaya çekinebilir. Baro daha aktif tutum almalıdır”

Diyarbakır Baro Başkanı, aynı açıklamada “İşkence iddiasında bulunan kişi sonra beyanını geri alırsa zarar görürüz. Daha önce Baromuz kolluk kuvvetlerine iftira suçundan yargılandı. O yüzden tutanağa bağlanması veya yazılı bir beyan sunarak Baro’ya başvurulması durumunda harekete geçmeyi tercih ediyoruz” dedi. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Bir belgenin olması mutlaka çok önemli. Ama öyle koşullar olabilir ki insanlar, o belgenin de zarar görmelerine yol açacağı kaygısıyla kendilerini risk altında hissederek bundan kaçınabilirler.

İşkence iddiası ortaya atıldığında etkili bir soruşturma talep etmek suç teşkil etmemeli. İşkence gibi mutlak bir suçtan bahsediyoruz çünkü. Devletlerin bu konuda sorumlulukları var. Ama Türkiye’de ne yazık ki bir yasal düzenleme yapıldı. Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme suçu düzenlendi. Bu baştan BM İşkenceye Karşı Sözleşme’ye aykırı. Böyle düzenlemelerin var olması nedeniyle Baro Başkanı’nın tutanak talebinin de muhakkak haklı nedenleri vardır.

Ancak dediğim gibi işkence gördüğünü beyan eden kişi ya da işkence gördüğünü beyan eden kişinin yakını, kendilerini tehdit altında hissedebilir ve bir belge imzalamak konusunda çekinceleri olabilir.

Oysa profesyonel bir örgütün, yani Baro’nun daha aktif tutum almasını bekleriz. İnsan hakları alanında çalışan diğer kurumlar gibi.

İnsanların tehdit altında olabileceğini, öyle hissedebileceğini ve bu tür durumlardan kaçınabileceğini unutmamak gerekiyor. İnsan hakları mücadelesi, kendini tehdit altında hissedenleri de korumayı içerir.

“İşkenceyle itiraf almak suçluları kurtarabilir”

Narin cinayeti toplumu çok etkiledi ve üzdü. Devam eden adli süreç, kamuoyunun ve medyanın yoğun takibiyle birçok hassasiyet barındırıyor. Kamuoyunda genel olarak kimlerin cezalandırılması gerektiğiyle ilgili kanaatlere varıldı ve insanlar cezalandırılması gerektiğini düşündükleri kişilerle ilgili duydukları üzerinden kendilerince hükümleri ilk duruşmadan önce zaten vermişti. İlk duruşmada, Güran ailesi mensuplarına işkence iddialarıyla ilgili sosyal medyada binlerce “iyi yapmışlar, ellerine sağlık” yorumları yapıldı. Tüm bu insanlar da aslında bir yandan samimiyetle çocuk katili olduğunu düşündükleri kişilerin cezalandırılmasını ve onların bunu hak ettiğini söylüyor. Medyadaki bilgi kirliliğiyle de çok daha hassas bir ortam oluştu. Diyarbakır Barosu’nun bu davadaki işkence iddialarıyla ilgili pasif kalmasında bu atmosfer de etkili olmuş olabilir mi?

Çok açık bir ifade: Hiç kimseye işkence yapılamaz. Her bireyin insan haklarına saygı gösterilebilinmesi gerekir. İnsan hakları, her insan içindir. Her insanın hakları vardır. “Hiç kimse” ve “herkes” kilit ifadeler.

Bu işkence yapılmaması gereken “hiç kimse”ye; suçlular, hakkında çok ağır suçlar isnat edilenler veya ispat edilenler de dahil. Hakları olan “herkes”e de onlar dahil.

Bir çocuk öldürüldü ve hepimiz çok üzüldük. Çocuklara şiddet, istismar vakalarının yaygınlaşması karşısında üzülüyoruz ve öfkeleniyoruz. Ama öfkemize yenik düşmemek zorundayız.

Bu suçu işlediği kanıtlanan herkes mutlaka cezalandırılmalı ama bu hukuka uygun bir şekilde adaleti tesis edebilecek koşullarda olmalı.

İşkenceyle itiraf almak aslında hukuka uygun bir delil toplama yöntemi de değil. Üstelik de insanların suçlu olsalar dahi bu suçtan yargılanmaları ve cezalandırılmalarını engelleyebilecek bir durum. Onları koruyabilecek, kurtarabilecek bir durum.

Ama ne yazık ki böyle uygulamalarla karşı karşıya kalıyoruz. Ve toplum buna sessiz kalabiliyor. İşkenceye karşı olanlar bile sessiz kalarak işkenceye destek olmuş oluyor.

Ne yazık ki basın da sıklıkla benzer bir tutum sergiliyor. Toplum nezdinde birtakım makbul insanlar var. İşkenceyle ölüm meydana geldiğinde otopsilerini yaptığımız, belgelediğimiz işkence uygulayıcıları masum gibi gösterilmeye çalışıldı hatta destek buldu.

“İstisna bir kez uygulanırsa herkes için yaygınlaştırılabilir”

Narin’i öldüren veya öldürülmesinde sorumlu olan kişi veya kişilerin cezalandırılması için gereğinin hızla yapılmalı ancak işkence yapılamaz.

Bir kişinin suçu ne olursa olsun işkence yapılması savunulmamalıdır. Suçluların da haklarını koruma yükümlülüğü taşırız.

Etkili bir soruşturmayı yürüterek, kanıtlara dayalı olarak özgürlüğünden alıkoyma cezası uygulanmalı.  Ancak bu kanıtlar hukuka aykırı bir şekilde toplanmamış olmalı. Yani işkence uygulanmamış olmalı. Eğer işkence gördülerse onun da karşısında olmak yine bizim sorumluluğumuz.

İkisi birbiriyle çelişiyormuş gibi görünüyor ama çelişmiyor. Ancak biz ne yazık ki böyle değerlendirmiyoruz, duygusal davranıyoruz ve adaletin yerine gelmediği, verilen hiçbir cezanın yetmeyeceği hususuyla biraz daha canını acıtma isteği duyuyoruz.

Ama bu istisnalar bir gün gelip hepimize yönelebilir. O nedenle işkence istisnası olmayan mutlak yasak bir suçtur. Bir kez istisna uygulandığı zaman herkes için bu istisnalar yaygınlaştırılabilir ve herkes bir gün işkenceyle karşı karşıya kalabilir.

- Advertisment -