Gezi Davası tutuklusu, yapımcı ve gazeteci Çiğdem Mater, Birikim dergisinde yayımlanan “Mahkeme hayaletleri” yazısını aktarıyoruz.
Mahkeme hayaletleri
Bazen, dünyada başka kaç yerde mahkeme salonlarının gündelik hayatı, siyaseti hatta bir ulus inşasını bunca etkilemiş olabileceğini düşünüyorum, elbet vardır bir yerler daha ama “yalnız ve güzel” ülkemiz mahkemeler ve toplumsal hafızadaki yerleri açısından, kanıtlayamam ama eminim, sıralamanın tepelerinde…
Şimdiye dek, kişisel olarak yargıyla, mahkemeyle, adliyeyle hiç işi olmamış bir yurdum insanına sorsak (– yani tabii öyle bir insan kaldıysa) Yassıada’dan 12 Mart’a, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’dan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan bugünlere pek çok mahkeme salonunu bir çırpıda anımsayıp, tarif edebileceğinden hiç kuşkum yok. Herkesin bu salonlara dair bir fikri var ve bu fikirler sinemadan değil, gerçek hayattan!
Aklıma mahkeme salonlarının düşmesi tabi boşuna değil. Mebzul miktarda davaya gazeteci, izleyici ve sonunda da sanık olarak katıldım, bir mahkeme salonundan apar topar tutuklandım ve üç yıldır da epeyce bir mahkemeyi cezaevinden takip ettim, televizyonların yayınladığı kadarıyla. Memleket de sağ olsun, her hafta yeni bir yargılamayla “izleyiciyi” hiç malzemesiz bırakmıyor. Ogün Samast’ın tahliye sonrası yeniden yargılandığı duruşmadan, yanında iki “serdengeçti”, elinde tespihi, “küçük büyük bütün dağları ben yarattım” edasıyla çıkışını da, 6 Şubat depremlerinde yıkılan binaların faillerinin afili, cakalı, paralı avukatlarını da, davaların peşini bırakmayan, yakınlarını kaybedenleri de, Adalet nöbetini Şanlıurfa Adliyesi’nden Adalet Bakanlığı’na, oradan da meclis kapısına taşıyan Emine Şenyaşar’ı da, Ayşe Ateş’in Sinan Ateş cinayeti davasına çelik yelekle gelişini de, birçoklarıyla beraber televizyondan izledim. Bir de tabii, cezaevinde gündelik hayatın parçası SEGBİS’e, mahkemeye gidip gelen kadınlar, maltada az sevinç çığlığı, çokça gözyaşı, “tutukluluğun devamına…”
Bu sayısız dava, okuduklarımla kesişti. Bizzat mahkeme salonlarını düşünmeye başlamamın müsebbibi “arkadaşım” demekten mutluluk duyduğum Başak Ertür’ün kitabı Spectacles & Specters. Ertür’ün kitabı, bazı davalar üzerinden mahkemelere birer “performans”, salonlarına da “performans alanı” olarak bakıyor, müthiş zihin açıyor. Ben misal, kitabı okuduğumdan beri bizzat bulunduğum ya da hakkında çok şey okuduğum, duyduğum mahkeme salonlarında sekiyorum.
Bizzat mahkeme salonunda olduğumu anımsadığım ilk dava, gazeteci Metin Göktepe’nin katillerinin (-güya) yargılandığı, Afyon’daki dev bir spor salonundaki duruşma. Henüz onlu yaşlarımdayım, bir spor salonunda daha önce de davalar görüldüğünü muhtemelen henüz bilmiyorum, hayal meyal anımsıyorum şaşkınlığımı. O mahkeme salonundan bir de Metin Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe’nin dimdik, kararlı, katillerin taa gözünün içine dikilmiş bakışlarını ve sonraki yıllarda başka başka insanlarda defalarca tanık olacağımı henüz bilmediğim bir hayal kırıklığı ve öfke hatırlıyorum. O zamanlardan zihnimde bir de fotoğraf olarak, Sivas’ta, Madımak Otelinde, onlarca insanı katledenlerin (-güya) yargılandığı mahkemeler var.
Düşününce, Afyon’daki mahkeme salonu zihnimde Yassıada yargılamalarının salonuyla kesişiyor, Ayhan Aydan’ın fotoğraflardaki dimdik duruşu, Süreyya Ağaoğlu’nun hem bir avukat hem de bir tutuklu yakını olarak İstiklal Mahkemeleri’ne atıfla “keşke Yassıada’da da hukukçular yargılamasaydı” demesi, İstiklal Mahkemeleri’nden gördüğüm birkaç kareyi anımsıyorum, ruh hali sanki hep aynı. 1. Meclis’te İstiklal Mahkemeleri’nin yasalaşması tartışılırken, Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in mahkemelerin yetki sınırsızlığına dair “Allah bile Peygambere böyle yetki vermedi” demesi çınlıyor aklımda.
Zihnim başka bir mahkemeye sekiyor: Görmediğim, muhtemelen bir kare bile fotoğrafı olmayan 12 Eylül yargılaması. Çocukluğumdan beri defalarca dinlediğimden olsa gerek, oradaymışçasına hayal edebildiğim bir dava: Hiç tanımadığım, güzel hatırasıyla büyütüldüğüm, 12 Eylül karanlığının işkenceyle aramızdan aldığı bir kıymetlimizin katillerinin (-güya) yargılandığı bir salon. Sevgilisini öldürenlerin yakasını bırakmayan, tehditlere karşı dimdik duran, o yapayalnız, kimsesiz, sokakta gören tanıdığı kafasını çevirdiği günlerde, o salonda tek başına oturup, katillerin taa gözünün içine bakan şahane bir kadın. O salonu hiç görmedim, “adalet yerini bulmadı”, o katiller cezalarını çekmedi, “huzur” içinde, sevdikleri yanlarında, evlerinde, yataklarında öldüler ya da ölecekler. O salonu hiç görmedim ama ne yazık ki hayat bana, epeyce mahkeme salonunda epeyce kadının (-ve daha az sayıda erkeğin) mahkeme salonlarında sevdiklerinin katillerinin (-güya) yargılandığı duruşmalarda, o katillerin gözlerinin taa içine baktıklarını gösterdi.
Ertür kitabında, “her mahkeme siyasidir” diyor, “çünkü verili hukuk sistemi güç dinamiklerine ve kendi öznel politik düzlemine göre hareket eder”. Haklı. Devam ediyor: “Mahkemeler bazen savunma stratejileriyle, bazen halkın nasıl algıladığıyla, bazen de mahkeme dışındaki hareketle siyasileşir.” Buradan, haliyle, Jacques Vergés’in kopuş stratejisine sekiyorum, Adli Hatalar ve Savunma Saldırıyor isimli, boyu küçük, içi büyük kitaplarında anlattığı: “Hukuken değil, siyaseten yargılanıyorsan, yanıtını siyaseten verirsin, siyasi savunma yaparsın. Sadece mahkeme salonlarında kalmazsın, kamuoyunu harekete geçirirsin, tıpkı Emile Zola’nın Suçluyorum yazısıyla Dreyfus Davası’nda yaptığı gibi ya da 1951’de Amerika Birleşik Devletleri’nde Julius ve Ethel Rosenberg’in canlarını kurtarmak için bile, işlemedikleri bir suçu kabul etmeyi reddettikleri gibi.”
Ertür’ün ve Vergés’in dikkat çektiği “mahkeme kapıları” bizim de yabancısı olmadığımız mekânlar. İçeri alınmadığımız davalarda, mecbur, kapılarda bekledik. 90’lar, Eskişehir’de öğrenciyim, vicdani retçi Osman Murat Ülke “halkı askerlikten soğutmak” tan (-ne şahane bir sebep) tutuklanmış, Eskişehir’deki hava üssünde, askeri cezaevinde, mahkeme de askeri, tabii ki içeri alınmıyoruz, Ana Jet Üssü Komutanlığı’nın kapısında bir grup insan, bekliyoruz. 2000’lerin başı, Hrant Dink 301’den yargılanıyor, sonu cinayetle bitecek. Milli mutabakat harekete geçmiş, eski Şişli Adliyesi’nde duruşma. Dink içeride, biz aşağıda, yirmi kişi var yok, “karşı taraf” epey kalabalık, polis aramıza barikat kurmuş. “Karşı taraf”tan birisi, polisleri de aşarak üzerimize atlıyor, bana “isabet” ediyor, domino gibi, dört beş kişiyi deviriyorum. Polis bizi bir polis midibüsüne bindirip, kaçırıyor. Hrant Dink’in de otoparktan benzer şekilde çıkarıldığını daha sonra öğreneceğim.
O mahkemede 20 kişi var-yoktu. Hrant Dink’in katillerinin (-güya) yargılandığı mahkemenin, ilk duruşmasının kapısındaysa, yüzlerce kişi. Davanın ilk günü, 2 Temmuz 2007, Madımak katliamının yıldönümü, birkaç gün sonra seçimler var. “Cinayetin Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmasına izin vermeyeceğiz” demişler. Bugünün eli tespihli, Alaattin Çakıcı’yla fotoğraf arkadaşı Ogün Samast’ı. O.S. o zamanlar 18 yaşından küçük, yani mahkeme kapalı oturum, biz yine kapıda. Duruşma, Beşiktaş’taki DGM binasında. Kapıya yakın küçük bir çaycı, faillerin aileleri, biz, “Ya sev ya da Terk et” yazılı jandarma ring araçları, o ringden inerken “Orhan Pamuk akıllı ol” diye bağıran Yasin Hayal. Rakel Dink salonda, içeride değilim ama eminim, gözlerini dikmiş, faillere bakıyor.
Az zaman sonra, zorunlu askerliğini yaparken, bir 24 Nisan günü, birliğinde öldürülen Sevag Balıkçı’nın katillerinin (-güya) yargılandığı mahkeme salonu, Diyarbakır, askeri mahkeme, nasıl becerdiysek, girmişiz salona. Sevag Balıkçı’nın annesi Ani Balıkçı’nın gözleri dimdik, failin üzerinde bu sefer. Salon o kadar küçük ki, savcıyla dip dibeyiz. Hâkimlerden biri resmen uyuyor! Uyansın diye, öksürüyorum, gürültülü, açıyor gözlerini. Hrant Dink cinayeti davası, O.S. 18’i geçip Ogün Samast olunca “kamuya” açıldığında, bilgisayarda Solitaire oynayan, fal bakan hakimler, savcılar görmüştük, mouse hareketlerinden tahmin etmiştik oyunu. Failler o sırada Dink Ailesi’ne hakaret etmekle meşguldü.
Yine yıllar geçmiş, Kayseri’deyiz, Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ı öldüren katillerin (-güya) yargılandığı dava, “güvenlik” gerekçesiyle Kayseri’ye alınmış, on yıllar önce Afyon’a taşınan Metin Göktepe davası gibi. Doğru mu anımsıyorum emin değilim ama sanki, mahkeme salonu aslında mahkeme salonu değil, Afyon gibi, Yassıada gibi. Şunu doğru hatırlıyorum ama: Mahkeme çıkışı Kayseri polisi o kadar fena saldırdı, öyle kötü gaz yedik ki, perişan olduk. O hiç bilmediğimiz şehirde, bize kapısını açan o hiç tanımadığımız ofis çalışanlarına hâlâ minnettarım.
Aynı zamanlardı, KCK duruşmalarıyla hayatımıza Silivri’deki mahkeme salonları girdi. Nedense salona ilk girdiğimde “mimarlar herhalde Yassıada’ya gidip bir baktılar” diye düşünmüştüm. Kendini “küçük bir böcek” gibi hissetmen için kurgulanmış salonlar! Seyirciyle sanık arası elli metre kadar, ben o zamanlar henüz “seyirci”, yakın zamanda “sanık” kısmına geçeceğimin hiç farkında değilim. Ama binanın kurgusunu “böcek” hissine göre yapan “mimara” kötü bir haberim var, ne izleyici ne de sanık olarak, o salonda bu tuzağa düşen kimse görmedim!
Silivri’de duruşmalar sürerken, şehirdeki yeni buluşma “mekânımız” Çağlayan Adliyesi. Memleket sağ olsun, Çağlayan Adliyesi’ni tepe, tepe kullandık, kullanıyoruz. Mimarları sevinebilir, sonuçta, kullanılan mekân yapmak mühim, tabii keşke “kullanışlı” da olsaydı ama n’apalım. Kaç duruşma izledik Çağlayan’da, kaç kişiyi bekledik o Adalet Çay Bahçesi’nde, bilmiyorum. İlk aklıma gelenler, Büyükada Davası, Ahmet Şık’ın Beşiktaş’tan Çağlayan’a seken ilk ve direkt Çağlayan’da başlayan ikinci tutukluluğu, Cumhuriyet Davası, Barış İçin Akademisyenler, Özgür Gündem nöbetçi yayın yönetmenliği, Beşiktaş’tan Şişli’deki Çağlayan’a “sevk edilen”, bitmeyen davalar. Hrant Dink, Pınar Selek. Bu liste daha sayfalarca uzar. Aynı gün içinde o heyula binada katlar arasında koşturarak bir davadan bir davaya yetişmeye çalıştığımız çok oldu, böyle delilik hâlleri…
İzleyiciden sanık sandalyesine geçişim Silivri’yle başladı, Çağlayan’la devam etti. Beraatten sonra, ikinci yargılanmamızda Silivri’deki o dev salondan Çağlayan’daki küçük salonlara “transfer” olduk. Yani iki tarafa da hem izleyici hem de sanık olarak hakimiyetim tam.
Hannah Arendt’in MOSSAD tarafından Arjantin’den kaçırılan Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılandığı davayı anlattığı Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı kitabında, mahkeme salonunun nasıl da yargılamanın “bir parçası olarak “yaratıldığını” görüyorsunuz, mekânın “yargılamaya” ve “beklenen karara” nasıl da önceden hazırlandığını anlıyorsunuz.
Arendt’in, salonunu tarif ettiği Kudüs’teki mahkeme salonu bize yabancı değil. Salonların mimarisi de tabii ki tesadüfi değil. Mahkemede kimler var? Öncelikle tabii ki devlet, iddia makamı ve sanık, bir de Başak Ertür’ün üzerine düşündüğü mahkemelerdeki varlıklarına çok yerinde dikkat çektiği gibi: Hayaletler.
Kudüs’teki duruşmanın hayaletleri epeyce kalabalık: Holokost’ta katledilen milyonlarca Yahudi’nin hayaletleri. Arendt, salonun mimari bakımdan bir tiyatro olarak inşa edildiğini, salonda görünmeyen bir yönetmen olduğunu düşünüyor. David Ben Gurion. Arendt’e göre; mahkemeler tiyatroların legal formları. Zihnim bir yerden bir yere zıplıyor, David Ben Gurion’un Kudüs’teki mahkeme salonunun görünmeyen “yönetmeni” olması acaba İttihat ve Terakki döneminde İstanbul’da hukuk okumasıyla ilişkili mi? Tarih, Ben Gurion’un Osmanlı hukukunu öğrenmesinin İsrail’in kuruluşundaki hukuk sisteminin şekillenmesini dolaylı etkilediğini iddia ediyor. Ben Gurion İsrail’de görünmeyen yönetmen, bizim tarihimiz de mahkeme salonlarında görünmeyen yönetmenlerle dolu, İstiklal Mahkemeleri’nden bugünlere kadar.
Ertür, kitabında, İttihat ve Terakki liderlerinden Tâlât Paşa’yı Berlin’de öldüren Salomon Tehlirian’ın yargılandığı davaya da uzun bir yer ayırıyor. Berlin’in, hem ipin ucu kendilerine gelir diye işe bulaşmak istememesinden hem de zaten Tâlât İstanbul’da idama mahkûm olduğundan, göstermelik bir mahkemeyle yargıladığı “bir adam öldürdüm ama katil değilim” diyen Tehlirian cinayetten beraat ediyor. Salondaki hayalet; Tehlirian’ın 1915’te öldürülen annesi, soykırımın tüm kurbanlarını temsilen tek bir hayalet. Tehlirian’ın beraati akla “adil cinayet var mı?” sorusunu getiriyor. Agatha Christie, Doğu Ekspresi’nde Cinayet’te “bazen insanların yaptığı yasalar yetmiyor” diyor. Hannah Arendt, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden kısa bir süre sonra, 1946’da arkadaşı Karl Jasper’e yazıyor: “Bana öyle geliyor ki, Nazi suçları hukukun limitlerini aşıyor.” Arendt’in hukuka dair umutsuzluğu sonraki yıllarda da sürüyor. Biyografisini yazan Elisabeth Young Bruehl. Dünya Aşkıyla kitabında aktarıyor: Arendt; hukuk okumak isteyen ve fikrini soran öğrencisini yanıtlıyor: “Hukukun uzun yıllar istikrarını sürdüreceğini sanmıyorum, bu konuda eğitilmiş olmanın faydası ne?” Eyal Weizmann, “Arendt’ ten Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti” kitabında, Filistinli avukat Muhammed Dahlan’ın bence çok haklı sorusunu aktarıyor: “İsrail mahkemelerinde dava açmak kadim bir ikilem. İşgalin aşırılıklarını dizginlemek için İsrail hukuk sistemiyle birlikte çalışmaya, onu meşrulaştırmaya değer mi?” Elimizde hukuktan başka sarılacak bir şey kalmadığından, değmese de korkarım, mecburuz. Hukuka inancımızın azalması, yok olmaya yaklaşması, kendimizi sürekli mahkeme salonlarında bulmamız boşuna değil. Hukukla hâlimiz “Ne seninle ne sensiz” ilişkisi, mecburuz. Sokrates’in kabulünü anımsayın, kaçmayı reddetmesini. Ne diyordu Sokrates: “İddiam şudur: Suçlu olan, suçlayıcı Meletos’tur, onu ciddi şeyleri zevzekliğe dökmek, insanları düşünüp taşınmadan mahkeme önüne getirmekle suçluyorum… Kendimi böyle savunduğum için şimdi pişman değilim, bu savunmadan sonra ölmeyi, sizin kurduğunuz tuzakta yaşamaya yeğ tutarım.” Savcı ya da hakim kılığında ne çok Meletoslar gördük tarih boyunca. Hâlâ da görüyoruz.
“Mahkeme salonlarında herkes kendi hayaletleriyle yer alır” diyor Ertür, izleyici de sanık da iddia makamı da. Haklı bence de. Ama 1900’lerin davalarından 2000’lere geldiğimizde acaba artık gücün hayaletleri, görünmeyen yönetmenler daha mı kalabalık diye düşünüyorum bir yandan. Mağdurların, hesap soranların eşlikçisi hayaletler, hayalet halleriyle bile alınmıyorlar mı acaba salonlara? O zaman, mahkeme heyetlerine bakmalı sanki. Maruz kalanın, mağdurun eşlikçisini salona sokmayan, gücün temsilcisiyle her hal ve şart altında hemfikir olan mahkeme heyetleri.
Nazi savaş suçlularının (-güya) yargılandığı Nürnberg’de, Nazi dönemi yargıç ve savcılarının mahkeme kararında şöyle yazıyor: “Suikastçının hançeri, yargının cübbesinin altına gizlenmiştir.” Cümleyi aktaran Harry Reicher, “İnsanlığa Karşı Suçlarda Sorumluluktan Kaçmak” makalesinde notunu düşüyor: Bakmayın, mahkûm edilen savcı ve hakimler, 1948’den sonra göreve döndüler.
Hükümlerin mahkeme salonlarında verilmemesi yeni değil, gücün hukuku yönetmesi yeni değil, sonucu bilinen davalar yeni değil. Yassıada yargılamaları sonrasında İmralı Cezaevi müdürü olan Ahmet Acarol, Demirkırat’ta Mehmet Ali Birand’a anlatmış: “Mahkemelerin bitmesine daha bir aydan uzun zaman varken, mezarlar kazıldı, tabutlar yapıldı, sehpalar hazırlandı.” Yassıada’da duruşmalar sürerken, İmralı’da hazırlıklar tamammış. Esir Şehrin Mahpusu’nda cezaevi müdürü Kamil’e konuşuyor: “Siyaset havaya bakar, biz de aklımız pek derine ermese de, az buçuk biliriz. Yarın esinti değişiverir, hoop dışardasınız.” Kemal Tahir haksız mı on yıllar öncesinden? Hâlâ öyle değil mi?
Yassıada’dan bugüne sonucu bilinen davalar normalimiz. Tarihten pek de bir şey öğrenemediğimizin kanıtları. Öldürülen sevdiklerimizin katillerinin cezasız kalacağını da biliyoruz, hukukun temelinden itibaren aslında suç olmadığı kanunla sabit “davranışlar”dan yıllarca hapis yatabileceğimizi de. Aslolan bu “normalle” nasıl başa çıkılacağı. Frantz Fanon, FLN’den Cemile Bouhired’in idam kararına tepkisini “idam cezasını duyan Cemile Bouhired’in kahkahaları kimseyi yanıltmasın; ne basit bir meydan okuma, ne de şuursuzluk örneği. Daha çok sarsılmaz, içten gelen bir inancın sakince dışa vurumu o kahkahalar” diye yorumluyor.
Sokrates “Mahkemelerin kararlarının geçerlilik iddiasında bulunamayacağı, daha ziyade tek, tek kişilerce değiştirilebildiği, geçersiz kılınabildiği bir devletin ayakta kalabileceğine inanır mısın hiç? Yoksa çöküp gideceğini mi düşünürsün?” derken, korkarım fazlaca iyimsermiş. Çökmüyor. Adalet çöküyor ama.
Ertür; kitabına dair böyle bir okuma hayal eder miydi bilmiyorum ama, benim epeyce gezgin zihnimde buralara kadar götürdü beni sanırım, daha uzunca bir süre, en azından bizim memleket gerçekliğimizde, mahkeme salonları birer oyun alanı olarak anılmaya, ne yazık ki, devam edecek. Belki de bizim de lanetimiz bu, ne yapalım…
Meraklısına okuma listesi
Spectacles and Specters: A Performative Theory of Political Trials / Başak Ertür/ Fordham University Press, 2022.
“İnsanlığa Karşı Suçlarda Sorumluluktan Kaçmak”, Harry Reicher (Nazi Almanya’sında Hukuk – Alan E. Steinweiss & Robert D. Rachlin içinde)/ Kıvılcım Turanlı Yücel (Çeviri) Seçkin, 2020
Savunma Saldırıyor/ Jacques Vergels/ Vivet Kanetti (çeviri) / Metis, 1999.
Adli Hatıralar/ Jacques Vergels/ Pinhan, 2023.
Kötülüğün Sıradanlığı – Eichmann Kudüs’te. / Hannah Arendt / Özge Çelik (çeviri) / Metis, 2009.
Karanlık Zamanlarda İnsanlar / Hannah Arendt / İletişim, 2022.
Dünya Aşkıyla / Elizabeth Young Bruehl/ Ali Selman (çeviri) /İletişim, 2012.
İkili Devlet / Ernst Fraenkel/ Tanıl Bora (çeviri) / İletişim, 2021.
Demirkırat / Mehmet Ali Birand / Milliyet Yayınları/ 1991.
Arendt’ten Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti / Eyal Weizman/ Açılım Kitap, 2018.
Suçun ve Kefaretin Ötesinde / Jean Améry / Cemal Ener (çeviri) / Metis, 2015.
Doğu Ekspresi’nde Cinayet / Agatha Christie / Çiğdem Öztekin (çeviri)/ Altın Kitaplar.
Afrika Devrimine Doğru / Frantz Fanon/ Sanem Işıl Aytuğ (çeviri)/ Sel Yayıncılık, 2022.
Sokrates’in Savunması/ Platon/ Ari Çokona (çeviri)/ İş Bankası Kültür Yayınları, 2012.
İstiklal Mahkemeleri1-2/ Ergün Aybars/ 9 Eylül Üniversitesi Yayınları, 1988.
Bir Ömür Böyle Geçti – Sessiz Gemiyi Beklerken/ Süreyya Ağaoğlu/ Yapı Kredi Yayınları, 2023 .
Esir Şehrin Mahpusu/ Kemal Tahir/ KETEBE, 2022.