Medeniyet tarihi bir yönüyle de adalet arayışı serüvenidir. Bu arayışta adalet meselesine makul çözüm üretebilmiş toplumlar, gelir ve refah düzeylerini de yükseltmiş ve uluslararası düzeyde de belirli bir saygınlık kazanmışlardır. Yani adalet meselesi ciddi anlamda ekmek meselesidir; hak esaslı uygulamalarda ekmeği büyütür, haksız uygulamalarda ekmeği küçültür ve sermayenin daha güvenli bulduğu yer veya limanlara doğru kaçmasına yol açar. Zira kişiye veya toplumun belirli bir kesimine, dinsel veya etnik bir gruba karşı yapılan her türlü adaletsizlik, toplumu zehirler, yozlaşmalara yol açar ve bir bütün olarak toplumun yapısına zarar verir.
Mahkemelerimizde asılı olan “adalet mülkün temelidir” (Arapçası: El-‘adlü esâsü’l-mülk) sözü, özü itibariyle bir devletin veya yönetimin, düzenin, iktidarın veya saltanatın adil temele oturması anlamına gelir. Zira Hz. Ömer’e ait olan bu sözde yer alan “mülk” kavramı, eşya anlamındaki bir taşınmaz veya gayrimenkulden ziyade, yönetim, egemenlik, iktidar ve saltanat ile alakalıdır. Kısacası, devlet ve yönetim adil bir temele dayanıyorsa, barış, huzur ve müreffeh bir yaşamdan söz edilebilir. Aksi takdirde, Thomas Hobbes’in işaret ettiği şekilde, hiç kimsenin güvende olmadığı kargaşa veya savaş hali düzeni devam eder.
Aslında her yönetim kendince veya kendisinin anladığı bir şekilde, düzeni adil bir temele oturtmaya çalışır. Ancak bu adalet arayışı veya adaleti sağlama yol ve yöntemleri bazen öyle karmaşık bir hal alır ki, iktidarı elinde tutanlar, adaleti sağlamaya çalışırken dehşetli adaletsizliklere, barbarlıklara, bazen asırlarca süren kin ve düşmanlıklara da yol açabilir.
Adaleti sağlamaya çalışırken adaletsizlik yapmak
Herodotos, Tarih adlı eserinde, Dareios’un daha sonra Pers ordusunun başına getireceği Otanes’in babası, kraliyet yargıcı Sisamnes’in hikâyesini anlatır: “…Otanes kıyıda yaşayan uluslar üzerinde komutan oldu. Babası [Sisamnes] kraliyet yargıçlarındandı. Rüşvet yiyip açıkça haksız bir karar verdiği için Kral Kambyses, derisini yüzdürerek öldürtmüştü. Yüzülen deriden kayışlar kestirmiş, Sisamnes’in yargıçlık yaptığı kürsüyü bunlarla kaplamıştı. Kürsü kaplanınca derisini yüzdürmüş olduğu Sisamnes’in yerine yargıç olarak öz oğlunu [Otanes’i] getirmiş ve hangi kürsü üzerinde yargıçlık ettiğini aklından çıkarmamasını tembih etmişti” (Herodot:253).
Herhalde Otanes, babasının yüzülen derisiyle kaplanmış olan koltukta “adilce” kararlar vermiş ki, terfi ederek Pers ordusunun başına getirilmiş. Bu olayda bugün bizler için muhtemelen Otanes’in nasıl bir işkenceye maruz kaldığı gerçeği ön plana çıkar. Ama o günkü şartlarda Pers kralı için “adaleti” tesis etmek ön plandaydı.
Bir iki örnek de İsa’dan sonraki uygulamalardan seçersek, ne demek istediğimizi daha anlaşılır kılabiliriz.
Moğolların katliam ve barbarlıkları anlatmakla bitmez. Timur girdiği her yerde inanılmaz katliamlar yapmıştır. Aslında Timur’un adının “adalet” kavramıyla anılması bile zuldür; zira gerçekte bir adaletsizlik timsalidir. 1387’de Timurlenk’in askerlerinden biri, İsfahanlı bir kadına sarkıntılık yapınca halk tarafından linç edilir. Bunun üzerine Timur şehre dönüp yedi yaşından küçük çocukları ailelerinden alarak bir araya toplar. Topladığı 7000 çocuğu ailelerinin gözleri önünde, saatlerce atlılarına ezdirmek suretiyle katleder ve kafalarını vücutlarından ayırır. Ardından askerlerine 70,000 İsfahanlının kellesini getirmelerini emreder. Askerler imza karşılığında görevi yerine getirir. İçlerinden vicdanlı olanlar, hunhar arkadaşlarından kelle satın alarak sorumluluktan kurtulmaya çalışır. Tarihçi Hafız Ebru, kentin yarısını dolaştığında, her biri 1500 kelleden oluşan 28 kule saydığını yazmıştır (Tahir’ül Mevlevi, Cengiz ve Hülagü Mezalimi, s. 115).
Şimdi biraz daha yakınlara gelip Fatih Sultan Mehmet döneminden bir örnek ile devam edelim.
İdris-i Bitlisî, ünlü eseri Heşt Behişt’te (VII. Ketîbe), “adalet-i sultani”nin kaynağı, “cihan sultanı” ve “Millet-i Muhammedî’nin sultanı” gibi sıfatlarla anılan II. Mehmet’in, kâfirlerden ihtiyar bir kadının zulme uğradığı gerekçesiyle adalet aramasına nasıl bir cevap verdiğini anlatır: “Ordu arasında, hatırı sayılır kişilerden olan birkaç yeniçeri genci, ihtiyar kadından zorla, ancak parasını fazlasıyla vererek yedi adet yumurta almışlar. Yapılan tahkikatın ardından … hadiseye dahli olan yedi yeniçeri neferi kılıçla kesilmek suretiyle cezalandırıldı. Ordu ileri gelenlerinin cürme nazaran cezanın çok ağır olduğu itirazına, ordu sayısının çok olduğu ve her neferin zorla her gün bir yumurta alacağı düşünülecek olursa memlekette yumurta kalmayacağı cevabını vermiştir” (Bitlisî:35).
Yukarıdaki verdiğim üç örneğin oldukça aşırı olduğunun ben de farkındayım. Ne Kambyses’in yargıcın derisini yüzüp, maktulün derisiyle adalet kürsüsünü kaplatıp, üstelik maktulün bizzat oğlunu o kürsüye oturtması, ne Timur’un bir askeri için insan kellelerinden kuleler yapması, ne de Fatih Sultan Mehmet’in yedi yumurta için yedi yeniçeri askerini kılıçla öldürtmesi, adalet arayışına bir cevap değildir.
Suç ve ceza arasındaki ilişki medeniyet tarihi boyunca tartışılmıştır. Galiba adalet de suç ve ceza arasındaki ilişkide, hangi suça nasıl bir ceza verileceği konusunda karşımıza çıkmaktadır. Bir dâvâda adaleti yerine getirmek, kesinlikle intikam almak değildir ve olmamalıdır. Adaleti cinayetle sağlamaya çalışılanlar, çok daha feci adaletsizliklere yol açabilmektedir. Aliya İzzetbegoviç’in de haklı olarak söylediği gibi, “Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.”
Doğuda, istisnai dahi olsa yukarıdaki uygulamalar üzerinden adalet meselesine bir çözüm aranırken, Batı medeniyetinin temellerini kuran Antik Yunan düşünürleri, günümüzün modern hukuk anlayışına kaynak olacak türden bir bakış açısını geliştirebilmiştir.
Suç ve ceza arasındaki ilişkiyi modern hukuk anlayışı doğrultusunda temellendirenlerin başında Platon gelir. Zira Platon’a göre ceza, kişinin işlediği suçun karşılığı değildir; işlenmiş suç geçmişte kalmıştır ve olmuşa çare yoktur. Ancak ceza ileriye dönüktür. Cezalandırmada amaç, “suçu işleyenin de, onun cezalandırıldığını görenin de adaletsizlikten kesinlikle nefret etmesini ya da büyük ölçüde bu talihsizlikten vazgeçmesini sağlamaktır” (Yasalar:448).
Adaletsizliğin kaynağını kötü yönetim ile ilişkilendiren Platon, adil bir yönetimin ancak yasalarla mümkün olacağını düşünmektedir. Platon’a göre, adaletsizlik yapmadan tek başına yönetecek insan yoktur. Bu nedenle yöneticiler, görevlerini kusursuzca yapan erdemli kişiler tarafından denetlenmelidir. Eğer yöneticileri denetleyecek kişiler onlardan daha erdemli ise, ülke gelişir ve mutlu olur. Buna karşılık yöneticilerin denetlenmesi usulüne göre yapılmazsa, devletin tüm yapısını bir arada tutan adalet ilkesi yıkılır. Adalet ilkesi zedelendiğinde yönetim birimleri birbirinden kopar, devletin bütünlüğü yokolur ve kısa sürede yıkıma götüren ayaklanmalar baş gösterir (Yasalar:460).
Batı dünyası, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dinsel ve etnik azınlıkları siyasal sisteme entegre ederek adalet sorununa büyük oranda çözüm üretebildi ve bu sayede, medeniyet tarihinin en müreffeh dönemini yakaladı. Avrupa’da, 1950 ve 1960’lı yıllarda doğanlar şanslı, Soğuk Savaş sonrasında doğanlar ise çok daha şanslı bir hayata adım attılar.
Yakın dönemde Ortadoğu’da bu şansı yakalamaya en yakın ve yatkın ülke Türkiye idi. Lâkin Kürt meselesine bir çözüm üretememesi, Barış Süreci gibi bir bahardan sonra tekrar kara kışa dönülmüş olması, adalet umudunu bayağı zayıflatmış bulunuyor. Maalesef adaletten koptukça ekmeğimiz daha çok küçülmekte, özgür ve müreffeh bir yaşamdan da uzaklaşmaktayız. Zira adaletsizlik önce sermayeyi ürkütüp başka diyarlara göç etmesine yol açarken, daha sonra da bilimi güdükleştiriyor. Çünkü sermayenin güvenli bir iklime, bilimin ise özgür bir ortama ihtiyacı var. Bilim ve sermayeyi, ancak adalet aynı çatı altında bir arada tutabilir.
Gene Timur’la ilgili bir hikâye ile bitirelim. O kıyıcı eylemlerinden sonra âlimleri toplar ve onlara şu ünlü sorusunu sorarmış: “Ben adil miyim, zalim miyim?” Verilen cevabı beğenmeyince, adamın boynunu vurdururmuş. Aynı soruyu Nasrettin Hoca’ya sorunca, rivayete göre şu cevabı almış:
— Sen ne adilsin ne zalimsin! Sen adaletin kılıcısın! Zalim bizleriz ki, Allah seni bizim başımıza getirdi, bizi senin eline teslim etti.
Hocanın cevabını çok beğenen Timur, onun gerçekten ilim ve hikmet sahibi olduğunu kabul ederek canını bağışlamış.
Aslında her devirde, her türlü hukuksuzluğa fetva vermeye hazır “ilim ve hikmet sahibi hocalar” mevcuttur. Lâkin genellikle ilim ve hikmet camiasında çoğunluk teşkil etmezler. Çoğunluğu teşkil ettiklerinde çürüme ve yıkım kaçınılmazdır.