Adamın biri arabayla işe giderken, birden telefon çalar. Adam telefona cevap verdiğinde karşıdaki ses gayet heyecanlı bir şekilde, “Efendim size müjdeli bir haberim var. Milli Piyango’nun en büyük ikramiyesi sizin bilete çıktı. Artık siz bir milyonersiniz” der. Bu haber karşısında, sevinçten âdetâ çılgına dönmüş olan adam paraları nasıl değerlendireceğini düşünürken, biraz sonra tekrar telefonu çalar. Adam bu kez telefonu açtığında, biraz önce telefon açmış aynı kişi gayet üzgün bir şekilde şöyle konuşur, “Efendim az önce size müjdeli bir haber verdim, ancak bu kez maalesef size çok üzücü bir haberim var; bilmem ki nasıl söylesem; efendim eşiniz öldü. Başınız sağ olsun.” Bu ikinci haber üzerine adam, “Ey büyük Allahım, bugün verdikçe veriyorsun, verdikçe veriyorsun” der.
22 Şubat’ta pek çok gazetede çıkan bir haber, bana yukarıdaki hikâyeyi hatırlattı. Haber şu: İzmir’in Torbalı ilçesinde, TIR şoförü 40 yaşındaki Ali D, televizyonda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan çıkınca küfürler edip hakarette bulunduğunu ileri sürdüğü eşi 37 yaşındaki GD’nin ses kaydını alıp savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Ali D, “Babam da hakaret etse onu da şikayet ederim” diyorsa da, haberin devamında, meselenin özü biraz daha net olarak anlaşılıyor. Şu satırlar Ali D’nin gerçek niyetini bariz bir şekilde ortaya koyuyor: “Geçen Ağustos ayında eşim bana ‘Beni sevdiğini kanıtla’ dedi. Bunun nasıl olacağını sorduğumda, ‘Notere gidelim, evi üstüme yap’ diye karşılık verdi. Eşime güvendiğim için notere gidip mal paylaşımı yaptım. Evi eşime verdim. Boşanma dâvâsı açıp evden uzaklaştırılmamı sağladığı için şimdi kendi evime de giremiyorum. Bir inşaat bekçisi ağabeyim var, bazen inşaatta onun yanında kalıyorum. Cumhurbaşkanımıza küfür eden babam da olsa şikâyetçi olurdum.”
Bir lideri sevmek
Cumhurbaşkanı Erdoğan, tıpkı Atatürk ve Özal gibi, bu ülke tarihinde iz bırakmış, seveni çok olan karizmatik bir liderdir. Bir liderin pek çok özelliği olur; ancak bana göre en önemlisi, liderin inandığı ve uğruna mücadele ettiği politikalara halkını da inandırması ve onların desteğini kazanabilmesidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’de askeri vesayetin son bulması ve Kürt meselesinin barışçı yoldan çözülmesi konusunda Türkiye halkının desteğini aldı. Bu iki zoru başarmak, her lidere nasip olabilecek bir şey değildi. Şüphesiz bir liderin sevenleri olduğu gibi ondan nefret edenler de olacaktır. Önemli olan, sevenlerinin nefret edenlerinden çok olması ve kararlı bir şekilde liderin arkasında durmalarıdır. Gezi eylemleri sırasında, sayın Erdoğan yurt dışından döndüğünde, onu havalimanında karşılamaya gelmiş olanların arasında kefen giymiş insanları görünce oldukça etkilenmiştim. Bu, bu ülkede liderine ölümüne bağlı insanların olduğunu gösteriyordu.
İyi de, lider sevgisini dile getirmenin çok farklı yolları var. Bir vatandaşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret etti diye eşi hakkında savcılığa şikâyette bulunması, lidere bağlılık ve lider sevgisiyle mi anlatılır? Galiba bu durum sevgiden ziyade “lider üzerinden” bir rant elde etme çabası olarak göze çarpıyor. Vatandaş, aklınca Cumhurbaşkanının adını kullanarak eşini haksız çıkartacağını düşünmektedir. Hele bir de olayı medyaya mal ederek kamuoyu ile paylaşması daha da vahim bir durumdur. İyi ama, medyanın yapmış olduğu hatâ, vatandaşın yapmış olduğu yanlıştan daha büyük değil mi? Haydi diyelim bu haber, bir il veya ilçedeki yerel basında yer buldu; nasıl oluyor da ulusal basında, hem de Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan gazetelerin ilk sayfasında yer bulabiliyor? Merak ediyorum, çağdaş dünyada böyle haberlere rastlamak mümkün müdür? (Galiba biraz sevgili Alper Görmüş’ün alanına girmiş oluyorum.)
Ülkedeki derin kutuplaşma
Bu olay biraz da Türkiye’deki siyasi durum ile alâkalıdır. Bir ülkede demokrasinin gelişmişlik düzeyi, iktidar ile muhalefet arasındaki ilişki tarzına da yansır. Şöyle ki, muhalefet, dünyanın neresinde olursa olsun, samimi değilse bile, temel hak ve özgürlükler konusunda iktidardan daha ileri ve ilerici görünmek ister. Ancak bizde öyle bir durum, en azından son yıllarda bir türlü olmadı, oluşamadı. CHP, halen restorasyondan, kısacası Kemalist-faşist döneme dönüşten söz etmeyi bir muhalefet tarzı olarak benimsemişken, ilk zamanlar değişim ve dönüşüm anlamında bir umut vadeden HDP, 7 Haziran seçimlerinden sonra PKK tarafından tamamen etkisiz hale getirildi. HDP’nin elde ettiği yerel iktidar — ki Kürt meselesi gibi bir etnik sorunun çözümünde bu yerel iktidar tecrübesi son derece önemliydi — hendek ve barikatlarla elinden alındı.
Görünen o ki, bugün AK Parti’yi muhalefet etme anlamında sıkıştıracak ve gelecekte iktidar olmayı hedefleyen bir siyasi parti veya partiler yok. CHP geçmişiyle yüzleşmeden ve demokratik bir gelecek vizyonu çizmeden; HDP de, PKK’nin sivil siyasi alanı daraltan müdahalelerinden kurtulmadan, bu ülkede adamakıllı bir muhalefet olmaz. Öte yandan, medyadaki siyasi kutuplaşma da etik kurallarıyla açıklanacak gibi bir durum değil. Ülke medyasının neredeyse yarısı her gün mütemadiyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a nefretini işlerken, diğer yarısı tam anlamıyla karşı kutupta yer almakta. Dış politikada bile ya hep ya hiç hattı üzerinde yola devam etmekteyiz. Sayın Cumhurbaşkanının Suriye politikasındaki “ya biz, ya PYD” vurgusu, Batıda “ya Türkiye ya Kürtler” şeklinde anlaşılıyor. Oysa Batı, belki de tarihte ilk kez Türk- Kürt meselesinde bir tarafı diğer bir tarafa kurban etmeden, her iki taraf ile de çalışmayı tercih etmekte.
Maalesef ülke olarak, bir tarafın ak dediğine diğer taraf peşinen kara diyecek şekilde mevzilenmiş bulunmaktayız. Haleti ruhiyemiz “Cumhurbaşkanına hakaret etti” diye eşini mahkemeye veren vatandaşınkine benziyor. Oysa tam da bugün, diğer ara renklere de ihtiyaç var. Suriye meselesinde, Kürt meselesinde, barış meselesinde ya hep ya hiç mantığı ile hareket ettiğimiz sürece selâmete ulaşmak çok zor olacak.
Daha bir yıl önce kaybettiğimiz sevgili Yaşar Kemal, eğer bugün yaşıyor olsaydı, her halde yine “binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete” diye uyarırdı.