Ana SayfaYazarlarHazin bir Türkiye hikâyesi: Devlet sopasıyla bireyselleşme

Hazin bir Türkiye hikâyesi: Devlet sopasıyla bireyselleşme

 

Türkiye, cemaatleşmiş inanç ve ideolojilerin laboratuvar ülkesi… Siyasi ya da dinî herhangi bir cemaatte yer alan insanlar, inanca ve ideolojiye uyum sağlayıp “huzur içinde” var olmakla, uyum sağlayamayıp eleştirel bir pozisyon benimsemek ve böylece cemaatten dışlanıp yalnızlaşmak arasında bir tercih yapmak zorunda kalırlar. İkinci tercihin bedeli o kadar ağırdır ki, cemaat içinden pek az kimse bu riski göze alabilir. Gerçi kendi içinde cemaatiyle inanç-ideoloji gerilimi yaşamaya başlamış insanların yalnızlaşmayı göze alamayıp içeride kalmaya devam etmelerinin de ağır bir bedeli vardır. Fakat insanlar, ait oldukları cemaatin dışına düşmektense, beyinlerini ve kalplerini gemleyip, gerilim yaşamaya başladıkları cemaatlerinin içinde kalmaya devam ederler; bunun tersi nadirattandır.

 

Böyle insanlar, ait oldukları cemaate vurulmuş dağıtıcı dış darbeleri bazen kendilerine bile itiraf edemedikleri bir memnuniyetle karşılarlar. Çünkü onların kişisel iradelerine kalsa asla terk edemeyecekleri cemaatlerini bu sayede terk etme imkânı bulurlar; hem de “hain” darbesi yemeden!

 

Devlet sopasıyla mecburi bireyselleşme

 

Siyaset bilimci Prof. Gökhan Bacık, geçtiğimiz günlerde Ahval’de “KHK sosyolojisi: Post-modern azınlık” başlıklı bir makale kaleme aldı. Okumakta olduğunuz yazıda esin kaynağım olduğu için Bacık’ın bu makalesinden kısaca söz etmek isterim.

 

Gökhan Bacık, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile işlerinden olmuş, görevlerinden edilmiş on binlerce insanın durumuna bambaşka bir açıdan yaklaşıyor, onların önünde açılmış bireyselleşme imkânlarından söz ediyor:

“Uzun vadede KHK’liler sosyolojik bir vakıa olarak istisnai bazı roller oynayabilir. Devlet ve toplum tarafından dışlanan bu insanlar, Türkiye’de nadiren görülen bireyselleşmenin örnekleri olabilir. KHK’lilerin bir kısmı devletin, ailenin, kültürün, partinin, cemaatin, dinsel ilişkilerin dışında otonom bir alan üretebilir.

“Son tahlilde Türkiye bir cemaat ve cemiyet ülkesidir. Türkiye’de birey yabancı muamelesi görür. Yalnız kalmış, toplumdan ve devletten dışlanmış KHK’liler bunlara rağmen birey olarak var olmanın kültürel tohumlarını atmaya katkıda bulunabilir.”

 

Bacık tam olarak öyle ifade etmiyor ama, bahsettiği şeyin bir devlet sopasıyla bireyselleşme hikâyesi olduğu çok açık. Öyle ya, devlet gücünü kullanıp o insanları bağlı bulundukları “devletin, ailenin, kültürün, partinin, cemaatin, dinsel ilişkilerin” baskısından ya da korumasından âzâde kılmasaydı, o insanlar o yapılara itiraz etmeksizin onların içindeki mutlu-huzurlu hayatlarına devam edeceklerdi. Fakat şimdi kendi bacaklarından asılacaklar ve ister istemez, bir zamanlar içinde yer aldıkları kurumlarla çatışma içine girecekler, bireyselleşeceklerdir.

 

Taze örnek: Gülen Cemaati’nin bireyleri

 

Bacık, 12 Mart 1971 darbesini, bu zorunlu bireyselleşmenin bir örneği olarak “sol” cemaatler üzerinden şöyle anlatıyor:

“Esasen Türkiye tarihinde de benzer durumlar vardır: 1970’li yıllara neredeyse kendi lehine bir darbe beklentisi ile giren Türk solu, 12 Mart ile yediği sille sonunda sarsılmış ancak bu harekete mensup pek çok kişi sanat ve düşünce alanında önemli örnekler vermiştir. 12 Mart’tan sonra sol bir otoriter rejim mümkün olsaydı, tarihsel olarak Türk solu bugün neredeyse yirmi yıllık İslamcı rejime rağmen sanatsal alanda sürdürdüğü hegemonyayı üretecek durumda olmayabilirdi.”

 

Gerçekten de 12 Mart’tan sonra “sol” otoriter bir iktidar kurabilseydi sol-içi cemaatleşme eğilimi daha da güçlenecek, günümüzde de kültürel hegemonyasını sürdürebilmesini mümkün kılacak bağımsız kültür sanat özneleri yerine sol cemaatin dar siyasi-kültürel çıkarlarına hitap edecek “asker” kültür özneleri yetiştirecekti.

 

Fakat hemen belirtelim: Gökhan Bacık’ın kendisi de içinde yetiştiği Gülen Cemaati’nin devlet gücüyle dağıtılması sonucunda bağımsız ve özgürce düşünen parlak bir akademisyen haline gelebildi. Hatta burada sinir bozucu olmak pahasına “devlet sayesinde” bile diyebiliriz; Gülen Cemaati yapısını koruyabilseydi, hatta devleti tamamen ele geçirip taşlaşmış bir cemaatsal yapıya evrilseydi, sanmam ki onun içinden bir Gökhan Bacık, bir Ahmet Kuru, bir Özgür Kaya çıkabilsin.

 

Ahmet Dönmez “Cezaevlerinde cemaat isyanı” haberini yazabilir miydi?

 

Medyadan bir örnekle devam edelim… Eski Zaman gazetesi muhabiri Ahmet Dönmez, geçtiğimiz yıl bu günlerde Gülen Cemaati içinden bir hizbin, cezaevlerindeki mensuplarını kurtarabilmek için cezaevlerinde büyük bir isyan planlamış olabileceğine dair çok önemli bir haberi kendi bağımsız haber mecralarından duyurdu.

 

Dönmez, yakın bir tarihte, o günden bu yana takip ettiği bu iddiayı bizzat planlamanın içinde olan bir kaynağına da doğrulattı. Kaynağın verdiği bilgiye göre, evet, böyle bir planlama yapılıp Fethullah Gülen’e sunulmuş fakat Gülen planı reddetmişti. Tahmin edileceği gibi Cemaat içindeki “abi”ler “cezaevlerinde isyan” iddiasına “kol kırılır yen içinde” muamelesi çekmeyip fâş ettiği için Ahmet Dönmez’e çok kızdılar ve onu iktidarın dümen suyunda haber yazmakla suçladılar.

 

Bu “abi”lerden Cemaat’in Batı’daki resmi yüzünü temsil eden biri, hıncını, Ahmet Dönmez ve benzeri gazetecilerin aslında gazeteci sayılmamaları gerektiğini söyleyerek aldı. Çünkü neticede onlar bir zamanlar Cemaat’in askerleri olarak gazetecilik yapmışlardı. Cemaat herkese nasıl iş dağıttıysa, onlara da “gazeteci olmak” görevi vermişti.

 

Ahmet Dönmez kendisinin ve zamanında Cemaat organlarında gazetecilik yapan arkadaşlarının töhmet altında bırakıldığını söyleyerek karşı çıktı bu iddiaya. Dönmez’e göre o ve arkadaşları kimseden talimat almadan, yönlendirilmeden çatır çatır gazetecilik yapmışlardı.

 

Ben, Ahmet Dönmez’in şimdi gerçekten de bağımsız gazetecilik yaptığı kanaatindeyim, fakat bir zamanlar yapılan gazetecilikle ilgili savunmasının belki ancak kısmen geçerli olabileceğini düşünüyorum.  Ve tabii şunu da: Gülen Cemaati dağılmasaydı, böyle bir gazetecilik yapma güç ve yeteneğini kendinde bulamayacaktı.

 

12 Eylül ve sol cemaatler

 

Gökhan Bacık 12 Mart örneğini veriyor, ben de devletin parçaladığı sol cemaatler ve onların içinden doğan bireysellikler faslında 12 Eylül örneğini vermek isterim.

 

Sol içindeki cemaat aidiyeti duygusu, 12 Mart öncesine kıyasla 12 Eylül öncesinde çok daha güçlü ve yaygındı. Bu cemaatsal yapılar devlet tarafından dağıtılınca, tıpkı 12 Mart’ta olduğu gibi çok sayıda eğitimli insan sudan çıkmış balığa döndü. O korunaklı cemaat yapıları yıkılmış, huzurlu günler sona ermişti. Fakat bir yandan da o insanların bireysel yaratıcılıklarının önündeki büyük engel ortadan kalkmıştı.

 

Solun çeşitli cemaatlerinde slogan farklılığı yüzünden birbirinin hayatına göz diker hale gelen örgüt bağlıları  sanat, gazetecilik, akademi vb. alanlarında biraraya gelerek yeni bir dönem başlattılar. Gazetecilik alanında kalalım: Ercan Arıklı’nın sahipliğindeki Nokta dergisi, bu gelişmenin sembolü olarak öne çıktı.

 

Ercan Arıklı’nın vefatı münasebetiyle kaleme aldığım portresinde, sol cemaatlerin devlet tarafından parçalanması ve oralardan kopan bireylerin Nokta dergisindeki buluşmasını şöyle anlatmıştım:

“12 Eylül olduğunda dönemin militanlarının bile belirgin bir ferahlık hissettiğini söyleyenler tümüyle haksız değil aslında… 12 Eylül'le birlikte tek tek insanlar, kopamadıkları siyasal yapılardan koptular ve savrulmaya başladılar… Müthiş bir haz arayışı baş gösterdi… ‘Devrimci evlilikler’ yıkıldı, bastırılmış cinsellikler yeniden keşfedildi, ‘insan ruhu’na doğru yeni yolculuklara çıkıldı… Bu, acılı bir arayış dönemiydi…”

 

Yani Gökhan Bacık’ın 12 Mart’a dair yaptığı analize 12 Eylül’ü de eklemek gerekir. Sözünü ettiği kültürel hegemonyanın kurulmasında herhalde sol cemaatleşmenin 12 Mart’tan daha keskin bir biçimde dağıtılmasının da büyük rolü olmuştur.

 

Türkiye’de bireyselleşmenin önemli ölçüde devlet zoruyla ortaya çıkması, bu ülkenin hazin gerçeklerinden biri…  

 

  

- Advertisment -