Ahmet Sever’in on gündür çok tartışılan “Abdullah Gül ile 12 yıl” başlıklı kitabını okudum. Ahmet’i tanırım, her ne kadar son on yıl içinde pek görüşme fırsatımız olmadıysa da. Helsinki Zirvesi ertesinde Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevim nedeniyle ben Ulusal Program hazırlıkları ve Kopenhag siyasi ölçütlerine uyum çalışmalarına katılırken, Sever de CNN Türk’te “Kriter” isimli AB programını yapıyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin evrensel standartlarda demokratik bir hukuk devletine dönüşmesine giden ince uzun yolda aynı heyecanı paylaşıyorduk.
Bir hayli çalkantılı 12 yıllık uzun bir dönemi 182 sayfaya sığdıran kitabı hemen okumamın nedeni yayınlanmasından önce özellikle AK Parti’ye yakın çevrelerde başlayan tartışmalardı. Eski ve yeni Cumhurbaşkanları arasında öteden beri var olduğu öne sürülen görüş ayrılıklarını doğrulayan ve Erdoğan karşıtı bir perspektiften aktaran kitabın AK Parti’nin içini karıştırmak amacıyla kaleme alındığı öne sürülüyor ve Büyük Kongre öncesinde yayımlanması “manidar” bulunuyordu.
Ahmet Sever’in çıktığı televizyon programlarında, aslında yapması gerektiği gibi, kitabı yayımlanmadan önce Gül’ün önüne koyduğunu söylemesi bu konudaki iddiaları daha da ileri götürmüştü. Kitabın Gül tarafından yazdırılmış, dikte ettirilmiş veya en azından onaylanmış olduğunu öne sürenler çıkmıştı. Gül ise yazılı bir açıklama yaparak, “bu kitabın hazırlığında herhangi bir yönlendirme veya müdahalesi söz konusu olmadığı gibi, yazılmasına da sıcak bakmadığını Sever’e aktarmış” olduğunu belirtmişti. “Kişilerin düşünce ve ifade özgürlüğüne saygısının gereği olarak danışmanı dahi olsa kimseye kitap yazması veya yazmaması şeklinde bir telkini olmayacağının “ altını çizmişti. Dolayısıyla kitabın kimin girişimiyle tasarlandığı ve kaleme alındığı hakkındaki tartışmayı burada noktalamakta yarar var.
Kitap öncelikle, düşünce ve inançları ve çeşitli konularda bugüne kadar izlediği tutumla Türkiye’nin tüm sorunlarını çözebilecek kapasitede olmakla birlikte, sadece statükocu güçler değil, aynı zamanda aralarında kardeşlik hukukunun geçerli olduğu Erdoğan tarafından da haksızlığa uğramış bir devlet adamının portresini çiziyor. Evrensel demokrasiyi içselleştirmiş, başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere temel insan haklarına bağlılığı ilke edinmiş, AB sürecini benimsemiş ve 2010’dan sonra bu ilkelerden uzaklaştığı ileri sürülen Erdoğan hükümetinin hatalarını düzeltmeye çalışmış, “herkesten daha çok AK Partili” olduğu halde o cenahta değeri yeterince anlaşılmamış bir devlet adamı…
AK Parti mahallesinden olmadığını kitabının sonunda vurgulayan eski başdanışmanının hakkındaki düşünceleri Abdullah Gül için çok değerlidir kuşkusuz. Ancak 12 yıl gibi uzun bir süre birlikte çalışmak, amir-memur ilişkisinde, elbette saygı sınırları içinde kalmak kaydıyla, dostluk ağlarını da örmüş olmalıdır olasılıkla ki bunun izlerine kitabın çeşitli bölümlerinde rastlamak mümkün. Demek istediğim şu ki Gül, Sever’in ne düşündüğünü, kendisine ne kadar sevgi ve saygı duyduğunu biliyordur. Bunu özellikle içinde bulunduğumuz siyasi ortamda yanlış anlamalara yol açabilecek şekilde kitaplaştırmak doğru olmuş mudur, ben onun yerinde olsaydım yapar mıydım, bundan emin değilim.
Abdullah Gül elbette değerli bir siyasetçi ve devlet adamıdır ve Türkiye’nin imajına zor dönemlerde olumlu katkılarda bulunmuştur. Evrensel demokrasiye, temel insan hak ve özgürlüklerine bağlılığı ve AB sürecine önem atfetmesi mensup olduğumuz mahalleleri aşan ve demokratları bir araya getiren ortak değerlerdir.
Ne var ki, Ahmet’i anlıyor olsam da, Abdullah Gül’ün her konuda haklı, karşısındakilerin de hep haksız olduğu şeklinde özetlenen bir yaklaşımın doğru olduğunu düşünmüyorum. Bir kere hiçbir insan her konuda haklı, her zaman en doğruyu yapıyor olamaz. Aynı şekilde hep yanlış yapan, her zaman haksız olan da yoktur. Lider kültü gibi, bir lideri şeytanlaştırmak da demokrasinin özüyle bağdaşmaz. Ama kitabın sonuna gelindiğinde, Gül lehine, Erdoğan aleyhine böyle bir izlenim ediniliyor ki kitabın bu kadar tepki çekmesinin özünde de bu var elbette.
Aslında Abdullah Gül’ün de her insan gibi hataları olduğunu kabul etmek gerekir. Kitapta “Türkiye’nin altın yılları” olarak nitelenen Dışişleri Bakanlığı döneminde en azından benim bildiğim bazı yöneticilik hataları oldu. Tayin ve terfiler konusunda bürokrasiye karışmamak yönünde aldığı söylenen tutumun yol açtığı, mesela Bakanlıkça Erdoğan’la birlikte çalışmak üzere görevlendirilen bir bürokratın alışılagelmişin aksine koşulları zor bir ülkeye atanmak istenmesi gibi sorunlar yaşandı. Ayrıca kurallar değiştirilerek teamüllere uygun olmayan terfiler yapıldı. Ben de o dönemde ne olduğunu anlamadığım için Bakanlık’tan ayrılma kararı aldım ve uyguladım. Yıllar sonra ancak Hanefi Avcı’nın kitabını okuduktan sonra bazı şeylere anlam verebildim.
Ahmet kitabında Gül’ün Cemaat’e yakın olduğu iddiasının asılsız olduğunu kanıtlamak için bazı örnekler veriyor. Sözünü ettiğim dönemde AK Parti ile Cemaat arasında bir yakınlık olduğu dikkate alınacak olursa, bütün bakanlıklarda benzeri şeyler olmuştur belki de. Ama atıfta bulunduğum somut örnek, normalde bir Batı Avrupa başkentine atanması gereken bir bürokratın, Sana gibi Orta Doğu’nun çalkantılı bir bölgesine tayininin ötesinde de bir anlam taşıyor biraz dikkat edilirse.
Bugüne kadar kamuoyuna yaptığı açıklamalara bakılırsa, Abdullah Gül, “paralel devlet” olarak ifade edilen devlet içinde yapılanmış siyasete müdahale eden odaklara karşı ve bu odaklarla mücadelenin gerekli olduğuna inanıyor. Aslında hangi görüşten olursa olsun, bir devlet adamının demokrasiyi bir görüntüden ibaret hale çeviren gruplara karşı tavır alması zaten şart. Ama belki de 2010’dan önceki dönemde, bunun yolunun bürokrasideki terfi ve tayinlerin denetlenmesinden geçtiği ya da Cemaat ’in bu odaklardan birine dönüşebileceği hiç akla gelmiyordu. Bunu bilmem mümkün değil elbette.
Ama bugün gelinen noktada, devletin en üst katında yedi yıl başarıyla görev yapmış olan Gül’ün, kitapta “aşağıya insem” alt başlığıyla dile getirilen aktif politika alanına dönme arzusunun artık daha çok muhalif çevrelerce desteklendiğini biliyorum. Bu desteğin arka planında da AK Parti’yi bölme arzusunun yattığı açıkça görülüyor.
Aslında ben Cumhurbaşkanlarının görevlerinin sona ermesinin ardından aktif politikaya girmelerinin uygun olmadığını düşünenlerdenim. Rusya gibi demokrasi eksiklikleri olan bir ülke bir yana bırakılırsa, siyasete giren eski devlet başkanlarının en tipik örneği genç yaşta (48) Cumhurbaşkanı seçilmiş olan Valéry Giscard d’Estaing (1974-81). Bugün 89 yaşında olan VGE, Fransız Demokrasisi için Birlik’ten (UDF- Union pour la démocratie française) ardı ardına milletvekili seçilmiş olmakla birlikte, 1981’den sonra iç siyasette komisyon başkanlıkları dışında önemli görevlere gelemedi; kitleleri heyecanlandıracak politikalar üretemedi. Üstlendiği en önemli görev, uluslararası alanda, Avrupa Konvansiyonu başkanlığı oldu, bilindiği gibi.