Günümüz dünyasındaki sevimsiz çıkar savaşları ve acılar, teneffüs ettiğimiz kavgacı ve ayrıştırıcı atmosfer, etrafımızdaki hayati konuları ıskalamamıza neden oluyor. Büyük şehirlerde doğup büyüyen nesillerin tabiatla olan ilişkilerinin zayıflığı, geçip giden mevsimlere aldırışsız olma hali, kendisiyle ilgili düşünmeye zaman ayıramadan hayatın hızında kaybolup gitmelerine yol açıyor. Oysaki bahar mevsimlerin en güzeli, yeniden her şeyin yaratıldığı, canlıların en büyülü hallerini sergiledikleri bir dönem; damarlarımızda dolaşan kanın bile farklı bir hızla, sevinçle akması demek.Tabiata, özellikle yabanıl hayata rahatça ulaşabilecek kadar şanslıysak eğer, etraftaki bitkilerin yaydığı baş döndürücü kokuları duyabilir, yeni doğan bir kuzunun gözlerindeki muhteşem parıltıyı görebiliriz. Ancak oturduğumuz çekmece dolabını andıran binalarda, gezindiğimiz ev, işyeri ve alışveriş merkezleri arasındaki üçgende baharın geliş mesajlarını fark edebilmemiz olağanüstü bir çabayı gerektiriyor. Öyle ki, yaşadığımız bu çevre şartlarında kirli hava, hareketsiz hayatın getirdiği bedensel duruş bozuklukları ve “gerçek gıda” içermeyen yetersiz beslenmemiz nedeniyle metabolizmamız oksijeni minimum kullanmaya alıştığından, açık hava bizi hasta ediyor. Olabildiğince el değmemiş bölgelerde büyümüş bitkisel gıdalar ve temiz havada yetiştirilmiş hayvanların ürünlerini yediğimizde rahatsızlanıyoruz. Hatta vakit bulup suni de olsa yeşil bir alana çıkabilmişsek, bazılarımız etrafımızda uçuşan böceklerden, fazla güneşten, esen rüzgârdan alerji olabiliyor.Aklıma, homeopati dersinde Dr. Vangelis Zafiriou hocanın “Sağlıklı bir insanın içinde bulunduğu ortamdaki doğal hiçbir şeye alerjisinin olmaması gerekir” sözü geliyor. Bu cümleyi duyuncaya kadar alerjik semptomları normal bir durum olarak düşünürdüm. Çocukluğumda çok sıkıntılı geçirdiğim bahar aylarında, gözlerim kaşıntı ve akıntıdan kızarmış, sürekli hapşırmaktan yorulmuş, deride kaşıntıdan mor renge dönüşmüş lekelerle kaplı bir hastalanma süreci geçirir; reçete ile verilen çok sayıda antihistaminik ilaçla şikâyetlerimi rahatlatmaya çalışırdım. Oysa daha sonra başka bir bilgiye ulaştım: Tükettiğim aşırı işlenmiş endüstriyel gıdaları “gerçek gıda”yla değiştirmek, hastalığın akut döneminde uygulayacağım birkaç tıbbi diyet ve biraz fazla su içmekle de alerjiden kurtulmak mümkündü… Az ve doğru bilgiyle hayat kurtarmak, böyle bir şey olsa gerek.Bu ilk yazımda “gerçek gıda”nın her boyutuyla tartışılmasının neden hayati olduğuna dair küçük bir girişle başlamak istedim. Daha sonraki yazılarımda da “gerçek gıda”nın sadece iyi ve sağlıklı ürünler demek olmadığını, yetiştirilmesinden hazırlanışına ve sunumuna kadar hayatın tam merkezinde yer alırken, diğer yaşamsal önceliklerimizle ne kadar sıkı bir ilişkisinin olduğunu elimden geldiğince sizinle paylaşmak istiyorum.Yerel üret! Yerel tüket!Tüm dünyadaki insanların kirletilmemiş hava, temiz suyun bulunduğu bir çevrede yaşaması, gerçek gıdalarla beslenmesi, doğal materyalden oluşan giysi ve eşyalar kullanması yaratılıştan getirdikleri bir hak diye düşünüyorum. Herkes yaşadığı kendi coğrafyasında yetişen gerçek gıdaları doğru işleyerek tükettiğinde ve içinde bulunduğu doğanın kurallarına göre yaşadığında sağlık problemlerini minimuma indirmeyi başaracak. Kuzeyde çok soğuk ve dağlık bölgede yaşayan birinin, bulunduğu coğrafyaya özgü gıdaların kendi ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğunu görmesi çok zor olmayacak ve güneyde yetişen güçlü tahıl türlerine ya da Afrika’daki çok sulu çekici meyve ve sebzelere çok az ihtiyacı olacaktır. Dünyanın değişik sıcak bölgelerinde yetişen ananas, mango gibi meyvelerden kahve, kakao gibi çekici ve nefis gıdaları eğer orada doğup büyümemişsek sadece tadımlık tüketmemiz yerinde olacaktır. Çağımızdaki çaresiz ve kronik hastalıkların yaygınlaşmasını gören pek çok araştırmacı ve konuyla ilgili sivil toplum kuruluşları insanlara “Yerel üret! Yerel tüket!” çağrısı yapmaktalar. Hatta Japonya, 2005 yılında çeşitli bakanlıkların ortak sorumluluğu altında, “Shokuiku” adında bir kanun çıkarmayı zorunlu bulmuştur. “Shokuiku” kelimesini Türkçe’ye “yemek eğitimi” diye tercüme edebileceğimiz gibi, “yeme alışkanlıklarının tekrar gözden geçirilmesi ve farkındalığın artırılması” şeklinde de tanımlayabiliriz .Yetkililer, kanunun önsözünde, “bilgiyle donanmış, merhamet sahibi ve fiziksel olarak iyi görünümdeki çocuklardan donanımlı yetişkinler yetiştirilmesi için” Shokuiku’nun çok önemli olduğunu vurgulamış, kanunu, chiiku (zihinsel), tokuiku (ahlaki) ve taiiku (bedensel) eğitimi de içine alarak oluşturmuşlar. Yetiştirdiği ürünler kendi nüfusuna yeterli olmadığı halde Japonya bu kanunu çıkararak, toplumun doğru ve iyi beslenerek günümüzün hastalıklarından korunması, yiyecek israfının önlenmesi ve Japon geleneksel beslenmesinin kaybolmasını engellemeyi hedeflemiştir. Sağlık harcamaları ve yiyecek israfının alarm zilleri çalmaya başladığı bir toplum olarak darısı bizlerin başına diyorum ve diğer yazılarımda bu konuya ayrıntılı olarak değinme umuduyla ilk yazımı noktalıyorum.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik