Kamuoyu bir süredir cumhurbaşkanı adayının ilk turda olmazsa ikinci turda seçilmesine kesin gözüyle bakılan AK Parti’nin iki doğal aday adayını çeşitli olasılıkların ışığında tartışıyor. 30 Mart yerel seçimlerinin sonuçları dikkate alındığında tartışmanın bu çerçevede cereyan etmesi gerçekçi ve doğal. Çünkü ortak aday gösterecekleri ve kendi seçmenlerini fire vermeksizin koruyacakları varsayımında bile çözüm sürecine karşı olmalarından ötürü CHP ve MHP’nin “çatı adayının” BDP seçmenince desteklenmesi mümkün olmayacak.Bu itibarla, CHP ve MHP liderleri öncelikle AK Parti’nin iki doğal adayından giderek ağırlık kazanan isim olan Başbakan Erdoğan’ın “cumhurbaşkanı adayı” olmaması gerektiği üzerinde duruyor. Bu, 2007 seçimlerinde gördüğümüz ve bir süre önce de muhalif çevrelerce yeniden dolaşıma sokulan “AKP’siz Türkiye” ya da “Erdoğan’sız AKP” senaryolarına son derece uygun bir yaklaşım kuşkusuz. O dönemde Ergenekon hükümlüleriyle birlikte AB karşıtı ulusalcı sloganların atıldığı Cumhuriyet mitingleri düzenleniyordu, şimdi sokak protestolarına indirgenen içi boş demokrasi söylemleriyle aynı sonuç alınmaya çalışılıyor.CHP Genel Başkanı önceki gün Park Bosphorus Hotel’de uluslararası medya kuruluşlarının temsilcileriyle gerçekleştirdiği toplantının ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı. Bu konuyla ilgili bir soruya karşılık şöyle dedi: “Yanlış şeyleri tartışıyoruz. Toplum belli bir noktaya koşullandırılıyor. Tartışmamız gereken şu; Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir cumhurbaşkanına ihtiyacı var, nasıl bir cumhurbaşkanı olmalı? Bunu tartışmıyoruz. Efendim, Abdullah Gül mü cumhurbaşkanı olacak, Recep Tayyip Erdoğan mı? (…) Hayatımda duyduğum en saçma tartışmalardan birisi. Bu ülkede başka bir insan yok mu?”Bu soru cumhurbaşkanını Meclis’in seçtiği ve hiçbir siyasi partinin üçte iki çoğunluğa ulaşamadığı ve siyasi partiler arasında bir uzlaşmanın gerekli olduğu koşullarda anlam taşıyabilir belki ama artık halkın doğrudan seçeceği bir cumhurbaşkanından söz ediyoruz. Bu durumda halktan en çok oyu alan bir siyasi partinin biri mevcut cumhurbaşkanı, diğeri başbakanı olmak üzere sandıktan çıkabilecek en güçlü iki aday adayını değil de, neyi tartışmak doğal olurdu acaba?CHP’ye göre nasıl bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız var? Kemal Kılıçdaroğlu, gazetecilere yönelttiği “Türkiye’nin nasıl bir cumhurbaşkanına ihtiyacı olduğu” sorusunu kendisi şöyle yanıtlıyor: “İnsanları kucaklayan, geçmişi temiz, aydınlık, dünyayı iyi okuyan dünya dengelerini bilen, hiç kimse için öteki ayrımı yapmayan bir cumhurbaşkanı.” CHP Genel Başkanı, bu tarifine öncelikle Başbakan Erdoğan’ın uymadığı kanaatinde. Bunu atıfta bulunduğum konuşmasında değil ama yerel seçimlerden önce Al Jazzera Türk’e verdiği mülâkatta (11 Nisan) açıkça dile getirmişti: “Erdoğan’da bu özellikler var mı, yok mu? Erdoğan’da bu özelliklerin olmadığını ben de biliyorum, kendisi de biliyor. Cumhurbaşkanlığı farklı bir şey, bir partinin genel başkanı seçilmiyor. Ülkeyi yönetecek, kurumlar arasında diyalogu sağlayacak, ülkeyi hem içerde hem dışarda temsil edebilecek bir insan arıyoruz. 76 milyon yurttaştan herkes ‘Bu benim Cumhurbaşkanım’ diyebilmeli. Biz böyle bir profil istiyoruz.”Kabul etmek gerekir ki Kılıçdaroğlu’nun tanımlamaya çalıştığı cumhurbaşkanı aslında klasik parlamenter sisteme özgü sembolik yetkilere sahip bir devlet başkanı. Bir türlü yenisiyle değiştirilemeyen ya da değiştirilmek istenmeyen 82 Anayasası’nın bir öncekinden farklı olarak cumhurbaşkanına sembolik olanların ötesinde yetki tanıdığı sır değil. Nitekim 82 Anayasası’nın 8. maddesi, 61 Anayasası’nın 6. maddesinden farklı olarak, cumhurbaşkanına, Bakanlar Kurulu ile birlikte, sadece yürütme görevi değil, yetkisi de tanıyor: “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”Anayasa hukuku bağlamında kapsamlı bir tartışmaya girmeksizin kısaca özetlemek gerekirse, mevcut anayasa cumhurbaşkanına klasik parlamenter devlet başkanlarından çok daha fazla yetki tanıyor (madde 104) ama onlar gibi sorumsuzluk zırhı (madde 105) sunuyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu dengesizliğe çeşitli vesilelerle dikkat çekmişti.Kuşku yok ki bu, mevcut anayasayı yapan darbeci iradenin istediği bir dengesizlikti. 12 Eylül darbesini gerçekleştiren generaller aşırı yetkilerle donattıkları cumhurbaşkanı aracılığıyla siyaset alanını daraltmayı öngörmüşlerdi. Partilerarası uzlaşmayla seçilecek cumhurbaşkanı siyaseti kontrol eden bir vesayet kurumu olarak işlev görecekti. İşte bu tasarım bozulmasın diye her cumhurbaşkanı seçimi siyaset dışı müdahalelerle bir krize dönüştürülüyor. Özal’ın adaylığına itirazla başlayan bu anti demokratik süreç, 2007’de Gül’e karşı e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi’nin trajikomik 367 kararıyla devam etmişti. Bugün de Erdoğan’a karşı “diktatör” teması üzerinden yürütülüyor.CHP’nin bu süreçteki rolüne baktığımızda hep siyaset dışı müdahalelerin yanında yer aldığı görülüyor. Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesine “sivil diktatör” diyerek karşı çıkmış olan ana muhalefet partisi ne yazık ki 2007’de e-muhtıraya da, tam bir maskaralık olan 367 kararına da destek vermişti. Ne tesadüftür ki “yeni” CHP’nin Genel Başkanı da Erdoğan için “diktatör” temasını işliyor. Peki, CHP’nin kendi cumhurbaşkanı adayı yok mu, olmayacak mı?CHP’nin cumhurbaşkanı adayı belli oluyorBu arabaşlık aslında bana ait değil; CHP’ye çok yakın bir Radikal yazarının 6 Mayıs tarihli köşe yazısının başlığı aynen böyle. Koray Çalışkan, “cumhurbaşkanlığı seçimi CHP için hayati öneme sahip” diyor ve nedenini şöyle izah ediyor: “ CHP’nin Erdoğan’ın rejim değişikliği hayallerini durdurabileceği en önemli engel bu seçim. İlk turda seçilmiş ve ‘benim yüzde 53’üm’ diyerek genel seçime gidecek bir Erdoğan’ı genel seçimde durdurmak zor olacaktır.”Çalışkan’ın rejim değişikliği olarak ima ettiği, AK Parti’nin başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçme arzusu. İktidar partisinin bu yönelimi aslında 2007 anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının artık halkoyuyla seçilecek olmasını temel alıyor. Bu, klasik parlamenter rejimin devlet başkanlarınınkinden daha fazla yetkiyle donatılmış olan cumhurbaşkanlığı makamını daha da güçlendiriyor. Meşruiyetini Meclis içindeki tuhaf pazarlıklardan değil, doğrudan halktan alan bir cumhurbaşkanı öncelikle vesayet kurumu olarak işlev görmeyecek demektir. Kim seçilirse seçilsin, demokratikleşme açısından olumlu bir gelişme kuşkusuz.Unutmamak gerekir ki cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören 2007 anayasa değişikliği, ana muhalefet partisinin, vesayet kurumlarıyla birlikte, seçmenden en yüksek oyu alan iktidar partisinin cumhurbaşkanı seçmesini demokratik olmayan yollardan engelleme girişimine karşı bir hamleydi. Bu değişiklikle birlikte, CHP artık Erdoğan’ı veya AK Parti adayını seçtirmemek istiyorsa vesayet kurumlarıyla işbirliği yapamayacak ve halka gitmek zorunda kalacak. Nitekim Çalışkan da yazısında AK Parti’yi ve Erdoğan’ı engellemekten söz ederken, demokratik zeminin dışına çıkmıyor.Koray Çalışkan diyor ki, “Erdoğan cumhurbaşkanı olursa, makamı fiili başkanlık mercii olarak kullanacak. (…) 2015 genel seçimine genç bir kadroyla yine kendi yöneteceği ve doğrudan kampanya yapacağı şekilde girecek. (…) CHP’nin adayı böylesine bir hırsı olan bir Erdoğan’ı durdurmak için belirlenmeli. Erdoğan’ı minimize edecek, diğer partileri hukuk devleti ekseninde kendisine çekebilecek (…) biri olmalı. Yani CHP Erdoğan’ın karşısına herhangi biriyle değil, en güçlü ismiyle çıkmalı. O CHP’li kim? Esas soru bu. ”Çalışkan’ın aradığı öyle bir CHP’li yok. Olmamasının nedeni de ana muhalefet partisinin bugüne kadar izlediği vesayet kurumlarını destekleyen ve demokratikleşmeye karşı çıkan politikaları. Yeni anayasaya kırmızıçizgiler koymuş bir siyasi partinin hukuk devleti ve demokrasi söylemlerinin içinin dolu olduğuna kim inanır ki diğer partileri bu eksende kendine çelebilsin?Kaldı ki çözüm sürecine, Ermeni açılımına karşı çıkan bir siyasi parti CHP. Bulacağı aday, kim olursa olsun, kendi kimliğiyle değil, CHP’nin adayı olarak -olumsuz- değerlendirilecek. O bakımdan esas olan, hangi CHP’li aday değil; CHP’nin kendisi. Hangi çizgide bir parti olacağına karar vermedikçe, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkileri gidermedikçe ve daha inandırıcı olduğunu sandığı abartılı “diktatör” söyleminden yani rakibini kötüleyerek oy kazanmayı hayal etmekten vazgeçmedikçe, kısacası tutumunu normalleştirmedikçe inandırıcı olması mümkün değil. Hâl böyle olunca da adayı kim olursa olsun seçim kaybetmesi doğal görünüyor.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik