[6 Eylül 2019] Nasıl olduğunu anlamadan, iki hafta kayıp geçiverdi. Bari bununla döneyim, ufak ufak tekrar yazmaya.
Yaşasaydı, şimdi 98 yaşında olacaktı. Birer birer ölüyor, mensup olduğu eski komünistler kuşağı. Geçenlerde Hilmi ağabeyi, Hilmi Artan’ı da kaybettik. 95 yaşındaymış. Kendi kardeşleri de gitti son yıllarda, aynen doğum sırasıyla: Alpaslan, Orhan, İlhan. Normali de buydu; en azından 80’lerini bulup da hayata veda etmekti. Ne çare; Erdoğan Berktay (1921-1976) sadece 55 yaşındaydı, yüreği bu dünyaya daha fazla dayanamaz olduğunda. Zaman zaman, biraz Kral Lear gibi düşünürüm onu, inanılmaz öfkesi ve katılıkları içinde. Her yerden kovulduktan sonra açıkta, soğukta, karda kışta çıldıran, namusu mücessem bir Lear. İsyanı fırtınanın uğultusunu yansıtan. Onun için, son nefesini verirken en sadık dostu Kent lordu şöyle seslenir tüm hayatta kalanlara (kendi çevirim): “Ruhunu tâciz etmeyin artık. Bırakın göçsün; yoksa nefret ediyorsunuz demektir, bu acımasız dünyanın işkence çarkında daha fazla yatırmaya kalkarsanız” (Vex not his ghost: O, let him pass! he hates him much / That would upon the rack of this tough World / Stretch him out longer).
Bense yakınlarda 72’yi devirdim, 73’e girdim. Yani şimdiden, ondan neredeyse yirmi yıl fazla yaşadım. Bana tanınan bu ekstra zamanda, bazı bakımlardan uzaklaştık birbirimizden. Kuşkusuz bugün tarihçi olarak, sosyal bilimci olarak ondan çok fazla şey biliyorum. Görmediği şeyleri gördüm, yaşamadığı şeyleri yaşadım. Okumadığı kitapları okudum, düşünmediği şeyleri düşündüm. Buna, Marksizmin muhtemelen kabul edemeyeceği ölçülerde eleştirilmesi de dahil. Çocukluk ve gençliğimde paylaştığım, otuzlu yaşlarımın sonuna kadar sürdürdüğüm “tek yol devrim” anlayışından koptum. Normal demokratik siyaset gözümde yeniden olmazsa olmazlık kazandı. Olanca karmaşıklığını, zigzag ve dönemeçlerini, aldatıcılığını, yanılgı paylarını kabullendim, içime sindirdim. Türkiye’nin 2002-2019 karmaşasında bir dönem nerede, sonra başka bir dönem nerede duracağımı bu şekilde bulmaya çalıştım. Olabilir, bu yolda da hatâ yapılabilir. Tipik olarak, bazen fazla uzlaşılabilir örneğin. Ama bu, çok-sesli, çok-görüşlü, çok-kültürlü, çok-tercihli ve sonunda çok-partili hayatta, genel olarak uzlaşmanın kaçınılmazlığı ilkesi ve zaruretini ortadan kaldıramaz. Dönüp dolaşıp bir kere daha maksimalizme ve “her şeye hayır”cılığa, “ne olursa olsun hayır”cılığa gerekçe olamaz.
Bu ve benzeri noktalarda, benden ve benim kuşağımdan yana aktı zaman. Ama ben hâlâ hayranım babama. Sevmenin ve özlemenin ötesinde bir şey; düpedüz hayranım. Karakterine de hayranım, kafasına da hayranım. Çözemediğim şeyler var, esrarını koruyan. 1920’lerin, 30’ların, 40’ların Türkiye’sinde, ne çalışmıştı bu adam? O bilgi birikimini, lâçkalıkları olmayan o düşünce disiplinini, o keskin ve narin zekâyı nasıl edinmişti? O yıllardaki halini sislerin ardında görmeye çalışıyor ve tam anlayamıyorum.
Bu sabah sinemalarımız geldi aklıma. Çocukluğumun İzmir’inde, henüz ilkokulda ve daha serbestken, ya da yatılı okuduğum ortaokuldan (o zamanki adıyla İzmir Koleji’nden, şimdi Bornova Anadolu Lisesi’nden) hafta sonları evci çıktığımda, Basmane tarafındaki sinemalara giderdik sık sık. Baş başa. Film ne olursa olsun, konuşur ve tartışırdık, dönüşte eve yürürken. Hiç öyle kaba bir didaktizmle değil; çok ustaca sorgulardı izlenimlerimi. Bir Western görmüşsek (1950’lerden söz ediyorum), neden hep beyazların iyi ve Kızılderililerin (Redskins; o zamanlar öyle denirdi) kötü gösterildiğinden söz açardı örneğin. “İyi ama o topraklar onların değil miydi aslında?” diye sorardı, lâf arasında. Rüzgâr Gibi Geçti’den yola çıkarak, Amerikan İç Savaşı’nı, köleliği, Lincoln’ü, savaş sonrası fırsatçılarını (carpetbaggers), sonraki Güney intikamcılığını, Ku Klux Klan’ı filân konuşmuştuk bir seferinde. Hatâ yakalamayı öğretirdi; gene bir kovboy filminin altyazılarında “Yerli Bill” denmişti de, bak, diye düzeltmişti, burada Bill diye kastedilen özel isim değil, yasa anlamında; yani o sırada yerliler için çıkarılan bir yasadan söz ediliyor. Bazen sihirbazlık gibi gelirdi bu yaptıkları. Başka kırıntı cümleler de çalınıyor kulağıma. “Küçük Amerikan şehirlerinin taşra darkafalılığı…” Bırakın interneti ve sosyal medyayı, televizyon bile yoktu; hâlâ hayli küçük ve dışarı kapalı bir Türkiye’ydi. Hayatında yurtdışına çıkmamış; kusursuz telâffuzuyla fevkalâde okuma İngilizcesi ve Fransızcasını kendi kendine öğrenmişti. Nereden biliyordu küçük Amerikan taşra kasabalarının iç hayatını?
Birlikte seyrettiğimiz filmlerden biri çok yer etmiş kafamda. Türkçe başlığını hatırlamıyorum ve bulamadım; ama bazı anahtar sözcükleri google’layıp orijinalini çıkardım, kafaya takınca. The Admirable Crichton, bir sahnesini yukarıda gördüğünüz (ortada, Crichton rolünde ünlü Raymond Huntley). “Harika Crichton” veya “Becerikli Crichton” demek oluyor; “Harika Uşak” filân gibi çevrildiği ortaya çıkarsa şaşırmayacağım. Özet: soylu ve zengin bir grup İngilizin lüks yatı Güney Pasifik’te batıyor veya karaya oturuyor. Issız bir adaya çıkıyorlar. Bütün o züppe asılzadelerin işe yaramazlığı derhal sırıtmaya başlıyor. Bir tek, ailenin kıdemli uşağı Crichton biliyor ne yapılacağını. Olanca nezaketiyle liderliği ele alıyor ve bütün sosyal ilişkiler âdetâ yön değiştiriyor, yeniden örgütleniyor, Crichton’ın etrafında dönmeye başlıyor. Bütün genç kadınlar nişanlılarını, sözlülerini boşlayıp Crichton’a âşık oluyorlar örneğin (daha doğrusu, onun temsil ettiği yeni iktidar merkezinin cazibesine kapılıyorlar). Derken ufukta bir gemi beliriyor. Crichton zaten hazırlıklı; hemen yakılıyor bekleyen çalı çırpı. Gemi görüyor, dönüyor, bir sandal suya indiriliyor. Herkes bu beklenmedik dönüşüm karşısında şaşkın. Eski kimliklerini hatırlamaya çalışırlarken… Crichton hızla uşak kıyafetine bürünmüş, tekrar smokinin giymiş olarak çıkıyor çalıların arkasından. O ânda da, ilk o toparlanıyor. Kendini eski yeri ve konumuna çekerken, herkesi uyarıyor ve medeniyete dönüşe hazırlıyor.
Müthiş bir hicviydi, İngiliz “sınıf sistemi”nin. Hem yaldızlarının altında, olanca sathîliği, küçük menfaatçiliği, pozörlüğü, beş para etmezliği o “sir” ve “lady”lerin. Hem de, geleneklerimiz adı altında statükoyu kabullenmenin, Crichton’ların da içine sinmişliği.
Ne kadar şanslıydım. Nasıl bir arkadaşlıktı bizimkisi. En fazla 11-12 yaşımdaydım. Adam yerine konuyordum. Eleştiri nedir, metin analizi nedir, sebep-sonuç ilişkisi nedir, bir filme veya kitaba nasıl bakılır? İdeolojinin arkasına nasıl geçilir? (Henüz uzaklarda, çok uzaklarda, nice düşüp kalkmalardan sonra: tarihçi nasıl olunur?) Farkına varmadan öğreniyordum.