Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ‘hukuk’tan çok ‘kanun’u telaffuz etmekten hoşlanırdı. Yönettiği ülkede, Türkiye’de evrensel hukuk normlarına sığmayan birtakım uygulamalara itirazlar vaki olduğunda, o uygulamaların kanunlarda karşılığının olduğuna, Türkiye’de kanunsuz bir şey yapılmadığına dikkat çekerdi.
Süleyman Demirel elbette biliyordu meselenin kanun yazmak olmadığını… Mesele o kanunların hukukun evrensel normlarına uygun olup olmadığıydı ve uygun olsalar dahi kanunların adil bir biçimde uygulanıp uygulanmadığıydı… Yoksa, yaşadığı dönemin hiç bitmeyecekmiş gibi görünen anlı şanlı diktatörlüklerinin hepsinin kanunları vardı, bunu Demirel tabii ki biliyordu.
Fakat Demirel’in belki bunlardan da iyi bildiği bir şey vardı; yönettiği ülkede ‘kanun’ dendiğinde akan sular dururdu. Devlet bir alanı yazılı olarak düzenlemişse, ona neredeyse kutsal metin muamelesi yapar, ihlal etmekten ödü kopardı. Kanunun özünün hukuki olup olmadığı o kadar da önemli değildi, önemli olan devletin onu öyle belirlemiş oluşuydu. İşte bu nedenle “Ama kanunu var, kanunda böyle yazıyor” denmesinin ikna ediciliği çok yüksekti.
Tabii bu kurala-kanuna saygı tavrı bizzat onu koyan devletten de beklenir. Devlet bir kez bir alanı yazılı olarak düzenlemişse ona kendisi de harfiyen uymalıdır.
Demirel’den bir önceki cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “Anayasa’yı bir kere delmekten bir şey olmaz” sözünün yarattığı infialin nedeninin bir bölümünü de burada aramak gerekir.
Hukuk devletinden zaten çıkmıştık, şimdi kanun-kural devletinden de çıkıyoruz
Yalnız insanlar değil, ‘hukuk’a pek aldırış etmese bile bu topraklarda devlet de yazılı kanun ve kurallara uymayı bir ‘namus’ meselesi olarak algılayageldi bugüne kadar. Fakat galiba artık buradan da çıkıyoruz ve sanki bunun ilk temrinleri de Anayasa Mahkemesi üzerinden yapılıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AYM’nin kararını uygulamayan derece mahkemesinin tutumunu kabul edilebilir bulduğunu açıklarken yaslandığı gerekçe ve mantık, hiçbir kuralın, hiçbir kanunun yerinin muhkem olmadığını söylüyor bize. Bu mantığa göre, bir kuralın ömrü, birinin çıkıp ‘ben onu tanımıyorum’ demesine kadardır. Hatırlayalım Cumhurbaşkanının sözlerini: “Mahkeme kendi kararını vermek suretiyle böyle bir adımı atmıştır, demek ki atabiliyor böyle bir adımı. Mahkeme, bu kararı vermek suretiyle atabileceği bir adımı atmıştır.”
Kural, birinin ‘uymuyorum’ demesiyle kural olmaktan çıkarsa…
Böyle bir mantık karşısında insanın kendisini Anayasa Hukuku Profesörü Kemal Gözler’in, mahkemenin AYM’nin kararını tanımaması karşısında hissettiğine benzer bir çaresizlik içinde hissetmemesi mümkün mü?
Prof. Gözler mahkemenin tutumunun apaçık yanlış olduğunu anlatmaya çalışırken, kendisini iki kere ikinin beş olmadığını ispat etmeye çalışan bir matematikçiye benzetmişti. Nedeni çok açık: Çünkü tartışmaya açık olmayan, önceden belirlenmiş ve herkesin kabul ettiği bir kural var ve o kural Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının nihai ve kesin olduğunu söylüyor. Tıpkı, cumhurbaşkanının görev alanı içinde verdiği kararların nihai ve kesin olması gibi. O kararlara karşı çıkan biri ya işten çıkarılır ya da istifa etmek mecburiyetinde kalır. Tersi durumda, cumhurbaşkanı yönetmeye devam edebilir mi? Birileri sürekli olarak onun kararlarına karşı çıkacak, onları uygulamayacak ve cumhurbaşkanı da bunda bir sorun görmeyecek. Böyle bir şey mümkün mü?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi’ni dinlemeyen 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tutumunu meşrulaştırırken kullandığı mantık geçerliyse, Cumhurbaşkanının kararlarını dinlemeyen her kademeden görevli için de geçerlidir o mantık.
Şöyle bir mantık: Evet, Cumhurbaşkanının kararları kesindir ve yerine getirilmelidir. Hiçbir görevlinin ‘ben bu karara uymuyorum’ deme hakkı yoktur. Fakat ne zamana kadar? Günün birinde bir görevlinin çıkıp ‘ben bunları doğru bulmuyorum ve uygulamıyorum’ demesine kadar. Çünkü o andan itibaren Cumhurbaşkanının emir ve talimatlarının ona bağlı görevliler tarafından uygulanmak zorunda olduğuna dair kural artık tartışmalı hale gelmiştir.
Şaka gibi geliyor kulağa ama değil… Erdoğan’ın 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tutumuyla ilgili olarak kullandığı mantık tamı tamına böyle ve bu mantığı örneğimize uyguladığımızda ortaya başka bir sonucun çıkması mümkün değil. Yani cumhurbaşkanı, kullandığı mantığı tutarlı bir biçimde kendi kararlarını yerine getirmeyen mesela yardımcısı için uygularsa, tamı tamına şöyle demesi gerekirdi (Cumhurbaşkanının cümlelerindeki ‘mahkeme’ öznesini ‘yardımcım’ olarak değiştiriyorum sadece):
“Yardımcım kendi kararını vermek suretiyle böyle bir adımı atmıştır, demek ki atabiliyor böyle bir adımı. Yardımcım, bu kararı vermek suretiyle atabileceği bir adımı atmıştır.”
Yani bu ilginç mantığa göre kural, birinin ‘uymuyorum’ demesiyle birlikte kural olmaktan çıkıyor.
Gördüğünüz gibi, Cumhurbaşkanının akıl yürütme biçimini “Cumhurbaşkanı ve onun kararlarını yanlış bulduğu için uygulamayan yardımcıları” ya da benzer hayali örneklere uyguladığımızda ortaya ürkütücü sonuçlar çıkıyor. Fakat korkmaya gerek yok çünkü bazı akıl yürütmeler sadece bazı durumlar içindir!
Bu mantık ‘kural’ haline gelirse Allah ülkeyi yönetenlerin yardımcısı olsun!