Coğrafya kaderdir, bunu biliyoruz. Zamanın ruhu vardır, o zamanlarda yaşayan herkesin içine işler. Dolayısıyla içinde yaşadığımız çağ da kaderdir. Bir de karakter var, ki o da kesin kaderdir. Aile, akraba-i taallukat, çocukluk arkadaşları, yani hayatımızın çoğunluğunu birlikte geçirdiğimiz insanlar, varsa hayatımıza dokunmuş öğretmenler zaten kader. Onlara sahip olmak için hiçbir şey yapmadık. Ya da tersinden bakarsak, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, onlardan kurtulamayız.
Hepsi iç içe geçmiş, birbirini besleyen, bir araya gelince neredeyse hayatımızın, potansiyelimizin ve nasıl bir insan olduğumuzun çok önemli bir kısmını belirleyen faktörler hep elimizde olmayan şeylere götürüyor bizi. Şimdi bunlara bir de kullandığımız cep telefonu eklendi. Çünkü, cep telefonları modelleri, işletim sistemleri, kameralarının kalitesi vs üzerinden hayatımızı tamamen değiştirmese de, ilgi alanlarımızı büyük ölçüde yönlendirebiliyor.
Yaklaşık 8-9 ay önce, salgın günleri henüz başlamamışken ya da biz başladığını idrak edememişken, cep telefonumu değiştirdim. Sadece model değişikliği değil, Ios’dan Android sisteme geçtim.
Bu geçişle beraber, salgının o evde en çok durduğumuz günlerinde tarafımdan yapılan bildiğim herhangi bir tetikleme olmaksızın, yeni telefonumda yemek tarifi videoları belirmeye başladı. Ben de, yemek yapmayı zaten seven, üstelik ilgi alanlarını sınırlandırmayı pek bilemeyen biri olarak, bunları izlemeye başladım.
Biliyorsunuz, ben izledikçe “onlar” daha fazla göndermeye başladılar. Hayretler verici, içeriğine göre dozu aşırılaşmış ünlem cümleleri eşliğinde…
“Kendini pamuk zanneden efsane pofuduk pişiler…”
“O kadar tehlikeli ki kaç tane yediğinizi sayamayacaksınız. Bağımlısı olabilirsiniz.”
“Kabardıkça kabaran kolay sünger kek. Hem de evinizdeki malzemeyle…”
“10 numara köfte yapmanın sırları. Bu tarifi denemeden köfte yapmayı biliyorum demeyin…”
“Krallara layık kadınbudu köfte tarifi, yalnızca 10 dakikada…”
“Bu tarifi neden daha önce bilmiyordum? Lahana ve yumurta, lahana turtası…”
“Kabağı hiç böyle görmediniz. 5 dakikada yaptım, kabak sevmeyenler bile bayıldı. Aşırı lezzetli oldu.”
“Sofrada şov var: Ayva dolması tarifi..”
İnternete şöyle bir göz atınca, görüyoruz ki, özellikle 2010’ların başlarından beri yemek videoları diye bir başka dünya oluşmaya başlamış. Bu dünyada bir değişik iletişim biçimi hüküm sürüyor. Neredeyse herkes neşeli, herkes yemeklerini coşkuyla, içi içine sığmayarak yapıyor, “paylaşmak”tan da fevkalade memnun, en sakinlerinde bile hüzünden eser yok.
Çoğunda eski ifadeyle “aşçı”nın, yeni tabirle “şef”in sadece o “maharetli” ellerini görüyoruz, çeşit çeşit yemek tarifini uyguladığınız birinin yüzünü görseniz tanımazsınız yani, ama ellerini çok iyi biliyorsunuz.
Bu yüzü görünmeme hali bazı çok bilinen fenomenler için geçerli değil. Zaten, fenomen şefler, yemeğe odaklanmıyorlar sanki. Bir yandan yemek pişirmeyi anlatıyorlar tabii ama diğer yandan da mutfak alet edavatlarını, mutfaklarını, ne kadar sempatik ve hayat dolu olduklarını gösteriyorlar.
Fenomenlerin dünyasında mesela, pişmiş ya da henüz hazırlama safhasındaki yemeğe elle dalmak, sonrasında parmakları biraz da ifrada kaçarak yalamak, uzak doğulular gibi yemeğin nefasetini ağız şapırdatarak ifade etmek, kocaman bir kaşık yemeği ağzına götürüp birazını kenarlardan akıtmak hayat dolu olmaya işaret ediyor. Fenomenlerin özgüvenleri bir acayip yani.
Bu acayipliği malzemeleri hazırlarken de sergiliyorlar: Bıçağın tersiyle bir vuruşta sarmısağı eziyorlar, tek elle yumurtayı kırıp sarısıyla beyazını ayırıyorlar, kocaman soğanı bir dakikada parça pinçik ederken, limonu elleriyle sıkarak bir çay bardağını bir hamlede doldurabiliyorlar.
Kabul edelim ki, olay yine süper kahraman işine dönüşüyor. Bu nedenle ben, yüzü görünmeyen yani fenomen olmayan şeflerin tarzını tercih ediyorum. Daha yumuşaklar, daha az mucize vaat ettiklerinden olsa gerek, daha hakiki görünüyorlar. Lafı eveleyip gevelemiyorlar, doğrudan tarife geçiyorlar. Tarifin sonunda bazen, utana sıkıla, “Eğer beğendiyseniz lütfen ‘beğen’ tuşuna basın, yorum yazmayı unutmayın ya da abone olursanız memnun olurum.” diyenler oluyor, başka da talepleri yok.
Kadınsa şefimiz, iyi huylu, temiz, şefkatli biri olduğunu düşünüyoruz. Erkek şeflerse, sanki biraz sabırsız ve fazla dışavurumcu oluyorlar. Adımları çabuk çabuk geçmeye çalışıyorlar ve her bir adımda bunun ne kadar da erkek işi olduğunu hatırlatıyor gibiler. Aslında biliyoruz, büyük şeflerin çoğu erkek, hatırlatılmaya ihtiyacımız yok. Hem zaten biz büyük şef olmak için izlemiyoruz bu videoları.
Bu durumda huzur verici kadın şefler gösterişsiz tevazularıyla (evet, gösterişli tevazu da oluyor günümüzde!) karşımıza çıktıklarında ferahlıyoruz. Tane tane, doğrudan, süzgeç gerektirmeden konuşuyorlar, zor bir şey yapıyorlarmış gibi bir havaları yok, ayrıca, fonda erkeklere göre çok daha sakin müzikler kullanıyorlar…
Üstelik, evde ne varsa onu kullanmamızı, tercihimiz nasılsa ona göre davranmamızı öneriyorlar çoğunlukla: “Ben ceviz kullandım ama başka bir kuruyemiş de kullanabiliriz, evde hiçbiri yoksa kullanmasak da olur.” “Soğanımızı ben küçük küçük doğradım ama küçük olunca tadını alamıyorum derseniz, daha büyük ya da piyazlık da kesebiliriz.”
Bir de bende oluşturdukları o her şeyin ortaklaşa olduğu, sakin bir dayanışma içinde olduğumuz hissi var tabii: Yumurtamızı kırıyoruz, şekerimizi ekliyoruz, fırınımızı açıyoruz, kekimizi “güzelce” pişiriyoruz. Her şey birinci çoğul şahıs, her şey eski karşı komşu tarzı. Bizler, yemek yapmaya meraklı olan insanlar, aynı yere aidiz ve bundan çok memnunuz sanki. Şu ana kadar sadece yemek sırlarımızı paylaşmış olabiliriz ama istesek başka sırları da paylaşabiliriz besbelli, güvenli ellerdeyiz, birbirimize itimat edebiliriz.
Siyasi gündem, bazılarımız için de kişisel gündemlerimiz çok hızlı akıyor, maalesef hep çözüme ulaşmadan, çoğunlukla da git gide kötüleşerek. Son yıllarda pek çoğumuz “dünyanın sonu” geliyor gibi hissediyoruz. Çok fazla sorun var, hemen hemen hiçbirinin çözümü yakın görünmüyor, üstelik sanki her gün biraz daha batıyoruz.
İşte böyle hiçbir şeyin tamamına ermediği ya da olumlu gitmediği hissiyle yaşarken, bu yemek tarifleri tamamlanıveriyor: “Yumuşacık sünger gibi mis kokulu kekimiz” beş dakikada ekranda beliriyor. “Menemeni soğanlı mı soğansız mı yapalım?”ın ötesinde kutuplaşma yok.
Ortak dil tutturmanın, “biz” olmanın en kestirme yolu şimdilik birlikte yemek yapmaktan geçiyor gibi görünüyor. Yemek yapmayı sevmeseniz bile bu lisanın tadını çıkarmak, dayanışma ihtimalini yeniden hissetmek için takip edebilirsiniz.