Ana SayfaYazarlar“Ben kime harcayacağım bu kadar kelimeyi...”

“Ben kime harcayacağım bu kadar kelimeyi…”

 

“Andreas Tietze, ömrünün yaklaşık yetmiş yılını, yayıma hazırlığı, tamamlandığında sekiz cilt olacak sözlükteki kelimeleri toplayarak geçirmiş ve Türkçenin sözlükçülük alanında müstesna isimlerinden biri olmuştur.

 

Ne kadar kelime bulmuş insan aklı

Sudan, topraktan doğduğu halde.

Ben kime harcayacağım bu kadar kelimeyi

Şu daralan istikbalde.

(Celal Sılay, Acaba. İstanbul, 1945, s.65.)

 

Prof. Dr. György Hazai, 2003 yılının Ekim ayında ziyareti sırasında Tietze’nin, çalışmasının artık ‹r› harfinin son kelimelerine ulaşmış olduğunu sevinçle bildirdiğini ve gülümseyerek kendisine bir şiir gösterdiğini belirtiyor. “Bak!” diyor Tietze, Celal Sılay’ın şiirini göstererek, “bu şiir benim halime ne güzel uyuyor.” Hazai, Tietze’nin daralan istikbalini bildiği için bu çalışmalara daha büyük bir kararlılıkla atıldığını, hayatının son günlerine kadar yazı masasının başında bu eseri üzerinde çalışmaya devam ettiğini söylüyor. Tietze’nin çalışmalarını devam ettirmenin ve bu ansiklopedik eserin yayımını gerçekleştirmenin uluslararası Türkoloji dünyasının gönül borcu olması gerektiğini de sözlerine ekliyor.” [1]

 

Türkiye’de 2019’un ilk aylarında “Deli ve Dahi” adıyla gösterime giren, “The Professor and the Madman” filmini izleyenlere hoş çağrışımlar yapabilir giriş kısmındaki bu alıntı.

 

O zaman önce “Deli ve Dahi”den başlayalım:

 

Bir iki ay önce, sabah sabah her zamanki “günün ilk seansı ritüeli” için sinemaya gittiğimde bir süredir vizyonda olduğunu sonradan öğrendiğim “Deli ve Dahi” filmiyle karşılaştım. 2018 yapımı filmin yönetmeni İranlı Farhad Safinia, baş rollerinde Mel Gibson ve Sean Penn oynuyor. Oxford sözlüğünün yazılmaya başlanması sürecinde yaşananlar orijinal hikayeye sadık kalınarak kurgulanmış bu filmde.

 

Benim gibi kelimelere özel bir anlam yüklemeye meyilli ve sözlüklere meraklı biri açısından son derece ilginç bir konu, üstelik Sean Penn var. Daha ne isterim?

 

Film bitince, yaklaşık iki saatin sonunda, memnun ve kafamdaki bazı sorularla ilgili aydınlanmış olarak ayrıldım sinemadan. Birkaç gün sonra bir daha gidip izledim bu muhteşem hikayeyi.

 

Bir sözlüğün, özellikle bir etimolojik sözlüğün nasıl yazılabildiği kafamı epeyce meşgul etmişti bir zamanlar. Boyutları farklı olsa da, mesela Sevan Nişanyan, cezaevindeyken bile yazmaya

[1]https://www.academia.edu/35073396/Andreas_Tietze_Tarihi_ve_Etimolojik_Turkiye_Turkcesi_Lugati  (Doç. Dr. Mustafa Durmuş, Hacettepe Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü –Ankara/Türkiye)

devam ettiği etimolojik sözlüğü nasıl oluşturabiliyordu? Bu tür bir eser, sahibi açısından, hem büyük bir zihinsel kapasiteye hem de büyük bir azme işaret ediyor bence.

 

2018 yılı sonu itibarıyla Oxford Sözlüğünde 350.000’den fazla kelimenin anlamının yanısıra milyonlarca İngilizce eserden yapılan ve kelimelerin ilk görülmeye başladığı günden bugüne kadar geçirdiği dönüşümleri gösteren alıntılar yer alıyormuş. İngilizce açısından böylesine büyük bir eserden bahsediyoruz.

 

Oxford, kelimenin bize anında çağrıştırdığı gibi, İngiliz kültürünün önemli sembollerinden biri. Ama kaderin cilvesi işte! Oxford Sözlüğünün temelleri, 14 yaşında okulu bırakıp çalışmaya başlamak zorunda kalan İskoçyalı James Murray ve belki başka nedenlerle birlikte Amerikan İç Savaşında karşı tarafın askerlerine yaptığı işkenceleri vicdani olarak  daha fazla taşıyamadığı için de “kafayı sıyıran” Amerikalı William Chester Minor adlı askeri hekim tarafından atılıyor. Oxford adıyla anılan ve ilk versiyonunun tamamlanması 70 yıl süren bu büyük İngilizce sözlük, ikisi de İngiliz olmayan kişilerce oluşturuluyor yani.

 

James Murray, üstlendiği bu “ömürlük” sorumluluğun zorluklarının farkında biri olarak, çeşitli kitaplara, yayınlara eklediği çağrı metinleriyle, ilgilenen herkesten, herhangi bir kelimenin tarihsel gelişiminin ortaya çıkartılması için bu kelimelerin kullanıldığı eserlerden alıntılar gönderilmesi konusunda yardım talebinde bulunuyor. Uzun yıllar çok sayıda İngilizce konuşan insanın mektuplarla gönderdiği bilgilerden yararlanıyor ancak hiçbirisi ya da belki bu yardımların tamamı bile tek başına 10.000’den fazla kelimenin serüvenini ortaya çıkarabilen Minor kadar katkıda bulunamıyor.

 

“Deli” ile ilk anda kast edilenin işlediği cinayet sebebiyle cezasını bir ruhsal tedavi merkezinde çekmekte olan Amerikalı Minor olduğunu anlıyoruz. “Dahi” ile ise 14 yaşından sonra resmi bir eğitim görmemesine rağmen, Latince, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Flamanca, Almanca, Danca ile başlayan İbranice, Arapça, Rusça, bir dolu antik dil ve lehçe ile devam eden çok uzun bir yabancı dil listesiyle Oxford Yayınları yöneticilerinin karşılarına çıkan İskoçyalı James Murray kast ediliyor. Ama film ilerledikçe, o klişe ama çok doğru yapı ile yeniden karşılaşıyoruz: Delilik ile dahilik her zaman iç içedir. Delilerin dışa vurdukları delilikler, kullanamadıkları iç güçlerinin uzaktan görünüşüdür. Keza, dahiler, bu iç güçleri dışa vurabilmiş olsalar bile zihinlerinin sınırlarını arayan delilerdir aynı zamanda.

 

Minor suçluların tedavi gördüğü bir tür cezaevi olan merkezde, uygulanan dönemin acayip psikiyatrik tedavi yöntemleriyle ve öldürdüğü adamın karısı ile olan garip bağının yarattığı vicdan azabıyla kendini tamamen kaybedene kadar geçen uzunca bir zamanda, Murray’in uzaktan çalışan “sağ kolu” oluyor. Murray’in projenin sürdürebilmesini sağlayan en önemli destek, gördüğü halüsinasyonlar sebebiyle cinayet işlemeye varacak kadar akıl sağlığından yoksun birinden geliyor. Bu yolla aslında, kendisi içerideyken, zihnini özgür ve yaratıcı kılmanın sihrini fark eden Minor, özgürlük üzerine bu ikilem üzerinden düşünmemize de vesile oluyor.

 

Filmin, detaylar olmadan hiçbir anlamı kalmayacak ince ve birbirinin içine girmiş hikayelerini anlatmaya bu yazı yetmez tabii. Kitap okumayı sevenlerin, “film” gibi filmlerden hoşlananların, çok beğenecekleri bir film diye kesmeliyim sanıyorum bu kısmı.

 

Dönelim baştaki alıntıya. Filmdeki kadar dramatik detayları olmasa bile, Murray’in Oxford Sözlüğüne benzer bir şekilde oluşturulmaya çalışılmış bir eser daha var. Bu sefer eserin adı “Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugâti” (Lugât) ve yazarı da Yahudi bir ailenin çocuğu olan 1914 Viyana doğumlu Prof. Dr. Andreas Tietze.

 

Tietze de (Murray gibi) daha lisedeyken Latince, eski ve modern Yunanca, İngilizce, Fransızca ve Rusça öğreniyor. Üniversitede Doğu ve Güneydoğu Avrupa tarihi üzerine çalışırken Türkçe, Arapça ve Farsça ekliyor bildiği yabancı diller listesine.

 

1938-1958 yılları arasında İstanbul’da yaşıyor. İstanbul Üniversitesinde İngilizce ve Almanca dersleri veriyor. Yahudi olan Tietze, İkinci Dünya Savaşını da kapsayan bu dönemde bir anlamda İstanbul’a sığınıyor. Sonra bir süre ABD’de, daha sonra da 1984’te emekli olana kadar Viyana Üniversitesinde Türkçeyi de içine alan doğu dilleri üzerinde çalışmaya devam ediyor.

 

2002 yılında “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugâti”nin ilk cildi çıktığında Tietze 88 yaşında. 2003’teki ölümünden sonra, 2009 yılında başlayan bir proje ile Türkiye Bilimler Akademisi çatısı altında çalışma arkadaşları ve öğrencileri tarafından büyük ölçüde Tietze’nin notlarından ve taslaklarından faydalanılarak sonraki ciltler de yayımlanmaya başlanmış. 2018 yılında ilk altı cilt tamamlanmış. 2019 yılının sonuna kadar da diğer üç cilt ve dizin cildinin tamamlanacağı belirtiliyor. (http://tuba.gov.tr/tr/programlar-ve-projeler/akademi-projeleri/tarihi-ve-etimolojik-turkiye-turkcesi-lugati-projesi-1)

 

Tietze de Murray gibi, hiçbir zaman eserinin tamamlandığına, tam olduğuna emin olamıyor ve okurların yardımını istiyor, hem de nasıl nazik bir dille…

 

“…bu mühim eserinin “Ön İzahat” bölümünde şunları söylüyor: “Her etimolojik lugatte olduğu gibi birçok kelimenin kökü (bazen de ifade ettiği mânâ) tespit edilemediği için kitaptaki çift soru işaretlerinin sayısı bir hayli dolgundur. Önce bu gibi şüpheli kelimeleri lugate hiç koymamayı düşündük, fakat sonra cevabını bilmediğimiz sorular sormanın da faydası olabileceği düşüncesiyle bundan vazgeçtik. Bu soru işaretleri, kitabımızı tenkid etmek niyetiyle okuyanlara üstün bilgilerini göstermek için fırsat versin istedik” (Tietze 2009: 7)”[2]

 

Okudukça, izledikçe, tanıdıkça… Bu eserlere, belki daha çok da böyle büyük eserlere “ömürlük” emek veren insanlara hayran olmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Dünyayı tanımanın en keyifli yanı da böyle muhteşem hikayeler zaten…

[1]https://www.academia.edu/2358952/ANDREAS_TIETZE_TAR%C4%B0H%C4%B0_VE_ET%C4%B0MOLOJ%C4%B0K_T%C3%9CRK%C4%B0YE_T%C3%9CRK%C3%87ES%C4%B0_LUGATI_C%C4%B0LT_2_F-J_WIEN_2009_NA_KATKILAR

Yrd. Doç. Dr. Galip Güner, Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

 

- Advertisment -