Ana SayfaBir korona hikayesi: Biraz hayal, biraz hakikat

Bir korona hikayesi: Biraz hayal, biraz hakikat

 

Kış soğukları gibi ikinci kavanozun da sonunun geldiği köy tarhanasından yaptığı çorbayı içip, üstüne de, tansiyon illeti yüzünden katlandığı ama yıllardır tuzsuz haline alışamadığı patates yemeğini yedikten sonra köşesine çekilmişti. Kız ve torun sofrayı toplarken, hep koltuğun yanında tuttuğu Kuran’ı aldı rast gele açıp okumaya başladı. Televizyon açıktı. Salonda sesler dolaşıyordu. Haber sunucusu kadın, son günlerde hep olduğu gibi içinde Çin, İtalya, korona, umre kelimeleri geçen cümleler kuruyor; o uzman senin bu uzman benim, bir yerlere bağlanıp sorular soruyordu. Uzmanlar kolonya içilmemesi gerektiğini, ağıza saç kurutma makinası tutmanın fayda getirmeyeceğini söylemişlerdi dün; bugün de yine yararlı bilgiler veriyorlardı. Dikkati, elinde tuttuğu kitapla sesler arasında gidip geliyordu. Ey inananlar… Unutmayın korona virüsü sizin alacağınız önlemlerden güçlü değildir… Bak yine çıktı dedi içinden. Elindeki bastona yaslanıp tuhaf tuhaf konuşan şu sakallı çocuğu ekranda ilk gördüğünde de yadırgamıştı. “Kim Allah aşkına bu adam, rahmetli babam gibi, bakın bana bir daha söyletmeyin havasında konuşuyor” diye sormuştu. Torunu da, “anneanne tanımadın mı, hani çok sevdiğin Müslüm Baba işte o; filmini seyretmiştik ya” diye dalga geçmişti. O da kafasına kesme şeker fırlatmıştı Büşra’nın. Müslüm’le bu topallayan sakallıyı ayıramayacak kadar bunamamıştı daha…

 

Kitabı kapattı usulca yerine koydu, akşam namazını kılmak için yattığı odaya yöneldi…  O’nun sesini duydu. Aileden birisininki kadar tanıdık; yıllar önce kendisini de heyecanlandıran, sonra yavaş yavaş kayıtsızlaştığı; şimdilerde de hiç bitmeyen kızgınlıklarından sıkıldığı o ses, 65 yaş üstündekilerin sokağa çıkmasının yasaklandığını söylüyordu. Kızına döndü, “doğru mu duydum Ayşe ben” diye sordu. Sesi telaşlıydı. Evet, doğru duymuştu, bu hastalık en çok yaşlıları öldürüyordu, yaşlıları evde tutup dışarıdaki kötülükten korumaya karar verilmişti. Böyle tane tane anlatırdı her şeyi Ayşe. Ayşe’yi tanımayan birisi, konuşmaya başlar başlamaz kendisine kıt anlayışlı muamelesi yaptığını düşünüp kızabilirdi. Oysa Ayşe, herkesle böyle ilkokul öğretmeni gibi konuşurdu; çünkü o ilkokul öğretmeniydi. Dört yıl atanmayı bekledikten sonra ismini ilk defa duyduğu bir kasaba okuluna tayini çıkmış, iki yıl hizmetin ardından, Ankara’da tanıştığı beden eğitimi öğretmeni Cemil’le evlenerek doğup büyüdüğü bu şehire geri dönmüştü. İyi kötü idare eden evliliğinin üçüncü yılında Büşra doğmuştu. Asıl büyük değişiklik, evliliğin on üçüncü yılına denk geldi. Uçakların sabaha kadar uçup korkutucu patlamaların olduğu geceydi. Önce TRT’den ordunun yönetime el koyduğunun duyurulduğu bildiriyi, sonra Cumhurbaşkanı’nın herkesi sokağa çağırdığı konuşmayı dinlemişlerdi. Her patlamada çığlıklar atan Büşra’yı sakinleştirmeye çalışarak sabahı ettikleri o geceden birkaç gün sonra Cemil’in çalıştığı özel okula devlet el koydu. Cemil işten çıkartıldı. Eve polisler geldi, Cemil’i götürdüler. Birkaç gün sonra döndü Cemil; eve kapandı, yemeden içmeden kesildi, bakışları değişti, kimseyle konuşmaz oldu. Günler geçtikçe olur olmaz her şeye kızmaya başladı ve bir gün hiç olmadık bir nedenle Ayşe’ye bastı tokadı, vurdu kapıyı çıktı. Ayşe üç gün sustu, ağladı, sustu, ağladı, sustu… Sonra aldı Büşra’yı, annesinin Yukarı Ayrancı’da yalnız yaşadığı, girişin 3 kat altındaki iki odalı daireye taşındı.

 

O günlerde, Ayşe’nin annesi Fehmiye’nin 6 yıldır tatil dinlenme nedir bilmeden her gün 12 saat mesai harcadığı iş, Allah’ın taktiriyle bitmişti. Ekim’in ilk haftasında önce Rüştü Bey, son haftasında da, her gün sayısız kere “Fehmiye, biz bu evde daha kalabalık değil miydik” diye sorup “Rüştü Bey gitti Saadet Hanım” cevabını alan 1342 doğumlu Saadet Öztürk peş peşe hayattan çekilmişlerdi. Böylelikle, iki demanslı ihtiyara yıllardır hizmet eden Fehmiye, hayırlı evlat Ömer’in, Rüştü Bey’i kaybettikten sonra işinin yüzde elli azalmasına rağmen kendisine tam ücret ödeyeceğine dair verdiği sözün sevincini yaşamaya fırsat bulamadan işsiz kalmıştı.

 

Fehmiye, sevap kotasını doldurmuş olmalı ki, hemen yeni iş bulmuş, kendisinden on yaş büyük, eli ayağı tutan, zihni yerinde ama hiçbir dünya işine yatkın olmayan dul bir adamın hayatına yardım etmek için günde üç saat mesai karşılığında aynı ücretle çalışmaya başlamıştı. Üstelik Pazar günleri de ona bırakılmıştı. Fehmiye, tanrının yukarıdan bakıp, çektiği çileleri görerek kendisini sadece sonraki dünyada değil, nihayet bu yaşadığı hayatta da ödüllendirmeye karar verdiğine inandı. Karşı apartmandaki demans çiftten sonra uzaklara da değil, yine 5-6 sokak aşağıda yaşayan yeni adamın evine gidip gelmeye başladı. Biraz yokuş inip çıkıyordu; olsun, bu da ona yürüyüş oluyordu.

 

Başlarda Mehmet Bey, sessiz, sıradan, hep aynı saatte uyanıp hep aynı kahvaltıyı yapan, ardından koltuğuna yerleşip kesintisiz üç saat kitap okuyan, kitabı kapattıktan sonra karşısında duran televizyonu açıp hiç değiştirmediği bir radyo kanalından Fehmiye’nin çok kasvetli bulduğu sözsüz müzikler dinleyen, bunu yaparken de sanki ekranda değişen görüntüler varmış gibi gözünü televizyondan ayırmayan, öğle yemeğinde de sabah kahvaltısı gibi hep aynı saat, aynı dakika, hatta neredeyse aynı saniyede sofraya oturan birisi olarak, biraz tuhaf bulduğu ama fazla da dikkat etmediği bir insandı.

 

Mehmet Bey de ilk günlerde Fehmiye’nin varlığını pek fark etmemiş gibiydi. Günlük rutinine kapanmış, iyice sessizleşmişti. Birlikte yaşadığı annesi hayattayken haftada üç gün yardımlarına gelen, annesi aniden hastalanıp öldükten sonra artık bir yardımcı olmaktan da öteye, yeni bir anne, yollarının gözlendiği bir arkadaş, bir sırdaş rütbesi kazanan Sabiha’nın yokluğuna alışmaya çalışıyordu. Koskoca dokuz yılın sonunda hayatının en önemli ikinci kadınını da kaybetmişti Mehmet Bey. Annesi sağken, onun çantasından Sabiha’nın para çaldığını anlamışlardı. Mehmet Bey ve annesi, konuşmaktan daha çok bakışmak ve susmakla geçen bir toplantı yapmışlar, Sabiha’yı evden uzaklaştırmak yerine paralarını ondan korumaya karar vermişlerdi. Bilmedikleri, tanımadıkları yeni bir insan aramaya mecalleri yoktu. Sabiha, hırsızlık yapmadıkça iyi anlaştıkları, yaptığı yemekleri beğendikleri, güler yüzünden tatlı dilinden memnun oldukları bir kadındı. Hiçbir şey yokmuş gibi geçti günler. Hatta Mehmet Bey’in annesi bazı özel zamanlarda, -mesela bayram günlerinde- yatak odasındaki komidinin çekmecesine yirmi lira bırakıyor, Sabiha da onu kaşla göz arasında alıp çantasına atıyordu.

 

Bizim bu dünyanın aklıyla kolay anlayabileceğimiz bir insan değildi Mehmet Bey. Medeniyet dediğimiz bu düzen içinde sayısız nimet olduğunu, bunlara ulaşmak için çalışıp çabalamak, eldekiyle yetinmek yerine fazlasını arzulamak, rekabetin farkında olmak, kendini başkalarından korumayı öğrenmek, kazanmak, harcamak, biriktirmek ve yeniden daha fazla kazanmak, daha fazla harcamak daha fazla biriktirmek, tırmanmak ve biraz daha tırmanmaktan yorulmamak gerektiğini bilmiyordu. Bu halinin, ahlaki bir öğretiyle, üzerine çalışılmış bir felsefeyle alakası yoktu. Sanki Mehmet Bey, dış dünyayı olduğu gibi algılamasını sağlayacak temel bir yetenekten yoksun gelmişti bu dünyaya.

 

Babasının zorlamasıyla kendi döneminin en iyi lisesinde burslu okudu, sınav kazanıp bir yıl eğitim için yine bursla ABD’ne gitti. Yabancı öğrenciler için planlanmış bir okul etkinliği olarak Beyaz Saray’a kalabalık bir grupla götürülüp, yan yana dizilerek zamanın Amerikan başkanı ile tek tek el sıkışarak tanıştırılmalayı beklerlerken, dönüp yanındaki arkadaşıyla Kennedy’ye pandik atacağına dair girdiği iddiayı kazanmasını, hayatının en büyük başarısı olarak gördü. Kennedy’nin şaşkın ifadesini hiç unutmadı. Türkiye’ye döndükten sonra, onun suikastla öldürülüşünü öğrendiğinde bütün arkadaşları gibi o da ağladı. Bir yandan da, pandik eyleminin artık daha da kıymetli bir anıya dönüştüğünü düşünmekten kendini alamadı. Bütün dünyanın ağladığı bir başkanın kıçını ellemiş olmasının; üstelik artık kimsenin böyle bir şey yapma şansının kalmamasının, kendisini ayrıcalıklı kıldığını hissetti. Bu onur duygusundan utandı.

 

Mehmet Bey liseden sonra girdiği sınavlarda önce Tıp fakültesini, onu bırakıp evine çekildikten bir yıl sonra da Beyrut Amerikan Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü kazandı ve onu da bırakıp Muş şehrinde askerlik yapmayı seçti. Hayatının sonraki bütün yılları, inceliklerine vakıf olduğu İngilizce üzerine tercümanlık ve özel öğretmenlikle geçti. Bir paltoyu ya da ceketi ya da pantolonu ya da ayakkabı, kazak, gömlek, pijamayı… fark etmez… bütün sahip olduklarını -ki bunlar küçük bir dolabın yarısını doldurmaya yetmezdi- otuz kırk yıl giymesiyle, hiçbir şeyini parçalanıp kullanılamaz hale gelmeden atmayı akıl edememesiyle; evinin bütün duvarlarını kaplayan kütüphaneler dolusu kitapları ve hala zaman zaman pikaba yerleştirip dinlediği klasik müzik plaklarıyla tanınmıştı çevresinde.

 

Emekli olduğunda kendisine en düşüğünden emekli maaşı bağlandı. Annesinin emekli maaşının da eklendiği bütçeleriyle yoksunluk duygusu yaşamadan sürdürdüler hayatlarını.

 

Annesi 93 yaşında sadece üç gün süren bir hastalıktan sonra ölünce, kendi emekli maaşı ve yardımcısı Sabiha’yla baş başa kalıverdi Mehmet Bey. Mehmet Bey’le kıyaslanmayacak kadar dünyalı, şeytandan tüy çalmış olduğunu düşündürecek kadar talihli, Hedonizmin yaratıcısını kıskandıracak kadar yoldan çıkmış kardeşi Mustafa, anneleri öldükten sonra oturduğu evin kirasını ve Sabiha’nın ücretini ödemeyi üstlenince Mehmet Bey’in emekli maaşı kendisine kalmış oldu.

 

Mehmet Bey, o andan itibaren Sabiha’nın anaçlığı, sohbeti, yemekleri ile emekli maaşı arasında tercih yapmak zorunda kaldı. Sabiha, Mehmet Bey’in kardeşinden aldığı ücretinin yanında onun emekli maaşının da önceleri yarısına, birkaç ay sonra da tamamına el koymakta hiç zorluk çekmedi.

 

Mehmet Bey’in annesinin ölümünün üstünden daha bir yıl geçmişti ki, Sabiha bir sabah eve çok kederli bir yüzle gelmiş, mutfağa kapanıp yüksek sesle ağlamış, bir iki telefon görüşmesi yaptıktan sonra Mehmet Bey’e, kızının acil ameliyat edilmesi gerektiğini ama parasızlıktan yaptıramadıklarını, hayatını kaybedebileceğini söylemişti. Beraberce Mehmet Bey’in emekli maaşının yatırıldığı sokağın köşesindeki banka şubesine gitmişler, Mehmet Bey’in maaşını temlik ederek on beş bin lira ihtiyaç kredisi almışlar, Sabiha göz yaşlarıyla parayı teslim alıp gitmiş bir daha da kendisinden haber alınamamıştı.

 

İşte Fehmiye bu olaydan iki hafta sonra işe başlamıştı.

 

Mehmet Bey’in Fehmiye’nin varlığını fark etmesi ve aralarında kısa cümlelerle konuşmaya başlamaları yaklaşık üç ay aldı. Mehmet Bey, zihninde Fehmiye’yi hep Sabiha ile kıyaslıyordu. Onu donuk, kapalı buluyor fakat Sabiha’nın aksine, onun içi dışı bir, pazarlıksız kişiliğini seviyordu. Yaptığı yemekler hep en ucuz malzemelerden seçilmiş, tadı, kıvamı pek tutturulamamış oluyordu. Mutfakta Sabiha’nın çırağı bile olamaz diye geçiriyordu aklından. Üstelik Sabiha’da alttan alta kaynayan bir cilve; şarkı gibi dalgalanan bir ses, insana bahar kokusu getiren bir taşkınlık vardı. Fehmiye, eleği duvara asmışlığı da değil, hiç yaşamamışlığı; sönmüşlüğü değil, zaten ateşlenmemişliği; ruhunu daha yolun başında bırakıp dünyaya kupkuru fırlatılmışlığı çağrıştırıyordu insana.

 

Fakat Fehmiye’de o yaşamamışlığın ardına gizlenmiş, kendini hemen ele vermeyen öyle hakiki, derin bir sevgi; kendiliğinden akıp gelen bir şefkat vardı ki, onu tanıdıkça insan, karşılığını veremeyeceği bir borçluluk duygusuna kapılıyordu. Kısa zaman içinde ana oğullukla abi kardeşlik karışımı bir ilişki oluştu aralarında. “Abi, üşüyeceksin al şu hırkanı sırtına… Abi, çorabın delinmiş çıkart dikeyim – ya evet, mermer yumurtası da vardı Fehmiye’nin, çoraplar atılmaz yamanırdı-… Abi pijaman sökülmüş, abi gömleğin leke olmuş, abi gözlüğün kirlenmiş, abi, abi, abi…” Kahve fallarına başladı sonra Fehmiye. Uzayıp giden yollar, açılan kısmetler, gelen paketler gördü fincanlarda. Kaskatı bir pozitivistlikten ömrünce zerre kadar sapmamış Mehmet Bey, kehanetlerini dinlerken sahte bir heyecanı esirgemedi Fehmiye kardeşinden. Yemeği beğendin mi sorusuna gözünü kırpmadan yalan söylemekten kaçınmadı. Gerçi, “bayıldım, çok güzel, eline sağlık” gibi kelimeler yerine “hımmfhh” sesleri çıkartırken parmaklarını birleştirip sallamak gibi beden işaretleri daha kolayına gidiyordu Mehmet Bey’in. Sözsüz yalanlar daha masum geliyordu ona.

 

Giderek bir aile bağına dönüştü ilişkileri. Sözün gelişi de değil; zaman zaman buluşmalarla yaşanan hakiki bir aile görüntüsü çıktı ortaya. Fehmiye bazı günlerde torunu Büşra’yla geliyor; Mehmet Bey kitap okuma saatini Büşra’ya ayırıp ona İngilizce ve Türkçe dersleri veriyordu. Ayrıca ayda en az bir kere Fehmiye Ayşe ve Büşra’yı alıp dışarıda lokantaya götürüyor, onlara okkalı bir ziyafet çekiyordu. Hatta, Fehmiye’nin Merzifon’da yaşayan annesi Remziye Hanım da tedavi için Ankara’da bulunduğu sırada bu yemeklerden birisine katılmış; küçükten büyüğe doğru herkesin birbirine “anne” diye seslendiği dört kuşağın buluşması Mehmet Bey’e çok eğlenceli gelmişti.

 

Herkesin hayatından memnun olduğu bir düzen kurulmuş tıkır tıkır işlemekteydi…

 

Mehmet Bey de Fehmiye’yle aynı anda öğrendi 65 yaş üstündekiler için getirilen sokağa çıkma yasağını. Aceleyle aldı telefonunu eline “Alo Fehmiye, sen kaç doğumlusun?”… Korktuğu cevabı aldı. Fehmiye 66 yaşındaydı. “Abi ne yapacağız şimdi” diye sordu Fehmiye. “Dur bakalım, belki çok uzun sürmez, ben başımın çaresine bakarım şimdilik” dedi Mehmet Bey.

 

Ertesi gün iç sıkıntısıyla uyandı. Yüzünü yıkadı, her zaman Fehmiye’nin önüne getirmesine alıştığı, her birisinde farklı yiyeceklerin bulunduğu çok gözlü kahvaltı tepsisini buzdolabından çıkartıp salondaki masaya getirdi. Çay demlemek gözünde büyüdü. Ekmeği de kızartmadan öylece aldı kesti yedi. Tepsiyi yine dolaba koydu, koltuğuna oturup Türabi’yi aradı. “Türabicim bana bu civardaki lokantaların kartlarını toplayabilir misin rica etsem” … “Tabi Mehmet abi sen merak etme” …

 

İki saat sonra Türabi, üstünde pide, tavuk, sandviç, döner, pizza resimleri bulunan; Lezzet, Tadım, Gurme, 01 Adana, Nefis gibi isimler yazılı bir avuç magnetle geldi. Mehmet Bey onların buzdolabı kapağına yapıştırılacağına dair bir bilgiye sahip olmadığı için neden mıknatıslı olduklarını anlamadı ve yan yana masanın üstüne dizdi.

 

Akşamları yemek yemeyi uzun zaman önce bıraktığı, kahvaltılıkları da apartmana dışarıdan hizmet veren Türabi’ye sipariş verip marketten aldırmayı akıl edebildiği için, sadece öğle yemeklerinde hayatına yeni bir usül sokmuş olacaktı böylelikle. Hayatında ilk kez telefonla yiyecek isteyip eve getirtecekti. Magnetleri sıraya koydu ve en baştaki pideciden başladı o gün. “Bir yumurtalı kıymalı, bir kutu kola…Nakit mi kredi kartı mı?  Tabi efendim. Adres neydi” dedi telefondaki ses. Mehmet bey dondu kaldı. “Bir dakika sizi yine arayacağım” deyip kapattı telefonu. Çıktı, önce bina kapısının üstündeki numaraya ve “Gökyüzü” yazılı mermer tabelaya baktı, ardından oturduğu dairenin kapısının üstündeki sayıyı okudu.  İçeri girip pidecinin numarasını çevirdi yeniden.

 

Sonraki gün İskender, ardından bir daha İskender, üçüncü gün yine İskender yedikten sonra kızarmış piliçe geçti…

 

Mehmet Bey artık öğlenleri iple çekiyor, saat yaklaştıkça ayağına gelecek lezzetleri düşünüp heyecanlanıyor, kapı çalınınca çocuk gibi koşa koşa gidip parasını verip siparişi alıyor göz açıp kapayana kadar geleni mideye indiriyordu. Öğlen yemekleri şenliğe dönmüştü dönmesine de… Fehmiye’nin yokluğu, evdeki kör sessizlik, içine oturmaya başlamıştı.

 

Tam bir hafta sonra, daha önce düşünmemiş olduğu için kendine kızarak Fehmiye’yi aradı. “Fehmiye, senin kızın bankada hesabı var mı?… Tamam… Versene numarasını bana… Tamam, bekliyorum… Yarın yatırırım, kız gitsin çeksin… Fark etmez, gelemiyorsun diye kendime mi saklayacağım parayı. Kardeşim bana gönderiyor zaten… Uzatma Fehmiye… Hadi görüşürüz. Çok dikkat edin, kolay bulaşıyormuş…”   

 

Sabah kahvaltısını ettikten sonra, içine gerekli gördüğü notları yazdığı küçük cep defterini açtı, bir şeyler karaladıktan sonra o sayfayı kopartıp cebine koydu. Bastonunu aldı apartmandan çıktı. Her ay maaşını çekmek için bir kere uğradığı yüz metre ilerideki banka şubesine yöneldi. Yirmi yıl önce sağ dizine taktıkları protez de artık pek iş görmüyordu; zorlana zorlana ağır aksak yürümeye başladı. Daha altı yedi adım atmıştı, hemen yanından polis arabalarından çıkan o sinir bozucu korna sesi geldi: boooorrrt… “Nereye Hacı amca?”

   

Hacı amca mı?!! İşte daha ağzını açar açmaz damarına basmayı başarmıştı memur efendi… “Ne hacısı” diye soruyla cevap verdi polis memuruna Mehmet Bey. “Kızma amca, evden çıkman yasak, bir ihtiyacın varsa söyle biz getirelim” dedi arabanın açık camından memur. Yaşını sormak gereği bile duymamıştı. Kendinden emin ve gönül alıcıydı sesi.

 

Bir kere de, kardeşiyle beraber katarakt ameliyatı için gittiği hastanede hasta bakıcı böyle seslenmişti kendisine; bir perdeyi gösterip, “orada soyunacaksın hacı amca” demişti. Mehmet Bey perdeye doğru bir adım atmış, sonra durup dönmüş “sen bu sakalı hacı sakalı mı sandın” demişti sinirli sinirli. “Bu sakal Marks’ın sakalı. Tanır mısın sen Marks’ı” diye eklemişti. Kardeşi koluna girip “gel abi Allaşkına bırak şimdi Marks’ı Lenin’i” deyip soyunma odasına sürüklemişti. Hastabakıcı dönüp gitmiş, uzaklaşırken de kendi kendine söylenmişti: “cık cık cık, Marsmış… Yok Jüpiter”…

 

Hakikaten de yüzünün yuvarlak hatları, kısa kalın boynu ve suratının neredeyse üçte ikisini kapatan uzun, gür, beyaz sakalıyla Marks’ın fotoğraflarını andırmıyor da değildi Mehmet Bey. Fakat şimdi şu polis memuruyla yine bu hacı mıyız değil miyiz tartışmasına girmeyi uygun bulmadı. “Memur Bey hemen şu görünen bankaya gidiyorum bir para göndereceğim yakınıma, eve döneceğim” dedi. İnterneti nereden bilsin hacı amcam diye geçirdi içinden polis. “Peki, kimseye fazla yaklaşma, hemen evine dön amca” dedi Mehmet Bey’e, araba uzaklaştı.

 

Mehmet Bey içinde kendisinden başka müşterinin bulunmadığı şubenin kapısından girdi ve her ay gidip hesap cüzdanını uzatarak parasını çekip bilgisini işlettiği bankodaki kadının karşısında durdu. “Hoş geldin Mehmet amca” dedi kadın. Mehmet Bey bir şey söylemedi; elini cebine attı, banka cüzdanıyla birlikte not alıp koparttığı defter sayfasını çıkartıp bir kol mesafesi uzaklıktan kadının önüne uzattı. Kadın cüzdanı aldı yana koydu, kağıdı aldı okudu. “Hoş bulduk, sizdeki hesabımdan, Ayşe Kehribaroğlu’na ait numarası aşağıda yazılı hesaba 2000 (iki bin) lira gönderilmesini rica ediyorum”. Kadın kafasını kaldırdı, “peki Mehmet amca” dedi. Klavye tıkırtılarını bir kâğıdın yazıcıdan çıkma sesi takip etti. Sonra cüzdanı yerleştirdi kadın; çıtır çıtır bir makine sesi daha geldi. Bir kâğıdı uzattı bankoya, “Şuraya bir imza alayım Mehmet amca” dedi. İmzasını aldı. Cüzdanı verdi. Mehmet Beyin sessizce gidişini izledi.

 

Yalnız geçen ikinci haftanın sonunda, artık İskenderlerin, mantıların, pidelerin, piliçlerin ve akla gelebilecek daha nice çıldırtıcı lezzetlerin hakkından gelemeyeceği bir hüzün basmıştı Mehmet Beyin ruhunu. Fehmiye’nin kahve fallarını, Merzifon’da geçen çocukluk anılarını, rahmetli alkolik kocasını nasıl evden kovduğunu, sonra haline dayanamayıp geri çağırdığını, Büşra’nın bebekken çok obur olduğunu ve defalarca dinlediği bunlar gibi sayısız hikâyeyi defalarca daha dinlemeyi çok özlemişti.

 

Hava kararmıştı. Mehmet Bey hiçbir bölümünü kaçırmadığı dizisini izlemiş, eline aldığı kitabı okurken koltuğunda içi geçmişti. Kendi deyimiyle “sinemaskop kalitesinde” uzun rüyalar görmesiyle ünlüydü. Rüyasında anahtarın girişi ve kilidin içinde dönüşünün sesini duydu. Şaşırdı, bu saatte kim gelebilirdi ki. Annesi, olabilir miydi acaba; öğlen kuaföre saçını boyatmaya gitmişti fakat bir türlü geri dönmemişti. Endişelendi annesinin gidişini hatırlayınca. Sonra birden halının üstünde 50 liralık kâğıt para gördü; Sabiha düşürmüş olmalı diye düşündü. Eğilip alacaktı, vaz geçti. Koluna bir el değdi. Döndü, baktı. Koluna dokunan kendi çocukluğuydu. Kolej formasıyla yanında dikilmiş gözünün içine bakıyordu. Uyudun mu abi diyordu. Hayır uyumuyordu. Çocukluğunun eli biraz daha sert sallamaya başladı kolunu. Salladı, salladı… Ses değişti, kadın sesine dönüştü, “uyudun mu abi” dedi yine. Mehmet Bey gözlerini açtı, gözlüğünü doğrulttu, üzerine eğilmiş kolunu sıkan Fehmiye’nin yüzünü gördü. Hiçbir şey anlamadan, bomboş baktı baktı…

 

“Hava kararınca arka sokaklardan hızlı hızlı geldim abi, ne çıkışımı, ne gelişimi kimse görmedi bile.” dedi Fehmiye. Elinde tuttuğu üç katlı sefer tasını Mehmet Beye doğru kaldırarak gösterip, “fırının içine koyuyorum bunu, bir iki gün yersin, patates, zeytin yağlı fasulye yaptım sana. Bir de o sevdiğin kurabiyeden var” dedi. Ama bu ses Fehmiye’nin değil, annesinindi. Her zamanki gibi yumuşacık, sıcacıktı. Ne zaman dönmüştü annesi kuaförden hiç fark etmemişti, şaşırdı. 

 

Aynı ses, “Dur sana bir kahve yapayım saat erken daha” dedi.

 

Fala bakmaya başladığında saat gecenin 10’uydu. Tam gece yarısı, geldiği gibi sessizce kapıyı kapatıp çıktı.

 

Ertesi sabah uyandığında, gördüğü rüyayı düşündü Mehmet Bey… Bir rüyanın gerçek kadar inandırıcı olmasına yabancı değildi. Fakat bu, her başına geldiğinde aynı derecede şaşırmasını engellemiyordu.

 

Kahvaltısını yaptı, kitabını okudu, müzik dinledi. Masanın üstünden bir magnet seçti. Yine İskender tutkusu depreşmişti. Tereyağı kokusunu duyar gibi oldu. Alta döşenmiş çıtır pideler geldi gözünün önüne, heyecandan karnı karıncalandı. Aldı telefonu… Bır bıt bıt tuşlara bastı. Yarısında durdu. Ayaktaydı. İçine kurt düşmüştü. Birden döndü mutfağa gitti. Eğildi fırını açtı.

 

Hakikaten oradaydı. Üç katlı sefer tasını çıkardı. En üsttekinin kapağını açtı, pembe yağı donmuş patatesleri gördü. İçini sevinç dalgası sardı. Küçük kısa bir çığlık attı, suç işlemiş gibi hemen eliyle ağzını kapattı.

 

Çatal kaşık çekmecesini açtı, öğrenciliğinde tatil kamplarının devre sonlarında gerçekleştirilen balolarda hep yaptığı gibi, gövdesinden beklenmeyen kıvraklıkta salsa figürleriyle, elinde tuttuğu kaptan soğuk sert tuzsuz patatesleri yemeye başladı…     

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -