Çok sayıda kadının ve 310’u aşkın sivil toplum kuruluşunun bir araya geldiği EŞİK – Eşitlik İçin Kadın Platformu, tüm siyasi partilerin özel gündemle bir araya gelmeleri ve kadın cinayetlerini önleme çalışmalarını bir an önce hayata geçirmeleri için TBMM’yi göreve çağıran bir kampanya başlattı.
“Sesimize ses olun, hep birlikte taleplerimizi meclise duyuralım” çağrısıyla başlatılan kampanyaya sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra sanatçılar ve yazarlar da yayımladıkları videolarla destek verdi. Zuhal Olcay, Hazar Ergüçlü, Demet Evgar, Nur Sürer, Meltem Cumbul, Hande Doğandemir ve pek çok isim, EŞİK kampanyasını destekleyenler arasında.
Kampanyayla birlikte yeni bir kavram da gündemimize girdi: Cinskırım. Platformun kurucuları arasında yer alan yazar, feminist Berrin Sönmez’le ilk duyuşta insanı irkilten cinskırım kavramını ve diğer konuları ele alan uzun bir söyleşi yaptık.
Biliyorum bugünlerde hep bu soruyla karşılaşıyorsunuz. Yazınızda da dediğiniz gibi “hayli tedirgin edici” bir kavram Cinskırım… Çok iddialı değil mi, niçin böyle bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç-gerek duyuldu?
Cinskırım yeni bir kavram değil 90’lardan beri kullanılıyor, eskiden beri ‘kadın cinayetleri bir cinskırımdır’ diyen feministler vardı. Ülkemizde de sadece feministler arasında kullanıyordu ancak şimdiye kadar örgütsel olarak kullanılmamıştı. Eşitlik İçin Kadın Platformunda da kavramın kullanımını yaygınlaştırmak uzun zamandır konuşuluyordu. Özellikle bu alanda çalışmış Gülser Kayır’ın ve diğer akademisyen feministlerin görüşlerini de alarak üzerinde düşündük. Fakat asıl, yılın sonunda bir günde dört cinayet ve üç şüpheli ölümün kayıtlara geçmesi ‘cinskırım’la ilgili kararımızı hızlandırdı. Kadınlar her gün öldürülüyor; doğru düzgün araştırılmayan, intihar deyip geçilen, iki ay sonra da failin itirafıyla tutuklandığı şüpheli intiharlar gibi daha pek çok örnek var, tek tek saymak yerine bütüncül olarak şunu görelim: Kadınlar teker teker öldürülüyor, failler teker teker öldürüyor. Erkek-ataerkil zihniyeti, kadın yaşamına kıymak için bulduğu bahanelerle harekete geçiren saikler, bize sistematik bir durumu gösteriyor. Savcılıkların yeterince kovuşturmaması, mahkemelerin delil toplamak ve değerlendirmek konusunda yeterince özenli davranmaması; kadın cinayetlerini bir an önce üstü örtülmesi gereken, toplumda çok fazla konuşulmadan kapatılması gereken konular gibi algılayan bir devlet aklının varlığını bize gösteriyor.
Cinskırım dememizin sebebi devlet aklının ve bütünüyle sistem aklının belirli bir sistematik politika içerisinde gerçekleştiğine artık ikna olmamız, görmemiz ve gösterme ihtiyacı duymamız sebebiyledir. Evet, zaten hep söylüyoruz “şiddet politiktir!” diyoruz. Ama “cinskırım” dediğimizde bu politik olma halini daha net ortaya koyduğumuz gibi sistematik olduğunu da vurguluyoruz.
Cinskırımı soykırımdan ayıran bir taraf varsa o da kolektif olmayışı. Ancak bana göre kadın cinayetleri zaman zaman kolektif mahiyet kazanıyor, şöyle ki: Çeteleşen aileler, failin suçunu gizlemek için delilleri yok eden, cinayet mahallini temizleyen veya işte faile “yardım” ederek bir kadını saklandığı yerde bulmak için birleşen “aile” bireyleri gibi kolektif karaktere büründüğü olaylar da var. Dolayısıyla kadın cinayetlerinin bireysel, daha doğrusu münferit olmaktan çıktığını gösteren bir kavram olarak “cinskırım” ifadesinin, sorunun mahiyetini tam olarak kavramamızı sağlayacağını düşünüyoruz.
Ancak bu şimdiye kadar kullanılan “kadın cinayetleri” kavramını yok saymak, yok etmek anlamını taşımıyor. Ki ben yıllardır “kadın cinayetleri” kavramının faili ve şiddete yol açan saikleri görünmez kıldığını düşünerek “ataerkil şiddet ve ataerkil cinayet” demeyi tercih ediyorum. Şimdi ister kadın cinayetleri ister ataerkil cinayet diyelim, en azından cinayetlerin boyutunun artık kesinlikle “kırıma” vardığını ve sonuç olarak bunun “cinskırım” olduğunu, dolayısıyla isimlendirmede artık “cinskırımı” kullanmamız gerektiğini söyleyerek bu soruyu bitirebilirim.
Kısaca kadın cinayetleri vb bütün söylemleri kapsayan bir kavram-tanımlama mı diyorsunuz?
Evet, alternatifi değil, o kavramların da tamamlayıcısı.
Kampanyayı düzenleyen, çağrıda bulunarak katılan kadınların TBMM’den beklentisi ne?
Çok şey istemiyoruz aslında. Öncelikle var olan yasalar uygulansın, 2014’ten beri bekleyen İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Şiddetle Mücadele Yasasının gerekleri yapılsın. Ayrıca TBMM, bir an önce konunun tüm taraflarıyla toplansın ve cinskırım boyutuna varan kadın cinayetlerini önlemek için yapılacakları tartışmaya, konuşmaya başlasın. Bunlara ek olarak bir örnek de vereyim, erkek şiddetinin bütün biçimlerinde görülen ve işkenceyle, eziyet halini alan suçlar TCK’da 96. madde ile “kişinin kişiye eziyeti” başlığı altında düzenlenmiştir. Ancak 2005’te kanuna eklenen bu madde o tarihten bu yana kullanılmıyor. İstanbul Sözleşmesi de 70’inci maddesiyle parlamentolara sorumluluk yüklemiştir. Meclisi hem demokratik denetleme işlevini hem de cinskırım gibi ağır bir toplumsal sorun karşısında sorumluluklarını yerine getirmek, şiddetle mücadelede yürütmenin, kamunun hata ve eksiklerini tespit etmek için özel gündemle toplanarak çalışmalarını istiyoruz.
Kampanyanın belirlenmesi ve harekete geçme süreci nasıl işledi?
Eşik Platformunda yer alan feminist avukat arkadaşımızla düzenli olarak izliyoruz; sistem, kadın cinayetlerini yeterince etkin bir şekilde cezalandırmıyor. Bizim mahkemelerimiz gazeteciler olsun, siyasi görüşleri nedeniyle suçlananlar olsun, hak savunucuları olsun tutuklu yargılamayı çok severler. Aylarca, hatta Osman Kavala’da olduğu gibi yılı aşkın iddianame düzenlemeden yapılan yargılamalar var. Meselâ bak yakın bir örnek Boğaziçi Üniversiteli çocukları da anında tutukladılar. Ama kadınları, çocukları öldürenlerin, cinsel suç faillerinin çok çok azı tutuklu yargılanıyor. Cinsel suçlarda, özellikle yargılama aşamasında çok belirgin bir tutuksuz yargılama eğilimi var ve bu cezasızlık cinsel şiddeti, tacizleri, cinayetleri teşvik edici bir etkene dönüşüyor. Aslında Eşik Platformu ve tüm kadınlar olarak beklentimiz, kadın cinayetlerinde cezasızlık politikasından vazgeçilsin!
Eşik Platform olarak kurulduğumuz günden itibaren bu konularda düşündük ve parlamentoya görevini hatırlatmak gerektiğinde hemfikir olduk. Şiddetle mücadelede ve bütün kadınların insan haklarının geliştirilmesinde parlamentonun görevleri neler? Ama ülkemizde henüz bu hakların geliştirilmesinden söz edemiyoruz. Kadın cinayetlerinin önüne geçilmesinde meclise görevlerini hatırlatmak istiyoruz. Bunu hem tüm siyasi partilerin aynı konu etrafında toplanmalarını sağlamak için istiyoruz hem de demokratik bir düzlemde, parlamentonun işbirliğini parlamenterlere hatırlatmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bir yanıyla da parlamentonun işlevinin son derece zayıflatılmasına rağmen hatırlatmak, dolayısıyla bir ucunda demokrasiye sahip çıktığımızı göstermek de var.
Ancak cinsel şiddetle mücadele, çok özel önlemlerin alınması gereken bir konu; maruz kalan kadınlara ve çocuklara çok özenli davranılması gerekiyor. Bu özeni gösterecek ihtisaslaşmış çalışanlar lâzım ve başkaları ile temas etmeden, sadece bir başvuruyla ulaşabilir merkezler olmalı. Cinsel şiddet kriz merkezleri, İstanbul Sözleşmesinin gereklerinden biri ve sözleşme imzalandığı tarihten beri bir tane bile açılmadı. 2012’de 6284 sayılı yasa onaylandı ve bir yıl sonrasında çıkan yönetmeliğe göre her yüz bin nüfusa bir sığınma evi, her iki yüz bin nüfusa bir cinsel şiddet kriz merkezi planlandı. Ama 2013’ten beri o yönetmelik de -tıpkı 96. madde gibi- kelimenin tam anlamıyla orada duruyor.
Tabii şu da var, “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramının her alandan, her yerden silinmesine yol açan baskılar olduğunu görebiliyoruz. Ki böyle olunca şiddetle mücadele de imkânsızlaşıyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı önceden Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığıydı. Sonra Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı içinde Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’ne dönüştürüldü. Parantez içinde dikkat çekelim ki hem kadın cinayetlerinden hem iş cinayetlerinden tek bakan sorumlu kılındı. Bu aşamada genel müdürlük düzeyine çekilse bile icracı bakanlık içinde yer aldığından geçmişe kıyasla daha etkin olacağını ümit etmiştim şahsen. Fakat çok yanılmışım. O günlerde feminist örgütlerin ısrarla itiraz ettikleri şekilde, kadının adı o kadar yok edildi ki genel müdürlük çalışmaları son derece kısıtlı konularla sınırlandırıldı.
Hazır konu buraya gelmişken sorularım arasında açılmasını isteyeceğim birkaç kavram vardı. Bazılarını yukarıda konuştuk zaten. O yüzden özellikle cinsiyet politikası, gizleme, değersizleştirme kavramları üzerinde biraz durabilir misiniz?
İşte demin bahsettiğim de iyi bir örnek aslında; “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı, var olan cinsiyet rollerinin devamı için değersizleştiriliyor. Kadın ve erkek eşitliğini yok saymak, kadının ikincil konumunun devam ettirilmesi için, zihinlere yerleşmesini önlemek için metinlerden çıkarıyorlar. Zaten bu kavram toplumsal algıda henüz yerleşmedi ama metinlerden de çıkarıldığında zihniyet dönüşümü tam olarak engellenmiş oluyor.
Kadına yönelik erkek şiddetinin özel bir şiddet türü olduğunu, sistematik olduğunu ve aynı zamanda kadına sınır çizmek, kadını ikincil konumda tutmak için bir araç olarak kullanılan politik eylem olduğunu toplumun gözünden kaçırmak istiyorlar. Şiddet her alanda var, sadece kadına yönelik şiddet diye ortaya çıkmayın, diyenler var. İlgili bakandan “Her kadın cinayeti, kadın cinayeti değildir” cümlesini duyduk.
Kadına yönelik şiddet meselesini hep cinayet -can alan- boyutuyla konuşuyoruz. Oysa cinayetler buzdağının görünen kısmı, altında devasa bir kütle var. Bu ülkede yargıya başvurulmayan ne çok cinsel şiddet vakası var. Ülkemizde cinsel suç mağdurlarının sadece yüzde 20’si kadarının yargıya gidebildiğini gösteren araştırmalar var. Meselâ yine çalışmalarda şunu görüyoruz; hayatında bir kere bile psikolojik şiddete maruz kalmamış kadın sayısı çok az. “Ben psikolojik şiddete uğradım” diyenlerin oranıysa %96’ya ulaşıyor. Cinsel şiddet, sözlü taciz, fiziki taciz ceza kanununda hâlâ sözlü sarkıntılık, fiili sarkıntılık gibi ayrımlarla yer alıyor. Düzeltilmeyen yaralarımızdan biri.
Örnek olsun diye anlatmak istiyorum; otuzu aşkın dindar kadının bulunduğu bir grup içerisinde sohbet ediyoruz, “İçimizde hayatında en azından bir kere taciz yaşamayan kadın var mı?” diye sorduğumuzda sadece bir kişi “Evet, ben yaşamadım” dedi. Şimdi düşünelim: -varsayılan genel kabule göre- ailesi, çevresi ahlâklı, dindar bir kadın kitlesinden bahsediyoruz. Lâfa bakılınca görülen o yanlış yargılardan bir tanesi, kadının kendini bilmesi, çocukluktan iyi yetiştirilmesi durumunda bunlara maruz kalmayacağı şeklinde. Ama yaşadıklarımız bunun asla böyle olmadığının ispatı. Taciz kadından kaynaklanmıyor, erkeklerden, onların zihniyetinden kaynaklanıyor. Kışkırtılmış bir erkeklikle büyüyen oğlan çocuklar, bastırılmış bir kadınlıkla büyüyen kız çocukları, toplumda böyle bir dengesizlik var. Bunu değiştirmek için şiddetin kaynağı olarak, bu eşitsiz cinsiyet rejimini görmek, göstermek gerekiyor.
Dinimizin en temel emri insan onurunun yüceltilmesidir. Ama dindar olduğunu söyleyen bir iktidar, insan onurunu kırmak anlamına gelen kadına yönelik şiddeti; sayıları küçük göstermek, fazla konuşmamak, üstünü örtmek gibi yaklaşımlarla ele alıyor. Dindar bir kadın olarak bu beni çok yaralıyor. Öte yandan mesele zaten bir hukuk meselesi, hukuk bütün insanların, insan haklarından eşit yararlanmasını gerektirir. Dolayısıyla kadınların insan haklarından eşit yararlanması da insanlık onurunun korunması demektir.
Aileye, değerlere zarar vereceği iddiasıyla karşı çıkanlar tarafından İstanbul Sözleşmesi yine gündeme taşındı. Sözleşme, tüm kadın sorunlarına çözüm mü peki?
Şiddet erkek egemenliğini sürdürmenin en önemli araçlarından. Bütün dünyada 90’lardan beri yükselen bir erkeklik krizi var. Aslında bunu konuşmak gerekiyor. Erkeklik krizi ile kadına yönelik şiddetin yükselmesi arasında ilişki var. Bugün yükselen şiddeti ve kadın haklarına yönelik yükselen itirazı bir devrim-karşı devrim ilişkisi olarak görüyorum. Patriyarka, son yüzyıllarda kadın kazanımları nedeniyle kaybettiği alanı yeniden kazanmak istediği için kadına yönelik şiddet yükseliyor. Tam da bu nedenle -eşitsiz konumu sürdürmek için- şiddetle mücadeleye itiraz ediyorlar.
Sözleşmenin imza aşamalarında kadına yönelik ataerkil şiddet konusunda sadece toplumda değil kollukta, yargıda olsun, dönemin Aile Bakanlığı’nın bürokratlarında olsun ciddi bir farkındalık oluşmuştu. Hatta imza sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı ile BM arasında din adamlarının eğitilmesine yönelik (Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde Din Görevlilerinin Katkısının Sağlanması) işbirliği protokolü imzalandı. O çerçevede çok sayıda din adamı, toplumsal cinsiyet eğitim aldı. Mutlaka faydası olmuştur ama sonra bu proje tamamlanmış var sayılarak sonlandırıldı, diye hatırlıyorum.
İstanbul Sözleşmesi de şiddet ve toplumsal algının, daha doğrusu devlet sistemlerinin, bürokratik mekanizmaların ve toplumsal algının şiddetle ilişkisini deşifre etmiş ve sonrasında ortadan kaldıracak kodlar oluşturmuş bir metin. Aslında dünyada başka yerlerde de bu alanda yapılmış uluslararası sözleşmeler var. Afrika’da yapılmış bir uluslararası sözleşme var, aynı şekilde Latin Amerika’da var. Bu alanda pek çok ülke, uluslararası ortaklaşmalara gitmeye ihtiyaç duyuyor. İşte Birleşmiş Milletler (BM), bu sözleşmeler arasında İstanbul Sözleşmesi’ni altın standart olarak tanımlıyor. Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerin de İstanbul Sözleşmesi’ni imzalama talepleri var. Örneğin Kazakistan şu anda kendi içinde sözleşmeyi görüşüyor. Diğer yandan Avrupa Konseyi üyesi olup da imzalamayan ya da imzaladığı halde onaylamayan ülkeler de var. İngiltere bunlardan biri meselâ ancak aynı zamanda çoklu cinsiyet kimliklerini tanıyan ve bunu da eğitim sistemine yerleştiren bir ülke.
Tam bu noktada şuna da açıklık getirelim: İstanbul Sözleşmesi’nin cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği kavramları gerekçesiyle eşcinselliği meşrulaştıracağı, aileye zarar vereceği, kültürel değerlerimize aykırı olduğunu iddia diyorlar ya bu asla doğru değil. İstanbul Sözleşmesi’nin aile ile bir derdi yok, bunu kesin olarak söyleyelim. Sözleşmenin şiddetle problemi var. Devletlere diyor ki, aile içinde ya da dışında “Şiddet mağdurunun kimliğini, aidiyetini ayrımcılık nedeni sayma ve eşit olarak koru, şiddet failini soruştur, kovuştur, yargıla ve bütün bunları yaparken şiddet mağdurunun insan haklarını öncele!”
Ayrımcılıklardan bahseden maddesine itiraz ediyorlar ama bütün insan hakları hukuku literatüründe ayrımcılıklar vardır. İstanbul Sözleşmesi’nin dördüncü maddenin üçüncü fıkrasında çok net bir şekilde kadın-erkek eşitliğinin kurulmasından bahseder. Şiddetle mücadelede sözleşmesindeki, ‘cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerini ayrımcılık nedeni sayma, bunlar üzerinden şiddeti meşrulaştırmayı kabul etme’ diyen bir hükmü, dindarlık adına ya da işte yerli ve milli, ulusal değerler adına tehlikeli bulanlar nasıl bir dünya görüşüne sahip ben anlamıyorum. “Biz kimseye şiddet uygulanmasın diyoruz” ifadesini kullananların bu sözleşmeye de itiraz etmemesini bekleyebiliriz herhalde.
Sözleşmeyi imzalamak onaylamak anlamında değil mi, sözleşme bağlamında bağlayınca olması gerekmiyor mu zaten?
Bağlayıcılığı parlamentonun onayına bağlı: İstanbul Sözleşmesi’ni 2011 Mayıs’ında imzaladık, aynı senenin Kasım ayında da onayladık. Ancak kendi hükümleri doğrultusunda onaylayan ülke sayısı 10’u bulduktan sonra uluslararası sözleşme olarak uygulamaya girecekti. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi ülkemizde 2014 Ağustos’unda uygulama aşamasına geçti. Bugün de 47 Avrupa Konseyi ülkesinden 45’i imzaladı, 34’ü onayladı. İmzalamayan iki ülke Azerbaycan ve Rusya. Ayrıca Avrupa Birliği de kendi adına -bir bütün olarak- sözleşmeyi imzaladı, 46. imza onun. Avrupa Birliği’nin devasa bürokratik ağı içerisinde kademelerle bir prosedür işletiliyor. Bu konuda özellikle Avrupa kadın lobisinin çok derin çalışmaları var. Avrupa Birliği içerisinde İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamak ve onaylamak AB kriterleri -Kopenhag kriterleri vb- arasında sayılsın çalışması var ve biraz da yol alındı bu konuda. Bu açıdan Polonya, Hırvatistan ve Macaristan gibi ülkelerde Sözleşmenin tartışılması çok anlamlı olmayacaktır, AB yaptırımları uygulanabilir.
İstanbul Sözleşmesi her şeyiyle evrensel bir metin ve ulusal değerlere aykırılığı yönündeki iddialar ciddiyetsiz. Sözleşmenin hazırlanmasında ülke olarak bizim de katkımız var, yazım aşamasında temsilcimiz vardı; bu ülkenin değerlerinden, sivil toplumundan akademisyeninden, bürokratından görüşler gitti. Dolayısıyla sözleşme yabancı bir sözleşme olarak görülmemeli. Evrensel bir metne toplum olarak çok kıymetli katkıda bulunduğumuzu ve sembol şehrimizin adını verdiğimizi düşünerek her ülkeden daha çok sahiplenmeliyiz hatta.
Öte yandan da kadın erkek eşitliğine itirazın adını cinsiyete, aileye dayandırıyor, cinsiyet kimliklerini cinsel yönelim kavramına itiraza indirgeyip eşcinselliği meşrulaştırıyor diyorlar. İstanbul Sözleşmesi 2014’te onaylandı, eşcinsellik o tarihte mi başladı? Sözleşme kalksa eşcinsellik bitecek mi? Dünyada böyle bir şey yok, onaylama meşrulaştırma da yok. Eşcinsellik meselesinin tamamen paravan olarak kullanıldığını, asıl olarak kadın-erkek eşitliğini tanımak, “meşrulaştırmak” istemedikleri için bunu yaptıklarını düşünüyorum.
Bir türlü uygulamaya geçilemeyen İstanbul Sözleşmesi’nin, bugünlerdeki gibi dönem dönem siyasi pazarlığa malzeme edildiğini görüyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin iç siyasetin pazarlık konularından biri olması demek, aslında bu kadınların yaşam haklarının pazarlık konusu olması anlamına geliyor. İstanbul Sözleşmesi’nin kaldıracağız gibi siyasi söylemlerle, karalama kampanyalarına yol açan mesajlarla anılması şiddeti yükseltiyor, şiddetle mücadeleyi zorlaştırıyor. Şunu söyleyebiliriz; İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı şiddet yasasına itiraz edenlerin ellerinde öldürülen kadınların kanı var.
Eşitlik İçin Kadın Platformu’ndan bahsedelim biraz da; 310’u aşkın kadın, 150’ye yakın sivil toplum örgütü, meslek odası ve sendikanın bir araya geldiği bir platform. Hangi amaçla bir araya geldiniz ve neler yapıyorsunuz?
EŞİK resmen 1 Ağustos’ta kuruldu. Aslında bakınca o zamandan beri ne çok iş yaptığımızı görüyorum. Son yıllarda, daha doğrusu 2016’da, TCK 103 kapsamında çocuk cinsel istismarı suçlarına af getirilmesi teşebbüsü olduğu sırada; çok sayıda kadın örgütü bir araya gelerek TCK 103 Platformu’nu kurmuştu. Ardından yoksulluk nafakasına itiraz çalışmaları yürütülürken bu sefer Nafaka Hakkı Kadın Platformu’nu kurduk. 2020 Nisan’ında TCK 103 tekrar gündeme geldi infaz paketiyle ve biz eski TCK 103 Kadın Platformunu tekrar aktive mi edelim, yeni bir örgütlenmeye mi gidelim derken Numan Kurtulmuş İstanbul Sözleşmesi’ni tekrar gündeme taşıdı. Dört beş hafta boyunca sürekli toplanıp tartışarak; her seferinde yeniden organize olmaya çalışıp zaman kaybetmek yerine, çok katılımlı, kalıcı bir platform olmaya ve kadınlara ilişkin bütün konuları bir arada çalışmaya karar verdik. Kadın kazanımlarına saldırılar hiç durmadan, biteviye tekrarlanırken enerjimizi ayrı ayrı örgütlenerek harcamaktan kurtulup daha hızlı harekete geçmek yararlı olacaktı. Bu konuda fikirler ortaklaştığında 2020 temmuz sonları gelmişti. Mart ayında başlayıp korona karantina günleri boyunca konuştuk demek yanlış olmaz.
Kurulduğumuz andan itibaren TBMM’ye görevlerini hatırlattık. Gözümüz üzerinizde dedik. Takiben izlemeye başladık ve dördüncü raporumuzu Ocak ayında yayımladık; ilk raporumuzdan sonra şunu gördük ki milletvekilleri “Bugün şunu söyledim, bilginiz olsun, kaydınıza geçsin” diye raporlandırabilmemiz için haber veriyor. Parlamenterler üzerinde teşvik edici etki yarattığını söyleyebiliriz. Ekim ayında İstanbul Sözleşmesi’nin saldırı altında olduğu ülkelerden konuşmacılarla; Kasım ayında da PACE (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Eşitlik ve Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi) üyelerinden bazıları ile geniş spektrumlu bir Zoom toplantısı ile uluslararası görüşmeler yaptık. Bunlar 200-250’nin üstünde katılımın olduğu görüşmelerdi ve İstanbul Sözleşmesi temel konulardan biriydi. Platformun YouTube kanalından bu toplantılara ulaşabilirsiniz.
Yeni bir yasadan ziyade biz haklarımızı aşındıracak yasaların çıkmasını önlemek, bunun yanı sıra mevcut yasaların uygulanmasını denetlemek görevlerini siyasi partilere ve parlamenterlere hatırlatıyoruz. Ekim ayında ilk kampanyamızı başlattığımızda hem sosyal medya hesaplarımızdan hem yaptığımız basın açıklamalarıyla “Meclis Göreve” dedik. Tüm siyasi partilerden neler beklediğimizi beş maddelik kısa talep halinde yazdık. Taleplerimiz şunlar: Haklarımızı aşındırmayın, eşit yurttaş olduğumuzu kabul edin ve yurttaşlık haklarımızı da eşit kullanmamız için düzenlemeler yapın. Bu düzenlemeleri de eğitim, istihdam, kürtaj hakkı dahil sağlık hizmetlerine erişim gibi her alanda gerçekleştirin. Genel olarak ülkedeki en sıradan vatandaştan en tepedeki yöneticiye, karar mekanizmalarındakilere, parlamentoya, kolluğa tam olarak görevini yerine getirmesi için “Görevinse yap görevin değilse talep et!” dediğimiz on iki maddemiz var. PACE’in yayınladığı, İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasına dönük, yol haritası diyebileceğimiz bir açıklamalar-görevlendirmeler düzenlemesini Türkiye’nin koşullarına ve sistemin ihtiyaçlarına uyarlayarak Türkçeye tercüme ettik ve “12 Adım Belgesi” dedik.
Genel başkanlar düzeyinde siyasi partilerle görüşmeler yapıldı. Saadet Partisi, AK Parti ve MHP hâlâ görüşme talebimizi bekletiyor. Partilerle görüşmelerimiz genelde soru cevap şeklinde oluyor, ağırlıklı konularımız İstanbul Sözleşmesi, TCK 103 ve yoksulluk nafakası ve diğer konular… Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener ile de görüştük. Siyasette kadın genel başkanın ne denli fark yaratacağını Meral Akşener sayesinde gördük. Kadın hareketiyle ilişkilenmeye açıktı ve bu sorunlar karşısında, sivil alanda yer alan kadınlarla siyasi partilerde yer alan kadınların sözünü ortaklaştırmakta çok yararlı oldu. Kadın hakları konusunda hiç akla gelmeyecek partilerin davranışları, söylemleri o kadar yakın ki birbirlerine. Bu ülkede siyasi kamplaşmayı önleyecek şey kadın hareketidir.
Üzerinde ayrıca konuşmak ve anlamak istediğim iki kavram daha var: Eşitlik ve adalet. Söyleşimizin başından beri de hep eşitlik dedik. İnsanın doğuştan hakkı olan kavramlar arasında da hiyerarşik bir sıralama mı var? Önceliğimiz niçin eşitlik olmalı?
Bu konuda önce şunu hatırlayalım, 90’lardan beri Katolik Kilisesi, Vatikan toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını kabul etmeyip “eşitlik değil adalet olacak” diyor. Nereden nereye geliyoruz. Her şeyden önce eşitlik ve adalet kavramlarını birbirinin muadiliymiş gibi kullanmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Adaletin sağlanmasının temelini eşitlikte görüyorum. Eşitliği sağlamadan adaleti tesis etmemiz mümkün değil. İslam tarihinden örnek verelim: Kadı huzurunda -mahkemelerde- padişah da şikâyetçi olan tebaa da o kürsünün önünde aynı yerde diz çökmez miydi? Eşitlikten kastımız işte o, aynı düzlemde olmak. Yoksa beş parmağın kimini uzatıp kimini kısaltıp beşini de aynı boya getirip eşit yapalım, demiyoruz. Yeryüzünde böyle bir eşitlik olmadığını biliyoruz. Eşitlik o beş parmaktan beşine de batırılan iğnenin yarattığı can acısında; eşitlik iğneyi hangisine batırırsak batıralım canımızın aynı şekilde yanmasında. Dolayısıyla adalet kavramını daha büyük gösterip yüce yüce manevi değerler üzerinden açıklamalar yapmak tam bir hamaset.
Aslında gerek toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına gerek İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan, Macaristan gibi Polonya gibi -Katolik inancın yoğun olduğu- ülkelerde karalama kampanyaları yürütenlerin söyledikleriyle; Türkiye’deki karşı çıkış söylemleri birbirine çok yakın. Ama Rusya da aynısını söylüyor; İstanbul Sözleşmesi’nin yerine bir sözleşme hazırladı ve Macaristan, Hırvatistan, Polonya gibi ülkelere de bu sözleşmeyi imzalatarak uluslararası hale getirmeye çalışıyor. Bizimkiler de kendi sözleşmemizi yazalım, diyorlar ya; bu eğer İstanbul Sözleşmesi’ne benzemeyecekse Rusya’nın sözleşmesine mi benzeyecek? Evrensel insan hakları hukuku sistemiyle sorunu olanlar İstanbul Sözleşmesi’ne itiraz ediyor. Ama şu da var; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) insan hakları hukuku bağlamında verdiği hak ihlalleriyle ilgili yaptırımlar -en azından yüksek sesle- yerli ve milli değerlere aykırı bulunmuyor.
Ama eğer söz konusu olan kadının insan haklarıysa, herhangi bir yaptırım gücü bulunmayan, İstanbul Sözleşmesi Bağımsız Uzmanlar Grubu’nun (GRAVIO) eksikleri gösterip öneriler sunduğu raporlara egemenlik hakkını ihlâl bahanesiyle itiraz ediliyor; resmi çevirisi yapılmadığı bahanesiyle iki yılı aşkın süredir uygulanmıyor.
Berrin Sönmez:
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayımlanmıştır.