Bir ay kadar önceydi, TV5’te Yıldıray Oğur’un Ali Bayramoğlu’yla sohbetini izliyordum… Sohbet, o günlerin sıcak konusu Gezi ve Osman Kavala iddianamesine gelmişti… İddianamedeki suçlamalardan biri de, Sırbistan’da Miloseviç’in baskıcı iktidarının devrilmesinde rol oynayan Otpor adlı gençlik örgütünün ve onun içinden çıkan Canvas adlı eğitim grubunun Gezi sürecinde harekete fikri katkı sunduğuydu.
Yıldıray Oğur, o günlerde yazdığı bir yazıdaki bilgileri kullanarak böyle bir “fikri katkı”nın söz konusu olmadığını, iddianameyi hazırlayan savcının bu sonuca kimi varsayımlarla ulaştığını ve dolayısıyla hukuki bir değerinin olmadığını anlatıyordu ki Bayramoğlu araya girip şöyle dedi (aklımda kalanlarla yazıyorum):
“Yani böyle bir katkı olsa ne olur? Neden otomatik olarak gayri meşru sayılıyor böyle bir ilişki? Baskıcı iktidarlar sorunu küresel olduğuna göre onlara karşı verilecek mücadelenin küresel boyutları da olacaktır. Bu durumda o iktidarlara karşı mücadele edenlerin kendi aralarında bir dayanışma göstermeleri neden makul sayılmıyor?”
Tehlikeli sular…
Yıldıray Oğur tam bu noktada hafifçe telaşlandı ve yüzünde beliren bir gülüsemeyle, “Aman hocam” dedi, “oralara girmeyin isterseniz, böyle bağlantılar hiç hoş karşılanmıyor.”
Oğur’un kast ettiği savcı değildi tabii; onun hoş karşılamadığını, yazdığı iddianameden biliyorduk. Onun kast ettiği bir kısım kamuoyu idi ki, tespitinde ve uyarısında tamamen haklıydı.
Çünkü böyle bağlantıları kabul edilemez bulan kamuoyu kesimi hatırı sayılır bir nicelik oluşturuyordu.
Oysa bir zamanlar, Türkiye’deki bir sivil toplum örgütünün başka ülkelerdeki sivil toplum örgütleriyle konuşması, işbirliği yapması ve bu yolla kendi ülkesindeki iktidarı etkilemeye gayret etmesi sadece dar bir milliyetçi-ulusalcı çevrenin tepkisini çekiyordu.
Ali Bayramoğlu, ilkesel düzeyden bakıldığında itirazında haklıydı, fakat pragmatik düzeyden bakıldığında ise Yıldıray Oğur haklıydı. Çünkü iktidar, bu türden bağlantıları ve işbirliklerini meşru siyaset algısının dışına itebilmiş, bu yolda taraftarlarını da ikna edebilmişti. Eskiden milliyetçilerin ve ulusalcıların hezeyanlarıyla dalga geçen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kitlesi şimdi önemli ölçüde onlarla aynı dili konuşur hale gelmişti.
Her türlü protesto gösterisinin kriminalize edilmesi
Siyaset alanının adım adım daraltılması faaliyetinin en önemli adımlarından biri de, dar anlamdaki siyasetin içinde olmayanların, yani siyasetçi olmayanların, siyaseti etkilemek amacıyla giriştikleri eylemlerin şeytanlaştırılması oldu.
Bu sürecin ivme kazanıp mesela Cumartesi Anneleri’nin haftada bir gün sessizce oturmalarından bile rahatsız olma noktasına varması, Gezi olaylarına karşı verilen tepkiyle başladı.
Gezi direnişi, kendi ahlaki doğrusunu, toplumsal tahayyülünü ve gündelik yaşam tercihini başkalarına zorla benimsetmek istiyormuş algısını yaratacak kadar çok tekrarlayan ve bunu da son derece nobran, itici, dışlayıcı bir dille yapan Başbakan Erdoğan'a yönelik çok güçlü bir çığlıktı. İktidar ve iliştirilmiş aydınları bu tür hak, özgürlük, adalet ve haysiyet temelli çığlıklar bir daha atılamasın diye Gezi’ye bambaşka bir elbise giydirmeye giriştiler ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldular.
Sonrası da geldi. İktidardan mesajı alan organik aydınlar ve medya zamanla, sadece ekonomik sıkıntı gerekçesiyle düzenlenen protesto eylemlerini “meşru” ve “anlamlı” bulur hale geldiler, o da bin bir rezervle. Mesela “üst akıl” rezervi: Görünüşte ekonomik saiklerle iktidarı protestoya girişen kitleler, farkında olmadan “üst akıl”ın oyununa geliyor olabilirlerdi. İşte o zaman o eylem de meşruiyetini ve anlamını kaybederdi.
Kürt siyasetinin şeytanlaştırılması
Siyasetin şeytanlaştırılıp alanının daraltılması faaliyetinin önemli yapı taşlarından biri de Kürt siyasetinin külliyen şeytanlaştırılması oldu.
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) PKK’dan hiçbir özerkliğinin bulunmadığı iddiasıyla başlatılan süreç, çok sayıda HDP yöneticisinin cezaevlerine konmasıyla sürdürüldü.
HDP ile bırakın ittifak yapmayı, HDP’li yöneticilerle konuşmak bile “hain” ilan edilmek için yetmeye başladı. Ülkenin ana muhalefet partisinin başkanı, önemli bir HDP yöneticisiyle oturup konuştuğunu gizlemek zorunda kaldı.
İktidar tarafından şimdilik sadece “hainlerle işbirliği” yapmakla suçlanan öbür partilerin bu türden temasları gizli kapaklı sürdürmeleri ilkesel açıdan yanlış olsa bile pragmatik açıdan ne yazık ki doğruydu. Çünkü iktidar, altı milyon insanın oy verdiği bir partiyi taraftarlarının gözünde “hain” kılabilmeyi becermişti ve dolayısıyla o partiyle temas edenlere de hiç iyi gözle bakılmıyordu.
Seçim ne demiş oldu?
Bu döküm bize şunu söylüyor: AK Parti iktidarının otoriter döneminin “başarı”larından biri de siyaset alanını yeniden tarif edip, bunu destekçilerine de kabul ettirebilmesi oldu. Bu kesim günümüzde artık siyaseti iktidarın yapıp ettiklerinden, moda deyişle “icraat”tan ibaret bir şeymiş gibi algılıyor ve muhalefeti bu anlamdaki “siyaset”in düşmanı sayıyor. Bu algı değişecek mi, yoksa tam tersine derinleşip kökleşecek mi?
Kanaatimce siz bu yazıyı okurken artık sonuçları belli olmuş olan seçim, birçok kritik sorunun yanı sıra bu sorunun da cevabını vermiş olacak.
Ben bu yazıyı sonuçları görmeden, sadece kafamdaki bir soruyu sizlerle paylaşmak için yazdım.
Perşembe günkü yazımda seçim sonuçlarının bu soru açısıdan anlamını irdelemeye çalışacağım.