Türkiye’nin 911 kilometre kara sınırı bulunan Suriye, içinde bulunduğu savaş ortamı ve Suriye’den gelen 3,6 milyon sığınmacı ile gündemin en önemli konu başlıklarından. 2011’de başlayan Arap Baharı’nın Suriye’deki yansıması diğer ülkelerden çok daha kanlı ve uzun oldu. Ülkedeki krizin en büyük maliyetini ödeyenlerin başında ise Suriyelilerden sonra Türkiye geliyor.
40 yıla yakın meslek hayatının büyük bölümünde Şam’da ya da Ankara’da Suriye dosyası ile ilgilenen emekli büyükelçi Ömer Önhon, hatıralarını “Büyükelçinin Gözünden Suriye” başlığı ile yayımladı. Siyasi çevrelerde ve toplumda kesin önyargıların hâkim olduğu bir süreci en yakından gözleyen Önhon anılarında, bir dönem yaşananlara neredeyse gün gün ilerleyen bir anlatı ile ışık tutuyor. Suriye’de yaşananları, Türkiye’nin Suriye politikasını, alternatif adımları, Suriyeli sığınmacıları Türkiye’nin son Şam büyükelçisi Ömer Önhon ile konuştuk.
Meslek hayatınızın başından en son gününe kadar aralıklarla da olsa neredeyse hep Suriye ile ilgilendiniz. En son Şam sefaretimizi kapatan büyükelçi de siz oldunuz. Suriye sizin için ne anlam ifade ediyor? Kitapta anlattıklarınıza bakıldığında ülke ile aranızda bir diplomatın yabancı bir ülkede yaşadıklarının ötesine geçen bir yakınlık var.
Suriye benim için hayatımın önemli bir parçası haline geldi. O dönem müsteşar ve büyükelçi olarak görev yaptım, birçok kez gittim geldim. Görevlerimin hepsinde Suriye mesaimin önemli bir parçası idi.
Suriye’ye sadece dosya olarak bakmadım, o ülkeyi gezdim, gördüm, tanıdım, çok sayıda arkadaşlarım oldu. Çok fazla arkadaşlıklar kurdum hala da görüştüklerim var. Suriye’yi iyi tanıdığımı düşünüyorum. Suriye’yi hakikaten sevdim ve benimsedim. Bizden bir yer olarak gördüm Suriye’yi. İstanbul’da, Bursa’da, Edirne’de, İzmit’te birkaç yerde daha vardır Osmanlı eserleri. Halep’te kendimi hakikaten 19. yüzyılda Osmanlı son dönemlerinde gibi hissettim. Yemeğinden mekanlarına kadar her şeyiyle o kadar bizdendi ki, yabancı bir ülke olarak görmedim. O gözle baktım. Bir dosya olarak bakmadım hiçbir zaman.
“Büyükelçinin Gözünden Suriye” kitabınızda 2011’den itibaren bugüne adım adım nasıl gelindiğini neredeyse gün gün anlatıyorsunuz. Not mu aldınız nasıl şekillendi, gün gün anlatıyorsunuz, saat saat toplantıları veriyorsunuz. Notlar üzerinden mi çıktı kitap?
Ben bu işe bir kitap yazacağım diye çıkmadım açıkçası. Not aldım, hakikaten önemli olayların yaşandığı bir dönem. Bütün önemli olayların yaşandığı dönemlerde görev aldım Suriye’de. Hatırlamak gerekirse 1998 Ağustos’ta gittim oraya. Gittikten hemen 1-2 ay sonra Öcalan krizi baş gösterdi. Savaşın eşiğine geldik. İlişkilerin ortada bir yerde buluşması döneminde görev yaptım. Hafız Esad öldüğünde oradaydım. Hatta maslahatgüzar idim, büyükelçi de yoktu.
Ondan sonra ilişkilerin en iyi döneminde gittim. Sonra ilişkilerin en kötü döneminde de oradaydım. Her döneminde orada olduğum için bunları not almışım demek ki, kitap yazmak için almadım hakikaten. Bir de cep takvimi kullanırım. Randevularımı falan kaydederim ben. Falanca saatte kimle görüştüm, yazarım. Bunları da atmadım sakladım tabii.
Bir de Suriye sorunu devam eden bir olay. Ben bu olayın devam edeceğini gördüm. İnsan tabii bunu da görünce daha da dikkatli şekilde takip ediyor. Ondan sonra bir noktada bu tuttuğum küçük notları, takvimlendirme yaptığım hususları alt alta yazmaya başladım. Böyle bir dosya çıktı ortaya. Bunu zamanı geldiğinde kitaplaştırırım diye düşünmeye başladım, birkaç sene evvel. İspanya’da iken boş vaktim olunca arada çalıştım öyle.
Ankara’ya geldikten sonra şunu gördüm, bir olay çok uzun sürünce insan özellikle başlarda yaşananları unutabiliyor. Özellikle Suriye gibi çok fazla değişken ve parametrelerin olduğu, zeminin çok değiştiği bir olayla ilgili olarak insan nasıl başladığını unutabiliyor. Bir hatırlatayım olayı istedim. Neler yaşandı, neler oldu ve dolayısıyla benim gözümden değerlendirmelerimi kitap haline getirdim. Emekli olmadan önce karar vermiştim, kitabı yayınlayacaktım, emekli olduktan sonra 4-5 ay çalışıp son şeklini verdim.
Adından da anlaşılacağı gibi benim gözümden olanlar. Benim meslek hayatımın çok önemli bölümünde Suriye konusu baktığım konulardan biriydi, görev yaptım orada tabi ama ‘her şeyi ben biliyorum, her şeyi gördüm’ demem mümkün değil. Kimsenin görmesi bilmesi mümkün değil. Benim görmediklerim de vardır elbette onu bilemem ben. Yazdıklarım benim şahitlik ettiklerim ve benim değerlendirmelerim.
OLAYLARIN BAŞINDA SURİYE YÖNETİMİ SİLAHSIZ İNSANLARIN ÜZERİNE ATEŞ AÇTI
Kitaptaki en güncel konu Arap Baharı. Arap Baharı’nın Suriye Devrimi başladığında, içinde çalkantılar olsa da, belli bazı trendler var. Başta halk tam olarak nereye varacağını bilemeden sokaklara çıkıyor. İlk tepkiler doğrudan rejime değil bürokratlara dönük ve dağınık. Daha sonra daha organize ve doğrudan Esad rejimi hedef alınıyor. Özellikle Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ile rejim büyük oranda kontrolü kaybediyor. Hatta Esad düşecek beklentileri oluşuyor. Sonra rejim dengeyi sağlıyor. Muhalefet dağılıyor. IŞİD ve PYD, Rusya, İran denkleme giriyor. Bu süreci siz kabaca nasıl özetliyorsunuz?
Aslında siz gayet güzel özetlediniz. Tunus’ta olaylar başladığında liderlerin teker teker yıkıldığını görünce doğal olarak yapılan varsayım Suriye’de de olaylar başlayınca Esad’ın gideceği idi. Herkes teker teker gidiyordu. Suriye’de ilk başta böyle olaylar Dara’da çocukların duvarlara yazı yazmaları ile başladı. Ondan sonra mülkiye amirlerinin, muhaberat elemanlarının tecrübeli devlet adamı gibi değil de başka şekilde tepki vermeleri olayları çığırından çıkarttı.
Bu benim yorumum değil sadece. Bunu Esad’ın baş danışmanı olan Buseyna Şaban da söylemişti. Daha sonra karşılaştığım rejimden uzaklaşan, tarafsız olan, muhalefete de katılmayan en üst düzeyde yetkililer de söyledi. Dara’da vali ile muhaberat başkanının olaya yaklaşımı olayları ateşledi. Ateşin üstüne benzin döktüler. Şimdi olaylar başladı ve hakikaten ilk başlarda halk daha ziyade, birtakım ekonomik sorunlar vardı buna tepki gösteriyordu.
İlk başta sokağa çıkan insanlar “yolsuzluğa hayır, ekonomik eşitlik, daha fazla özgürlük” diye çıktılar. Kimse Esad devrilsin diye çıkmadı. Fakat güvenlik güçleri o kadar sert tepki verdiler ki doğrudan silahsız insana ateş açtılar. ‘Yok canım öyle olmadı…’ diyenler var. Hayır oldu, ben bunu gördüm. Silahsızlara ateş açıldı. İnsanlar bir süre sonra taş atmakla cevap verdiler, bir süre sonra onlar da silah kullanmaya ve askere ateş etmeye başladılar.
Suriye ordusu içinde halka veya göstericilere silah sıkmayı, şiddet kullanmayı reddedenler de oldu. Dolayısıyla ordudan kopmalar da olmaya başladı. Özgür Suriye Ordusu’nu oluşturdular. İş zaten ondan sonra çatışmaya döndü.
Şimdi bu silahlar nereden geldi? Dünyanın neresine giderseniz gidin silah bir şekilde ortaya çıkabiliyor. Burada tabii kötü olan, en kötü olan şuydu; silahlı aşamaya geçilmesi Esad’ın işine geldi. Niye? Silahsız insanlara ateş ediyorsunuz diye itham ediliyorlardı. “Bakın bizim silah attıklarımız masum değildir, bize ateş ediyorlar, terörist bunlar. Bizim güvenlik güçlerimiz de bizleri savunuyorlar” deme şansı yaratıldı. Birincisi bu.
Sonra sahneye radikaller girdi. Yani Irak’tan El-Kaide Suriye’ye geçti, organize olmaya başladılar. El Nusra oluşturuldu, IŞİD oluşturuldu. Bunun ötesinde diğer ülkeler işe dahil olmaya başladılar. İran ilk günden işe dahil oldu. İran sahaya girdi. Rusya önceleri siyasi olarak Suriye’nin koruma kalkanı görevini üstlendi. BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye aleyhine alınmak istenen kararların hepsini bloke etti. Ufak ufak askeri alanda da yardımlar oluyordu. Rusya’nın tam olarak sahaya inmesi, 2015 sonunda oldu. Rusya bütün gücüyle sahaya inince ortam bir anda değişiverdi. Bir tarafta Esad yönetimini şu veya bu nedenle destekleyen ülkelerin, İran ve Rusya’nın kararlılığı, öbür tarafta da muhaliflere destek olan ülkelerin kararsızlığı, çekingenliği ve kendi aralarındaki çekişmeler ve ihtilaflar vardı. Bu da aslında iki tarafın aldığı desteğin sahaya yansıması bakımından önemliydi. Muhaliflerin aldığı destek son derece zayıf kaldı, öbürlerinin desteği güçlü.
İki şey söylemek istiyorum. Radikaller sahaya girdiler. ‘İslam devleti kuruldu’, kafa kesmeler, enseye sıkarak infazlar, görüntülerinin dünyaya yayılması, Avrupa’dan ve diğer yerlerden çok sayıda insanın aileleriyle birlikte hilafet devletine akın etmesi. Bunlar bir anda dünyanın dikkatlerini başka yöne çevirdi. Bir yanda şehirler rejim tarafından bombalanıyor, insanlar ölüyor, pazar yerleri hedef, herkes hedef, okul hastane ve bilinçli strateji çerçevesinde hedef alınıyor. Bunlara hiç rağbet eden olmadı. Herkes radikallere odaklandı. Bu ortamda Esad ve müttefikleri de işlerini rahat rahat gördüler.
İkinci önemli unsur da ben hep bunu söylüyorum, alınan alınsın, Rusya’nın askeri doktrinidir. Rusya’nın kafasında eskiden beri sivil ölümler falan yoktur. 19. yüzyıl Kafkasya’sında da böyle, 20. yüzyıl Çeçenistan olaylarında da böyle. Rusya girdiği zaman sivil, sivil olmayan ne varsa herkesi hedef alıyor. Bunu Suriye’de de uyguladılar, halkın üzerinde ciddi bir yılgınlık yarattılar.
Aslında kırılma noktası neresi diyecektim, ifade ettiniz. Öyle bir noktaya geldi ki, Esad’ın gideceği algısı vardı. Rusya devreye girmese Esad gitmiş olabilir miydi? Obama’nın Esad’ın kimyasal silah kullanmasına sessiz kalması bir kırılma noktası olabilir mi? Muhalefetin ve onları destekleyen ülkelerin bölünmüşlüğü mü? Kırılma noktası tarif etseniz neyi söylersiniz?
İkincisi; uluslararası camianın ikircikli davranmasıdır. Yani hem muhaliflere destek verip hem de ortada bıraktılar. Amerikan yönetimi, Başkan Obama kırmızı çizgi ilan etti, kimyasal silah kullanılırsa ağır yanıt veririz dedi. Şimdi bu demecin kendisi de sağlıklı değil. Sanki; ‘tankla topla bıçakla öldür ama kimyasal silaha gelince o olmaz’ diyor. Dedikodu, propaganda falan değil rejim ciddi ciddi kimyasal silah kullandı. Yani Obama’nın kırmızı çizgisi fazlasıyla aşıldı. Tepki de gelmedi.
Rusların da araya girmesi ile Suriye’nin elindeki kimyasal silah stokuna el konuldu, imha edildi ama Suriye bir yaptırıma tabi tutulmadı. Bu Suriye rejimini cesaretlendirdi. Kimyasal silah kullandık bir şey yapmadılar ‘ne yaparsak yapalım bir şey yapmazlar’ dediler. Daha gaddar şekilde kampanyalarını sürdürdüler.
Rami Mahluf bu olayların başladığı zaman bir açıklama yaptı ABD gazetesine. ‘Bizim bu yönetimi bırakmamız söz konusu değil’ dedi. ‘Biz yönetimimizi savunacağız. Bunun için 1-2 milyon Suriyelinin ölmesi gerekiyorsa da ölürler’ dedi. Ondan sonra rejim savaş yöntemini tercih etti. Aslında çok kötü durumdaydı rejim. Para kalmamıştı hiçbir şeyi yoktu. ‘Gitti, gidecek’ gibiydi. Rusya ve İran yardımları daha da artırdı ve rejimi orada tuttular. Ondan sonra zaten o kırılma noktaları ile olay farklı boyuta taşındı.
SURİYELİLERİ ALMAMAK OLMAZDI AMA ‘KAPIMIZ HERKESE AÇIK’ DEMEK İLERİ OLDU
Türkiye’nin Suriye politikası, bugün sığınmacıların varlığı üzerinden de sürekli eleştiriliyor. Siz sürecin içinde idiniz. Türkiye’nin politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz, eksiği gediği fazlası, elinde olanlar ve olmayanlar… Neyi farklı yapabilirdi?
Bu kadar çok farklı dinamik ve aktörün bulunduğu şartlar hiçbir şekilde statik değil dinamik. Bir politika tutturup onunla devam etmek mümkün değildir. Bizim oradaki görevimiz gözlem, bilgi toplama, değerlendirme ve Ankara’yı besleme idi. Biz bu görevi fazlasıyla yaptık. Tek kaynak biz miydik, değildik. Komşu ülkede elçilik esas gözdür ama birçok böyle ülkelerde birçok kaynak vardır. Buralardan giden bilgiler birleştirilir ve sonuçta siyasi otorite ve irade karar alır ve uygulanır. Birincisi bu.
İkincisi; ilk olaylar başladığı zaman, bugün 2011’e bakınca, 2013, 2011 ile farklı; 2015, 2013 ile farklı. Yani o kadar çok değişe değişe geldi ki, sabit bir politika vardı ve onu uyguladık demek mümkün değil. Politikayı uyarlamak gerekiyordu ve uyarlandı. Şimdi deniliyor ki, Suriye işine hiç karışmasaydı Türkiye, tarafsız kalsaydı… Bu bir görüştür tabii ama bana göre doğru ve gerçekçi görüş değil. Neden? Biz ilk 6 ay boyunca rejime şunu söyledik, ‘burada bir yangın çıkmak üzere’, kendimizi korumamız lazım, kapı önünde yangın başlıyor, ne yaparsın kapıyı mı kapatırsın? Yangın sönmez sana da sıçrar, yangını söndürmek için ne yapabiliriz bunun peşinde koştuk.
Hama’ya kadar, Ağustos ayına kadar da epey bir gayret gösterdik. Baktık ki, Esad yönetiminin yetki paylaşma, reform yapma, olayları yatıştırma gibi bir niyeti yok. Vurup parçalama peşindeler. Türkiye de siyasi tercihini kullandı, “bu yönetimin yanında duramam” dedi ve kendini çekti.
İkincisi, muhaliflerle bu kadar iç içe olmak zorunda mıydık? Ortada bir sorun varsa o sorun bir tek kişinin kendisiyle müzakere edilmesiyle çözülmez. Sorunun iki tarafı vardı. Bir tarafı Esad, bir tarafı Esad’a karşı olanlar. Karşı olan insanların 50 tane grup halinde mi çıkmaları doğru yoksa birleşip beraber bir araya gelip masaya oturup müzakere mi doğru. İkincisi tabii. Biz de bunu teşvik ettik. Bunu teşvik etmemizden dolayı 1. ve 2. Cenevre görüşmeleri yapıldı. Viyana’ya kadar uzanan süreç oldu. Bugün olası siyasi çözümün parametrelerini barındıran BMGK’nın 2254 sayılı kararı kabul edildi. Bu kararı uygulayacak siyasi irade yok.
Üçüncüsü; hatalar yapılmış mıdır? Mutlaka yapılmıştır. Büyük olaylarda hata yapmayan ülke olabilir mi? Mutlaka olmuştur bizim de. Mesela sığınmacılar konusunda, sığınmacılara kapı kapatamazdık. Elbette onları topraklara kabul etmek, komşuluk gereğidir. Sınırın öte tarafında güvenlikli bölge kurmak, sığınmacıları burada tutmak için epey girişim yaptık. BM’de diğer ülkeler ile yaptık. Ama bu olmadı. Olmayınca da gelenler topraklarımız içine girdiler. Bunu engelleyemezdik. “Hayır almıyoruz” desek bütün dünya başımıza yıkılacak, bir de insani bir şey bu. Doğru olmayan şey neydi dersen, ‘kapımız herkese açıktır’ gibi siyasi söylemler bana göre azıcık daha farklı noktaya taşıdı bunu. Evet insani bir şey yaptığımızın ifadesi olarak söyledik ama o söylemler fazlaydı.
Bu gelen insanlar geçici olarak buraya geldiler. Geçici demek geçici demektir. Şartlar iyileşince geri dönmeleri gerekir. Burada geçiciler. Geçenlerde birisi dedi ki, ‘onlar giderse ekonomi çöker’ dedi. Nasıl bir şey bu? Şartlar iyileşince geri gidecekler.
Hep eleştirilir, “Türkiye belli gruplara mı destek veriyor” diye. Orada herkes belli gruba destek veriyor zaten. Türkiye de Özgür Suriye Ordusu’nu desteklediğini söyledi zaten. Muhaliflerin yapısını da destekledi. Desteğin amacı da bu gruplar bir araya gelsin, BM 2254 kararına göre çözüm bulunsun idi. Harekât bölgeleri de bunlarla beraber idare ediliyor. ÖSO Türkiye ile birlikte hareket ediyor. YPG, PKK, IŞİD onlara da tehdit bize de tehdit.
Müslüman Kardeşler’in hep adı geçiyor, böyle bir eğilim oldu Türkiye’den. Hissi yakınlıkları vardır onlarla, olmuştur, doğru mu; bana göre değil. Suriye’de bir etnik ve mezhep ayrımı yapmadan bütün Suriyelilerin yanındayız. Biz bütün olarak bakıyoruz. Türkiye’nin de yapısı belli işte, bazı gruplara yakınlık duyuyor mudur, duyuyordur. Ona da söyleyecek bir şey yok.
SURİYE’Yİ BU HALE TÜRKİYE GETİRDİ DEMEK BİLİNÇLİ BİR SAPTIRMA
“Suriye’de her şey yolundaydı da Türkiye burayı yangın yeri haline getirdi” söylemi ile bütün sorumluluğu Türkiye’de görenler de var.
Söz konusu değil. Türkiye’nin şu politikası yanlıştı böyle değil şöyle yapılırdı filan denebilir, eleştirirsiniz ama Suriye’deki olayları Türkiye çıkardı demek bana göre hiçbir şekilde doğru değil ve son derece haksız. Politikayı eleştirebilirsiniz. Olayları Türkiye başlattı demek yanlış. Türkiye kendisine bu kadar sıçrayacak bir olayı başlatır mı, Türkiye 5-10 sene evvel kurulan bir ülke, bir devlet değil. Binlerce yıl önceye giden devlet tecrübemiz var. Suriye komşumuz. Gayet iyi tanıyoruz. Olayların bize ne şekilde döneceğini kestiremeyecek kadar tecrübesiz mi bu devlet. Bize de sıçradı. Milyonlarca sığınmacı geldi, terör örgütlerinin hedefi olduk. Yüzlerce vatandaşımız öldürüldü. Sınırın öte yanında IŞİD ile komşu olduk. PKK ile komşu olduk. İster miydik bunların olmasını, istemezdik elbette. Türkiye yaptı demek bilinçli saptırma ve kolaya kaçmak diye düşünüyorum.
BEŞAR ESAD SURİYE’Yİ YENİDEN KURACAK AKTÖR OLAMAZ
İleriye dönük bakarsak, mültecilerin dönmesi için gerekli şartlar neler? “Beşar Esad ile konuşuruz, garanti alırız dönerler” deniyor. Bu mümkün mü? Esad ile konuşarak çıkış yolu bulunur mu?
Bu sorunun da birkaç başlığı var, bir tanesi şu; ülke dışında 5,6 milyon Suriyeli var. 3,6’sı Türkiye’de. 5,5 milyondan fazla Suriyelinin büyük bir çoğunluğu, yüzde 90-95’i ya muhalif ya da muhalefete yakın duran insanlar. Esad’dan hazzetmeyenler. Esad bunların dönmesini istemez.
İkincisi, Suriye şu anda ekonomik bakımdan bitik bir ülke. İnsanların zar zor karnı doyuyor. İnsanların yüzde 60’ı açlık, yüzde 90’ı da fakirlik sınırında. Bütün sığınmacılar geri gelse 5 milyon daha beslenmesi gereken insan olacak. Esad ister mi, istemez.
Üçüncüsü; şu anda Suriye’de ciddi bir demografik yapı değişimi var. Bir tarafta Kürtler bir tarafta da Şiiler yerleşiyorlar birçok yere. Savaş sırasında Esad yanında çarpışmış olan Iraklı Şiiler, Afgan Şiiler, Pakistanlı Şiiler giden sığınmacıların boşalttıkları yerlere yerleşiyorlar. Esad bundan bir süre önce kanun çıkardı. Kanun diyor ki; savaşta boşaltılmış veya tahrip olmuş binaların yıkılarak yeniden yapılması, imara açılması ve yerlerine yeni yerler yapılması. Gayet güzel bir fikir olarak görünüyor ama orada bir şey var, diyor ki; ‘binanın sahibi eğer 1 ay içinde başvurmazsa o bina devletleştiriliyor başka birilerine veriliyor. Yurtdışındaki sığınmacının bu bina benim diyecek hali yok. Bir de terör yasası var. Kaçan insanların mallarına, mülklerine el konuluyor. Mültecilerin geri dönmesi için Suriye’de durum bu. Meselenin çözümü kaynakta. Kaynak da Suriye.
Sığınmacının geri dönmesi için öldürülmeyeceğinden ve tutuklanmayacağından emin olması lazım. Döndüğü zaman bir aş ve iş olması lazım. Başının üstünde bir çatı bulacağını bilmesi lazım. Minimum da olsa sağlık koşulları iyi olması lazım. Döner mi dönmez. Bunların hiçbiri yok çünkü. Kendimizi onların yerine koyalım. Ankara’ya gelmişsin iyi kötü bir evde oturuyorsun, iyi kötü bir işin var, kimse seni öldürmek peşinde değil. Böyle ortamdan Suriye ortamına döner misin, dönmezsin.
Geri gönderelim deniyor. Zorla göndermek zor tabii, belli uluslararası yükümlülüklerimiz de var tabii. Gönüllülük temelli dönüş olması lazım ama bizim ‘hadi gidin’ demesek bile, buradaki kalmalarının geçici olduğunu 3,6 milyon Suriyeliye net şekilde koymamız lazım. Şimdi sen tutup da; ‘ensar kültürümüz var’, ‘artık onlar da bu ülkenin parçası’ falan dersen adam kalacağı yoksa bile kalır. Bunlar geçici. Gider adam ülkesine, sonra aynı adama deriz ki Adana’da pamuk tarlasında ihtiyacımız var legal olarak gelir çalışır o başka.
Kaynakta çözmek için de ne lazım çözüm lazım. Bu iş silahla olmaz. Dara’da da yine ayaklanmalar başladı. BM gözetiminde siyasi çözüm gerekiyor. Bunun da parametreleri BMGK’nın 2254 kararında mevcut. Burada eksik olan siyasi irade. Uluslararası camianın burada yapması gereken BM öncülüğünde ve şemsiyesi altında siyasi çözümü zorlamak, sağlamak. Tarafları masaya oturtup, Suriye’yi kapsayacak, Cenevre’de yapılmaya çalışanı şimdi yapmak. Kolay bir şey mi bu? Çok zor bir şey. İdari yapılanma ne olacak? Kürtler orada, başka gruplar orada… Siyasi yapılanmayla ilgili bizim tercihlerimiz olabilir, Rusya veya İran’ın olacaktır… Buna nihai karar verecek olan da Suriyeliler. Bir unsuru diğeri üzerine tahakküm etmemek lazım.
Kürtler çıkıp da arkadaş ben konfederasyon uyguluyorum diyemez. Bütün unsurlar toplanır. Nasıl yöneteceğiz, federasyon mu, merkezi hükümet mi olsun, otonom yapılar mı bunlara Suriyeliler hep birlikte karar verecek. Önemli olan bütün tarafların bir araya gelip kararını alabilmeleri.
Başka unsur da orada yeniden imar gerekecek. 5 milyon civarında bina varmış 2011 yılında. Yüzde 50’si ya yıkıldı ya oturulamayacak halde. Bunlar yeniden yapılacak, alt yapı tahribata uğradı onlar yapılacak. Bunlar yapılacak ki sığınmacılar dönsün, Suriyeliler yerleşsin. Bir de ülkede on binlerce silahlı insan, yüzlerce de silahlı grup var. Bunların lağvedilmesi lazım. Merkezi gücün bir şekilde otoriteyi ihdas etmesi lazım. Güçlü merkezi idare de olsa tek bir ordu olacak. Herkes onun idaresinde toplanmalı, silahlar kaldırılmalı, yabancı milis güçleri ülkeden çıkmalı. Yabancı ülkeler de çıkmalı buna Türkiye de dahil tabii. Amerika, Rusya, İran vesaire kim varsa herkes çıkmalı.
Sonra Suriye devleti ile yapılacak ikili anlaşma ile üs bulundurursun o başka. Güvenli ortama dönüş sağlanmalı ama tabii çok zor.
Bütün bunları kim yapar? Muhalifiler gelsin rejim gitsin veya rejim yapsın. İki taraftan da insanlar olabilir. Ülke başında rejimden birisi de olabilir. Alevi, Sünni ne olursa olsun. Yeter ki ‘çok acı çektik toplanalım’ diye ülkeyi sakin sulara doğru yöneltecek birisi olsun. Esad bunu yapabilir mi? Benim şahsi görüşüm yapamaz. Kendi halkına karşı, bir bölümüne karşı kimyasal silah kullanmış bir adamın, bu derece yıkıma neden olmuş adamın bu süreci yönetecek kişi olduğunu düşünmüyorum ben doğrusu.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki varlığının gelecekte kurulacak bir masada etkisi ne olacak? Türkiye orada ne kadar ya da ne zamana kadar kalıcı? Rolü ne olabilir, öncelikleri ne olabilir? Türkiye ne elde ederse doğru çözüm olur?
Suriye için hedefimiz kalıcı barış ve istikrar. Klişe bir laf ama hakikaten öyle. Barış ve istikrar sağlanırsa ancak öyle kendimizi güvende hissederiz. Ondan sonra ekonomik, siyasi iş birliği. Önce güvenlik. Bunun sağlanabilmesi için de barış lazım.
Türkiye’nin çok büyük etkisi, rolü olabilir. Her şeyden evvel Suriye’yi iyi bilen bir ülke. Şu veya bu şekilde, 911 kilometre ortak sınırı olan komşu bir ülke. Bu ülkenin Suriye’de siyasi çözüm için katkısı çok olur. Hem yeniden imar olacağı zaman Türkiye’nin rolü çok olacaktır. Mesela bina inşa etmek için çimento lazım. Kanada’dan mı getireceksin?
AMERİKA BAŞARISIZLIK GÖLGESİ ALTINDA POLİTİKA ÜRETMEYE ÇALIŞIYOR
ABD ve Rusya anlaşması belirleyici olur mu? Çözüm olacaksa Esad’ı birilerinin zorlaması lazım, bu da Rusya. Diğer aktörleri masaya oturtan birileri olması lazım bu da ABD. ABD ile Rusya’nın mutabakata varması gibi bir imkân var mı?
Amerika ile Rusya arasında bir mutabakat hasıl olduğu söyleniyor zaten. Bu nasıl mutabakat bilemem. Amerika açısından nedir orada önemli olan şey? Oradan neşet edecek tehditlerin kendisine yönelmemesi, o da İslami radikalizm. İkincisi; İsrail’in güvenliği. İran ile ilişkilere ABD bu açıdan bakıyor.
İran ile ilişkileri kenara koyuyorum ama Amerika’nın ciddi bir handikabı var. Amerika başarısızlık gölgesi altında politika üretmeye çalışıyor. Vietnam’dan Irak’a kadar hep böyle. Büyük paralar harcanıyor. Büyük miktarlarda askeri birlik sevk ediliyor. Yerel ortaklar bulunuyor. Paralar harcandığı ile kalıyor. Amerikalılar ölüyor. İş birliği yapan yerel ortakların başları belaya giriyor, onlar nasıl taşınacak meselesi ortaya çıkıyor. En sonda da Afganistan’da görüyoruz. Sürekli aynı senaryo.
Amerika bir yerden çıktığı gün girdiği günden daha beter durumda oluyor. Böyle bir manzara var. Amerikalılar da bunun aslında farkında oldukları için temkinli hareket etmeye çalışıyor. Aman bu bataklığa saplanmayalım. Biden geçen gün bir şey anlatıyor; Afganistan ile ilgili. “Hayır helikopterle insanların alınıp kaçırılması sahnelerini yaşamayacağız, Irak’taki hataları yaşamayacağız” dedi. Sürekli bir travma var. Acaba Vietnam yaşanır mı diye. Obama’nın fazla müdahalede bulunmaması nedeni de bu travmaydı. Ruslar öyle değil. Ruslar girince travma falan yok, darmadağın ediyorlar. Travma hep karşı tarafta oluyor.
Amerikalılar Rusların mevcudiyetinden o kadar da rahatsız değiller gibi. Dengeyi koruyacak bir unsur var havasındalar. Yeter ki bizim orada fazla bulaşığımız olmasın, minimum varlıkla çıkarları korumaya çalışalım. Bir de tabii Amerikalıların burada yanlış bir yerel ortak ile çalışıyor olmaları çok ciddi bir sıkıntı. Yanı başlarında NATO müttefiki bir ülke dururken, bu ülke de ‘sizinle çalışmaya hazırız’ diye açık çek vermişken, Amerikalıların buna rağbet etmeyip o müttefikin hasmı olan örgütün devamı niteliğindeki yapılanmayla iş tutmaları izahı yok.
Neden bunun sebebi sizce? Türkiye’nin güçlenmesini istememek mi, başka aktörleri Türkiye’ye karşı güçlü kılmak mı? Onları daha güvenilir görmek mi? Türkiye’nin Rakka’ya kadar gitmeyeceğini düşünmeleri mi, nedir sebep?
Bunun çeşitli nedenleri olabilir, uzun uzun konuşmak gerekebilir. Özetle ben şunu söylemek istiyorum. Birçoğunun olabilecek sebeplerini söylediniz ama güven unsurunda karşılıklı aşınma oldu. Güven unsuru kalkınca her iki taraf da başkaları ile bir şey yapabilir miyim yoluna gitti. Bugün Türkiye’nin Rusya ile iş birliği yoluna girmesi, Amerikalıların YPG’yi kendilerine yerel ortak seçmeleri bence önemli ölçüde güven unsuruna bağlı. Bir yerde o güven çizgisinde incelme, kopma oldu demeyeceğim ama, büyük ölçüde bir incelme oldu. Ondan dolayı taraflar kendilerine başka paydaş arayışına girdiler gibi izlenim var. Bu genel çerçeve. Altını başka başlıklarla doldurmak da mümkün tabii.
PYD, AMERİKA’NIN DESTEĞİ İLE SİLAHI ELİNE ALIP BURASI BENİM DİYEMEZ
Siz Salih Müslim ile Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcısı olarak görüştünüz. PYD’nin Suriye’deki varlığı ne kadar kalıcı? Ya da Türkiye ve Suriye’deki diğer dinamikler PYD’nin etkisini ne kadar sınırlayabilir? PYD’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Suriye içindeki PYD varlığı ile Türkiye’nin ilişki kurması ne kadar mümkün?
Şimdi her ülkenin kendine has şartları vardır. Türkiye’nin de farklı unsurları var. Hepimizi birleştiren ortak unsur Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmamız. Bir insanın falanca köken veya başka köken olması değil. Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı olup olmadığı. Ortak ögenin o olduğunu düşünüyorum. Kimsenin etnik mezhepsel aidiyeti belirleyici değil.
Şimdi Suriye’de de aynı şekilde bakarsak PYD veya başka parti, Suriyelilik temelinde hareket ettiği sürece, ulusal birlik dahilinde hareket ettiği sürece bir sorun olmaması gerektiğini düşünüyorum. Sınırın o tarafı ile bu tarafı akraba zaten. Amca oğlu teyze kızı. Hiç kimseye mesela biz oradaki insanlara Kürt oldukları için kızmıyoruz. Biz oradaki yapılanmaya buradaki terör örgütünün devamı olduğu için ve bölücü emeller peşinde koştuğu için kızıyoruz. YPG Suriye’de de gayet oportünist politika benimsedi. Bir taraftan muhaliflere ilk başta göz kırpar gibi yaptı, öbür taraftan da rejimle iş tuttu. Kendi bölgelerini oluşturdular. Önce anlaşma yoluyla oldu, Esad güçleri oradan çekilirken toprakları bunlara emanet etti. YPG orada örgütlendi, kendine bir alan yarattı. Devlet yapılanmasına doğru gittiler. Bunu biz doğru bulmuyoruz, Türkiye buna göz yummaz, yummaması da lazım zaten.
Röportajın tümü için:
________
Ömer Önhon
Kingston Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunudur. 1985 yılından itibaren Dışişleri Bakanlığında çeşitli görevler üstlenmiştir. 2002-2006 yıllarında New York Başkonsolosluğu, 2006-2007 yıllarında Ortadoğu Dairesi Başkanlığı, 2007-2009 yıllarında Ortadoğu Genel Müdür yardımcısı, 2009-2012 yıllarında Şam Büyükelçisi olmuştur. 2012 yılında Suriye’deki iç savaş nedeniyle Türkiye ile ilişkilerin gerginleşmesi üzerine merkeze çekilmiş, aynı yılın sonunda Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcılığı görevine getirilmiştir. 14 Ağustos 2014 tarihinde İspanya Büyükelçiliğine atanmıştır. 2019-2021 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik İşleri Genel Müdürü olarak görev yapmıştır. 19 Nisan 2020 tarihi itibarıyla kendi isteği ile emekli olmuştur.