Yıpranmış kitapları seviyorum.
Satın aldığım ilk kitaplar, birkaç roman, birkaç hikaye kitabı, 1983 yılından. İlk sayfasına tarih atmışım, adımı yazmışım, bir de “İzmir 1. Kitap Fuarı” ibaresini eklemişim. O zamanlardaki hâlimi bana çok iyi hatırlatan bir şey daha yapmışım: Kalın bir naylonla kaplamışım bu kitapları. Aklımda belli ki, onları yıpratmamak var.
O günlerde ne bulursak okurduk. Çoğumuzun evlerinde çok kitap bulunmazdı. Kitaplar habire el değiştirirdi. Ne kadar dikkat edersek edelim, yavaş yavaş eskime izleri oluşurdu.
Sonraki yıllarda, yani üniversite yıllarına doğru, okuduğumuz kitaplara bakıyorum. Kitapların üstüne bir şeyler yazma âdeti başlamış olmalı ki, hemen hemen tüm boşlukları yakın arkadaşlarımızla birbirimize yazdığımız sevgi dolu notlarla, kimi zaman eğlenceli zırvalıklarla ya da sevdiğimiz şairlerin içli şiirleriyle doldurmuşuz.
O yıpranmış, içine çokça şey yazılmış çizilmiş kitapları çok sevdiğimi beş on yıl sonra iyice fark ettim. O gün bugündür de, kitaplarımı temiz tutmaya çalışmıyorum.
Kitabı aldığım tarihi ve o tarihte yaşadığım yerin adını mutlaka yazıyorum, ama bunlarla kalmıyor. Özellikle son birkaç yıldır, aklıma gelen her türlü notu alıyorum kitabın sayfalarında bulabildiğim boşluklara. Satırların altını, bazen ifrâta kaçarak çiziyorum. Kitapların bu hâli hoşuma gidiyor. Okuduğu birçok metinden de, günlük hayattaki detaylardan da etkilenmeye açık biri olarak, bir süre sonra o dönemle ilgili birbirinin içine girmiş izler ile karşılaşmak hoşuma gidiyor. Biraz okuduğum kitaplar üzerinde günlük tutmak gibi bir şey…
Korona günlerinde de, okumak istediğim elimde olmayan kitapları bildiğimiz kitap sitelerinden ısmarlıyorum, biraz gecikerek de olsa kapıma kadar getiriyor genç ve yorgun kuryeler. Çok yorgunlar, belli ki salgın psikolojisi onları çok yıpratıyor. Kolay değil üç beş kuruşa günde 200 civarında kargo götürüyorlar evlere, bir de gittikleri kapılarda onlara salgın yayıyorlarmış gibi davranılıyor. Bugün bir kurye dert yandı, yerden göğe kadar haklıydı.
Kutuyu alıyorum, kapının önünde boşaltıyorum ve kapının önüne ertesi günü atmak üzere bırakıyorum. Sonra gidip ellerimi en az “yirmi saniye” yıkıyorum. Dönüp, dezenfektan ile ıslattığım kağıt mendillerle kitapları tek tek siliyorum. Fazla ıslatmamaya çalışıyorum ama doğal olarak, yepyeni kitapların karton kapaklarında hafif dalgalar oluşuyor. Bunun gereksiz olduğunu söyleyeceksiniz, haklısınız, ama hep birlikte değil miyiz bu gereksiz şeyleri de yapma konusunda?
Düşünüyorum da, şu günler geçip gittikten bir süre sonra bu kitapların dalgalı kapakları bana, yaşadığımız “evde kal” günlerini, anlamsız şekilde peyderpey gelen sokağa çıkma yasaklarını, kişisel veya ortak endişelerimizi, akşamları açıklanan ve bana feci şekilde “Açlık Oyunları”nı hatırlatan günlük ölüm sayılarını gördüğümüz zaman hissettiklerimizi çağrıştıracak. Günlük hayatta zarurî olanla keyfî olan arasındaki çizginin nasıl hızla belirginleştiğine şaşıracağım. İyimser olmaya çalışmakla fazlaca ihtiyatlı olma zorunluluğu arasında yaşadığımız gerilimi, öyle ya da böyle sağlıklı olabilme ayrıcalığı olanlar ile bunu kadere ya da matematiksel ihtimallere bırakmak zorunda kalanların arasındaki uçurumu hatırlayacağım.
İki gün önce Daniel Defoe’nun 1665 yılında Londra’daki büyük veba salgınını acayip detaylarla anlattığı “Veba Yılı Günlüğü” kitabını bitirdim.
Kapağı hafifçe dalgalanmış bu kitabın son sayfasındaki şu itinalı sözler ama daha çok da Oğuz Atay’ın kaleminden çıkmış gibi duran şiir, mealen de olsa, koronavirüs günlerinden sonra aklımda kalacak sanıyorum:
“Şimdi devamlı kusur bulduğum ve belki de haksız davrandığım düşünülmesin diye daha ileri gitmeyeceğim, çok kere bizzat tanık olduğum nankörlük ve sayısız kötülüklerin hangi sebeplerle tekrarlandığını burada tartışmak gibi tatsız işlere girişmeyeceğim. Bu felaket yılıyla ilgili hikâyemi kendi yazdığım ve fazla incelikli olmasa da içten bir dörtlükle bitireceğim, bunu yıl boyunca düzenli olarak tuttuğum notların sonuna eklemiştim:
Yıl altmış beş, Londra,
Dehşetengiz bir veba,
Yüz bin can oldu heba,
Bense hâlâ hayatta!”