Dananın kuyruğu bir değil iki yerden kopuyor.
İlki, yönteme ve siyaseti tanımlamaya ilişkin: Faile değil fiile göre davranma, kültürümüzde yeralmıyor, bunu siyasî kültürümüze sokma girişimleri de en hafifinden “rakibe mevzi kazandırma”, daha ağırı, “düşmanla işbirliği” olarak damgalanıyor. Siyasetin bizzat bu demek olduğunu tartışamıyoruz bile.
İkinci kopuş, siyasî alanda, içeriksel: Alaşağı edilmesini bazılarımızın sahici demokrasiye doğru adım atılabilmesi için olmazsa olmaz gördüğü “askerî vesayet”, bazılarımızın gözünde âdetâ kutsal. Maalesef Cumhuriyet’in yetiştirdiği, kendini modern, özellikle “çağdaş” sayan kesim, askerî vesayet düzeninde, sorun veya handikap görmek şöyle dursun, zaruret, kaçınılmazlık buluyordu. Hâlâ da buluyor. Üstelik, tek fiskede yıkılan hukuksuz yapının aslî sorumlusu değilmiş gibi, çok yakın tarihin kendisini doğruladığını düşünüyor. Bu yapayanlış gerçeklik kavrayışında ne yazık ki radikal solun ana akımı ona eşlik ediyor. “Laikçi teyzeler haklı çıktı” diye ortalıkta dolaşırken, isyanlardan, katliamlardan, pogromlardan, kitlesel işkence ve sürekli siyasî baskıdan, devlet sözkonusuysa teferruat olmaktan öteye gidememiş hukuk-yargı rejiminden azâde, Atatürk büstü kırarken yakayı ele vermiş mürteci karikatürlerinden meydana gelen resmî Cumhuriyet tarihini tasdik ettiğini ya fark etmiyor ya da bundan gocunmuyor.
Çarpık çurpuk adalet sistemi ve demokrasinin sınırlarını dilediğince daraltıp genişleten, yurttaşın yurttaş kimliğini ve iradesini hiçe sayan, darbe yaparak, hükümet yıkarak, seçilmiş siyasetçiyi asarak, paramiliter eğitim kampları kurup sivil silahlı güçler yetiştirip halkın bir kısmını öbürüne karşı savaşa hazır tutan, gençleri birbirine kırdırarak, siyasî cinayetleri, katliamları ardarda dizerek, yüz binlerce insana işkence yaparak, hukuku bütünüyle devlet zorunun buyruğundaki araç kılarak sürdürülen yönetimi “aydınlık”la, “bilim”le, “çağdaşlık”la özdeşleştirmek aslında imkânsız. Ama birileri, ülkenin kuruluşuna varan sürece dair efsanelerin üzerine gözalıcı bir anti-emperyalizm hâlesi yerleştirerek bunu mümkün kıldı. Bu hâle onyıllar boyunca milliyetçiliğin üzerini örttü, milliyetçi olmayan, devlete bir yerinden teğellenmemiş muhalif hareketlerin gelişmesinin önündeki en büyük engel haline geldi. Çünkü resmî anlatı birçok muhalifçe de paylaşılıyordu. (Tıpkı “gayrimüslim” nefreti gibi.) Buna karşı çıkmak, hele devlet-toplum ilişkisinin neredeyse üzerine bina edildiği temel -sözde- çelişkiyi tartışma konusu etmek, kimine göre “gericilerin”, kimine göre “bölücülerin” yapacağı iş sayıldı. Şu sözde çelişki, “ilerici-gerici” çatışması, söylerken bile insana bıkkınlık veriyor. Bizim temel çatışmamız bu değil; bu ülkedeki devlet-toplum ilişkisini şekillendiren temel çelişki bu değil. Aksine, şu son yıllarda görmek istemeyen göze bile sokularak ortaya serildiği üzre, o sözde temel çelişkinin çatışan taraflarının biraraya geldiği yerde, lafını etmeden paylaştığı ganimette esas sorun. Oraya gelip buluştuklarında başka birilerini dışlıyorlar ki, düzen bunun üzerine kurulu. Bir nevi rektifiye edilmiş Yenikapı Ruhu forever yani…
2010 halkoylamasında anayasa değişikliklerine evet demek “AKP’yi desteklemek”, o da “dinci-gerici” kamp lehine köstebeklik, hattâ cephe gerisinde sabotaj yapmak olarak sunulduğu için bu kadarı zorunluydu, ama tiyatronun temelinde köstebek gibi dolaşmayı burada keselim, sahneye, “YAE’ci hainler” oyununa dönelim.
Niye evet, niye hayır?
Bir halkoylamasında şu ya da bu oyu kullandığı için insan suç işlemiş olur mu? Aslında olmaz. Diyelim, ille de öyle sayılacak. Bunun için herhalde iki şart aramalıyız. Bir: Vahim sonuca yolaçacağını bile bile oyunu o yönde kullanmış olması. İki: Verdiği oyla sonucu değiştirebilmiş olması.
İlk soruyu cevaplayabilmek için, günahkârı cehenneme postalamadan evvel ahiret ilgililerinin dahi soracağını tahmin ettiğim cinsten bir başka soruyu sormalıyız: Yetmez Ama Evet diyenler niye dedi?
Yukarıda dokundum, azıcık açayım: Anayasa referandumunda, geçmesi halinde demokratik açılımlar getirebileceğine bazılarımızın inandığı maddeler vardı. Evet oyu vermenin esprisi bundan ibaretti. AKP destekçileri-seçmenleri dışında, burada evet oyu veren birçok insan açısından “AKP’ye destek” gibi bir niyet sözkonusu değildi. Seçilmiş hükümet, yurttaş iradesi, adalet, hukuk, güçler ayrılığı gibi kavramların daha bir ciddîye alınacağı ve Kürtlerin nihayet kendilerini eşit yurttaş hissetmelerini sağlayacak bir yönelimin ilk adımlarının atılacağı umudu vardı. Bunlar için de, kararlı şekilde ilerleneceği söylenen Avrupa Birliği yolu bir güvence gibi görünüyordu. Ayrıca 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşma vaadi vardı. Bu vaat ve niyetler desteklendi. Bugün suçlananların özel olarak tutup “AKP’yi destekleme”lerinin sebebi de anlamı da yoktu. (“Çıkar karşılığı yaptılar” iftirasına başvurulması, burada doğacak zaafiyeti gidermeyi hedefleyen önlemlerdendi.)
Hayır diyenlerin bir bölümü, referandumla gelecek değişiklikleri iktidar partisinin yargıyı ele geçirmede kullanacağını söylüyorlardı ki, haklı çıktılar. Ancak şu mâhût “yargıyı o sayede ele geçirdiler” tantanasının içyüzü, anlatıldığı gibi değil, ayrıca ibretlikti.
CHP değiştirtti, kimse hatırlamıyor
CHP gidip Anayasa Mahkemesi’ne başvurup değiştirtmeseydi, ilk taslağa göre HSYK seçimleri çok daha demokratik şekilde yapılabilecekti, listeler değil kişiler oylanabilecekti. Seçime listelerle gidilirse kendisinin kazanacağından emin olan Ulusalcı-devletçi, CHP’li kesim, mecburen karma yönetime yolaçacak bu yöntemi değiştirtti ve AKP ile o sıradaki müttefiği Fethullahçılar bu değişiklikle doğan fırsatın üstüne atlayıp her şeyin içine etti. Şu işe bakın ki, referandumdan sonra “yargının ele geçirilmesi” sürecinden bu değişikliğe yolaçan CHP’liler değil, “YAE’ciler” sorumlu tutuluyor!? Bu, yanlışlık veya rastlantı değil. “YAE” nefretinin pompalanışı hakkında düşünürken yol gösterici olgulardan.
Hatırlanması gerekenler: Hayır diyenlerin büyük kısmı, teklif AKP’den geldiği için bu tavrı takınıyordu. “Millî bağımsızlık”a halel getireceği gerekçesiyle AB üyeliğini istemeyenler de hayır diyordu. Anti-emperyalizm ve bağımsızlık kılıflarındaki milliyetçilik yüzünden, ülke içindeki baskıcı vesayet düzenini AB üyeliğiyle gelecek demokrasi açılımına yeğleyen -hiç beklenmedik kesimler arasında bile- çoktu. Sol, büyük çoğunluğuyla AB karşıtıydı. AKP, “emperyalistlerin” Ortadoğu’ya getirmeyi planladığı düzenin başlıca ajanı olarak görülüyor, Tayyip Erdoğan “Amerika’nın adamı” diye niteleniyordu. “Komünist” olma iddiasındaki siyaset ileri gelenleri, Türkiye’nin “emperyalist kuşatma tehdidi”yle yüzyüze bulunduğunu, birinci önceliğin “yurt savunması” olduğunu, bu acil gereklilik varken başka meselelere takılınmaması gerektiğini propaganda ediyorlardı. Böyle düşünmeyen bir solcu, Evet diyemez miydi?
Gezi İsyanı sırasında MHP’nin de içinde olduğu “demokrasi cephesi” fantezileri kuran sözde çağdaş muhalefet, o vakitler, AB için uyum yasaları çıkarılması ve “Kürt Açılımı” ihtimallerini, millî bağımsızlığımıza ihanet ve Güneydoğu’yu PKK’ye peşkeş çekmek olarak filan görüyor, demokrasi ve özellikle eşit yurttaşlık ihtimalinden tiksiniyordu. Hâlâ da tiksiniyor. “Demokrasi cephesi”nin çok daha ileri unsurları, Yargıtay başsavcısının, ardarda -doğru dürüst- seçim kazanan partiye karşı gazete kupürleriyle açtığı kapatma davasını desteklediler. Gazete kupürleriyle “irticaî faaliyetlerin odağı” ilan edilen AKP’nin kapatılmasını “hukukun üstünlüğü”nün icabı sayan ‘komünist” avukata rastlanabiliyordu.
Ne yazık ki, bunların üstünden atlayarak konuşamıyoruz mevzumuzu.
Siyasî olmayan ithamlar
“YAE’ci hainler yüzünden oldu” öyküsünün üzerine kurulduğu hükümlerden üçü, referandumda oylanan maddelerin siyasî içeriğiyle alâkalı değil:
1. Ne olursa olsun, teklifi önümüze AKP getirdiği için referandumda hayır demeliydiniz.
2. Demediyseniz bir planın parçasısınız ya da karşılığında çıkar elde ettiniz.
3. Siz evet dediğiniz için bütün bu felaket başımıza geldi.
Teker teker ele alalım.
Referandumda veya başka her yerde, ne neymiş bakmadan, “ne olursa olsun” alınacak tavra siyaset denmez. Ne neymiş bakıldığında da, asgarî demokrat bir insanın pekâlâ öyle ya da böyle oy vermesi mâkûldü. Zira, iktidara yürüyenler anti-demokratik tohumdan boy vermiş filizlerdi, ama demokrasi ve hukuk devleti için güvence olacak Avrupa Birliği üyeliğini hedeflediklerini söylüyorlardı ve bunun gereği olan yasal-idarî düzenlemelere girişmişlerdi. Öte yandaysa, “ABD-AB emperyalizmi”nin başımıza açacağı işlerden dem vurarak, ilk vazifenin “yurt savunması” olduğunu haykıran, -hayır, “vatan sözkonusuysa gerisi teferruattır” diyen JİTEM’ciler, faşistler değil- başkaları vardı. Bu kesim, “YAE’ci hainler” söyleminin başlıca sahiplerindendir. Demokratik dönüşüm için Yetmez Ama Evet tutumu bazılarımıza daha doğru gözüktü. Ancak belki tam tersi, “hayır, ama şöyle olursa evet deriz” gibi kampanyalar da düzenlenebilirdi. Ama bunun için, faile değil fiile bakma yaklaşımı, yani sahici siyaset gerekliydi ki, bizde bunun hiç olmadığı yer, tam da şu “YAE’ci hainler” yaygarasının sık sık toza dumana boğduğu daracık muhalif ortam.
“Çıkar karşılığı yaptınız” ve “sizin yüzünüzden oldu” meselelerini gelecek bölümde ele alalım.