[7-8 Mayıs 2020] Zor bir Bahar Dönemi oldu. Koronavirüs geldi çattı. Neyse ki bizim üniversite atik davrandı. Daha Türkiye’de ilk vakalar tek tük belirirken, “online” öğretime geçiş hazırlıkları başladı. Geçtik de, hemen hiç aksamaksızın. Tabii hiçbir şey sınıfta ve öğrencilerinizle yüzyüze olmanın yerini tutmuyor. Üzerine bir de 50 gündür toptan eve kapatılmanın sıkıntısı bindi. 19 Mart Perşembe öğleden sonra eve geldim… ve ertesi gün 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı ilân edilince bir daha çıkamadım. Sömestirin 6 haftası ve galiba 77 saati ekran kamerası karşısında geçti bu koşullarda (ki daha da 3 telâfi seansım var ikişer saatlik, bu hafta sonu yapacağım).
Dün ve bugün, iki lisans (birinci sınıf) dersimin son amfi konferanslarıydı. Birinde, mutlaka işlemek istediğim Bilimsel Devrim ve Aydınlanma konuları kalmıştı. Oralara Geç Ortaçağın ekonomik, siyasal, dinsel ve düşünsel krizinden geldim. 14. yüzyılda Papalığın Fransa krallarınca Avignon’a kaçırılıp yetmiş yıl rehin tutulması. Sonra Büyük Bölünme; iki, hattâ bir ara üç papa. (O zaman hangisine inanacağız?) Derken Protestanlar ve Katolikler arasındaki Din Savaşları. (Tanrı kimden, hangimizden yana?) Böyle böyle, önce geçmişin doğrularına güven zayıfladı. Bu, her türlü “mutlak doğru” karşısında şüpheciliğe, felsefede Skeptisizm diye bilinen tavrın yaygınlaşmasına dönüştü. Bu sırada Yeni Bilim sahneye çıktı. “Bildiğimizi nasıl biliyoruz?” sorusuna değişik bir yanıt getirdi. “Vahiy ve otorite yoluyla bilme”nin yanında, bir de “akıl, tecrübe ve deney yoluyla bilme” alternatifini sundu. Kopernik, Galile, Kepler, Descartes, Newton… sadece gezegenlerin hareketini açıklamakla ve Güneş Sistemini kurmakla kalmadılar. Aynı zamanda, önce bu probleme uygulanmış ve daha sonra giderek genişletilmiş şekliyle bilimsel yöntemi de yarattılar. Eski kesinlik, sarsıntı, bilinemezcilik derken, yeni bir kesinlik oluştu.
Fakat nereye kadar? İnsanlığın kusursuzluğa ilerleyişi diye bir şey yok. Bazı kapılar açılırken başka bazı kapılar kapanıyor. Her yeni gelişme hem yeni kavrayış ve olanakları, hem de kendi hatâ ve deformasyonlarını beraberinde getiriyor. Bilimsel Devrim için de böyle oldu. Bir yandan, muazzam kazanımlarla özdeşleşti. Diğer yandan, belirli bir bilim fetişizmini, bilimperestliği, tekdüzeleşmeyi, bilim ve teknoloji karşısında hayatın bütün diğer alanlarının ikinci-üçüncü plana itilmesini, etik değerlerden kopuşu, limitte bilimci bir ahlâküstücülüğü besledi. Kimileri bilimden, bilimsel ve eleştirel düşünebilmeyi değil, bilim ile sahte-bilimi ayırdetmeksizin belirli bir anda bilim adına sunulan herşeyi sorgusuz sualsiz benimseme ve ezberlemeyi anladı. Keza Aydınlanma, statükonun, kurulu düzenin, öncelikle Monarşinin ve Kilisenin, ama oradan hareketle (18. yüzyılda) mevcut bütün kurum ve pratiklerin eleştirisi için Akla başvurdu. Bir yandan, büyük bir özgürleşme ve kutsalsızlaştırma hamlesiydi. Diğer yandan, “kimin aklı?” sorusunu sormadığı; kendi aklını ve dolayısıyla genel olarak Aklı tarihsizleştirip mutlaklaştırdığı ölçüde, o da Akıl adına kurulabilecek bütün tiranlıkların zeminini hazırladı. Fransız Devriminde Jakobenler, Robespierre, Saint-Just ve Kamu Selâmeti Komitesi, mükemmel ve mutlak bir Akıl uğruna özgürlüğü cehenneme dönüştürdü. 20. yüzyılda “bilimsel ırkçılık” (veya ırk bilimi) Nazizmin, “bilimsel sosyalizm” (veya sosyalizmin bilimi) Komünizmin temelini oluşturdu.
Ama bütün bunların bizi bu sefer ters uca; Bilimsel Devrimi de, Aydınlanmayı da küçümsemeye götürmemesi lâzım. Bazı postmodernist yaklaşımlar çok yüzeysel bir ekstremizmi temsil ediyor bu açıdan. Öyle ki, bilimperestlik eleştirisinin kapsamını fazla genişleten; bilimsel yöntemin oluşturulmasını hem genel olarak bilim tarihinde, hem tek tek her bilim ve disiplinin tarihinde önemli bir dönüm noktası gibi görmeyen; faraza tıp için “mikrop teorisi”nin öncesi ve sonrası etrafında örülmüş bir bilim-öncesi tıp ve bilimsel tıp ayırımını dahi reddeden biraz aceleci düşünmemişlik örnekleriyle de karşılaşabiliyoruz. Bilim gibi Aydınlanma da fazla horlanır oldu, sırf Jakoben uzantılarına indirgenmek suretiyle. Oysa zamanında olduğu gibi bugün de, insan zihninin bağımsızlaşması ve bir “gerçek ahlâkı”nın, yani gerçeğe bağlılığı her şeyin üstünde tutan bir ahlâkın yerleşmesi bakımından çok, çok büyük bir atılımı simgelemekte. Şahsen benim için son derece önemli bu gerçek ahlâkı. Daha önce de yazmışımdır; babamdan, Erdoğan Berktay’dan geçme büyük ölçüde. Onda vardı bu, en iyi anlamıyla Aydınlanma formasyonu. Önce Aydınlanmacı bir gerçek ahlâkı, sonra Marksizmi vardı. Herhalde bana da bunu verdiği içindir ki, kritik noktada kendimi “Marksist, Leninist ve hattâ Maoist” dogmatizmden kurtarmam mümkün oldu.
Başlangıçta sözünü ettiğim birinci sınıf dünya tarihi dersimin son iki amfi konferansında, bunların hepsini değilse de çoğunu anlattım sanıyorum. Bitirirken, Aydınlanma’nın büyüklüğünü anlatabilmek için bir bilim insanına değil bir felsefe insanına, hem de idealist bir felsefeciye, Immanuel Kant’a döndüm. 1784’te yayınladığı ünlü “Bir Soruya Yanıt: Aydınlanma Nedir?” (Beantwortung der Frage: Was ist Aufklärung?) denemesinden başı ve ortalarından şu pasajları okudum (buraya, İngilizcesinden kendi çevirimle alıyorum):
“Aydınlanma, insanın kendi kendine empoze ettiği erginsizlikten [yetişkinleşmemişlikten, olgunlaşmamışlıktan] çıkışıdır. Erginsizlik, kişinin başka birinin yol göstericiliği olmadan kendi kafasını kullanamaması demektir. Bu erginsizlik, eğer kavrayışsızlıktan değil de kararsızlık ve başka birinin yol göstericiliği olmadan kendi kafasını kullanmaya cesaret edememekten kaynaklanıyorsa, kendi kendine empoze edilmiş demektir. Bilmeye cesaret et! (Sapere aude.) Dolayısıyla aydınlanmanın şiarı ‘kendi kafanı kullanmaya cesaret etmek’tir.
“Tembellik ve korkaklık, insanlığın o kadar büyük bir bölümünün, doğa onları dışarıdan yönetilmekten âzâd ettikten çok sonra bile, ömürleri boyunca seve seve ergen kalmasının başlıca nedenidir. Başkaları tarafından o kadar kolayca velâyet altına alınabilmelerinin nedeni de budur. Ergen olmanın rahatlığıdır… (…)
“Bireyin, âdetâ içine işlemiş bulunan bu erginsizlikten kendini kurtarması çok zordur. Bu halden hoşlanmaya bile başlamıştır ve bunu denemesine bile izin verilmediğinden, ilk başta gerçekten kendi kafasını kullanamaz. (…)
“Bu aydınlanmanın özgürlük dışında hiçbir şeye ihtiyacı yoktur – ve burada söz konusu olan da ‘özgürlük’ dediklerimizin en masumudur: her meselede insanın kendi aklını kullanabilme özgürlüğüdür. Şimdi her taraftan yükselen sesleri duyar gibiyim: ‘İtiraz etme!’ Subay: ‘Talimini yap – itiraz etme!’ Vergi tahsildarı: ‘Ödemeni yap – itiraz etme!’ Papaz: ‘İman et – itiraz etme!’ (…)”
Özetle, büyük bir hürriyet manifestosudur Kant’ın denemesi, Fransız Devriminin patlak vermesinden beş yıl önce. Sözü bir yerde hükümdarlara ve hükümdarların inanç alanına müdahalesine getirir. Özel olarak bu konuya eğilmesi normaldir, çünkü Avrupa 16. ve 17. yüzyıllarda Din Savaşlarıyla sarsılmıştır. Kant çizgiyi, başkalarının inancına karışmak noktasında çizer; hükümdarın görevinin doğru inancın ne olduğuna karar vermek değil, din ve vicdan özgürlüğünü korumak olduğunu belirtir:
“… işin kalanına gelince, o [kral, monark] tebasını kendi ruhlarının selâmeti için neyi gerekli görüyorlarsa yapmak konusunda serbest ve rahat bıraksa iyi eder. Ruhun selâmeti kesinlikle onun [kralın, monarkın] işi değildir; onun işi, herhangi bir kişinin kendi ruhunun selâmetini nerede arayacağı ve nasıl gerçekleştireceğini elinden geldiğince kendisinin belirlemesine, başka birinin zorla müdahale etmesini önlemekten ibarettir.”
Okudum — ve gençler, dedim, bu üniversitenin birinci sınıfında okuyan genç kadın ve erkekler… bu dönem ve bu yıl görüp öğrendiklerinizden aklınızda tek bir şey kalacaksa, işte bu kalsın, bu “bilmeye cesaret etmek” ruhu kalsın isterim.