İslâm tarihi içinde ortaya çıkmış belki de en keskin teolojik tartışma konusu, insan fiillerinde Allah’ın takdiri ile kulun iradesinin nasıl telif ve izah edileceğine ilişkindir. Kul fiilinde tamamen özgür müdür, yoksa tamamen bağımlı mıdır? Tamamen özgür ise, Allah’ın takdir ve iradesi nerede sözkonusu olacaktır? Tamamen bağımlı ise, kulun sorumluluğu nasıl sözkonusu olacaktır?
Kader ve cüz’î irade meselesi diye de ifade edilen bu konu, gerçi ilk mü’minler topluluğu nezdinde tartışılmış değildir, çünkü onlar Kur’ân’daki temel iman derslerinden hareketle bu konuda formüle dökme ihtiyacı duymadıkları bir mutabakat üzere yaşamışlardır. Ancak Emevîler dönemiyle birlikte, özellikle de Emevî sultan, vali ve komutanlarının işledikleri haksız fiillere ve irtikap ettikleri zulümlere ‘meşruiyet sağlamak’ üzere, Cebriye adı verilen yeni ve problemli bir kader anlayışı geliştirilmiştir. Bu anlayış, yaptığı eylemlerde insanın iradesinin sorumluluğunu reddeden, zalim ve kötü insanları dahi ‘kendileri için yazılmış ilâhî senaryoyu uygulayan nitelikli aktörlere’ dönüştürerek sorumluluktan azade kılan Cebriye anlayışı, yeryüzündeki muktedirleri kötülükten ve zulümden tenzih adına onların işledikleri bu kötülüklerin Allah’a mal edilmesine yol açtıkları için, buna tepki ve cevap olarak farklı yaklaşımlar geliştirilmiştir. Meselâ Mu’tezile, Cebriye’nin insanı işlediği kötülüklerde sorumluluktan azade kılan yaklaşımına karşı insanı âdeta iyi ve kötü bütün fiillerinin ‘yaratıcısı’ mevkiine oturtan bir cevap üretmiştir. Ama bu cevabın ilâhî takdir ve kudret açısından içerdiği itikadî sorunlar, Cebriye ve Mu’tezile’yi kader ve cüz’î irade konusunda dengeyi tutturamamış iki aşırı uç olarak tanımlayan ve zaman içinde Ehl-i Sünnet’in kader anlayışı olarak yerleşen bir başka cevabı netice vermiştir.
En önemli isimlerinden biri Mu’tezile içinden çıkıp ona eleştiri getiren Ebu’l-Hasan el-Eş’arî olan ve zaman içinde Eş’arîlik ve Mâtüridîlik şeklinde iki ana damar halinde kendini ifade eden, Ehl-i Sünnet’in ilâhî kader ve insan iradesi anlayışı, bütün fiillerin yaratıcısının Allah olduğu kabulünü, tercih ettiği fiillerinde insan iradesinin sorumluluğu ile mezceder. Buna göre, kader ilim nev’indendir. Allah’ın zamanlar ve mekânlar üstü ezelî ilmiyle her bir insanın hayat yolculuğunda neleri tercih edeceğini bilmesi, kişinin iradesini hükümsüz, dolayısıyla da insanı yaptıklarından sorumsuz kılmaz. Allah ezelî ilmiyle insanın hayatı boyu neyi tercih edeceğini bilir, ama insanlar Allah neleri tercih edeceklerini bildiği için o tercihte bulunuyor değildir.
Öte yandan, insanın iradesinin taalluk ettiği alanlarda Allah kendi yaratma iradesini kulun tercihine bağlamıştır; ancak yaratan Allah olmakla birlikte O yaratma fiilinin ne şekilde tahakkuk edeceği noktasında kula bir tercih özgürlüğü verildiği için, sorumluluk tercihi dolayısıyla kula aittir. Meselâ, Allah insana tercih özgürlüğünü mümkün kılan iradeyle birlikte ayak da, el de vermiştir; kişi o ayaklarla ibadete gitmeyi de, kötülüğe yönelmeyi de tercih edebilir. Allah’ın verdiği el ile ve o ele verdiği güçle iyilik de, kötülük de yapabilir. Ayağı ve eli yaratıp onlara bir fiilde bulunma gücü veren Allah’tır, ama o eli, ayağı ve gücü ne için, hangi yönde kullanacağı kişinin tercihine bırakıldığı için, işlediği kötülükte sorumluluk kişiye aittir. Buna göre, Cebriye’nin, Emevî yöneticilerini işledikleri zulümde ve irtikap ettikleri haksızlıklarda sorumluluktan ıskat eden, dahası böylece bu kötülükleri hâşâ Allah’a mal eden yaklaşımları itikadî açıdan kabul edilebilir değildir.
Buna karşılık, kişi Mu’tezile’nin iddia ettiği şekilde, kötülüklerde sorumluluğu üstlendiği gibi, işlediği iyilikleri de tamamen kendi hesabına yazamaz. Çünkü iyi işlerin gerçekleşmesi için insanın tercihi yüz, belki bin şarttan sadece biri iken, kötü fiilin tahakkuku için insanın tercihi tek başına yeterlidir. Meselâ bir odanın aydınlanması için lambanın düğmesine basma tercihi, aydınlanmayı mümkün kılan bin unsurdan sadece biridir; ama karanlıkta kalmak için, düğmeye basmamak veya zaten aydınlatılmış bir odada düğmeyi kapatmayı tercih etmek yeterlidir. Dolayısıyla, işlediği iyiliklerde kişi “Ben yaptım” diye gururlanamaz, bunu bir ‘nasip’ olarak görür; ama işlediği kötülüklerde sorumluluk tamamen kişiye aittir.
Velhasıl, anaakım İslâm düşüncesi içinde doğru ve dengeli bir kader anlayışı, iyi fiiller işlemeyi bir lütuf ve nasip olarak görürken, kötülüklerde sorumluluğu üstlenmeyi gerektirir. Durum bu olunca, Cebriye’nin özellikle muktedirleri sorumluluktan azade kılmak adına onların fiillerini Allah’ın hesabına yazan yaklaşımları, sahih bir kader anlayışının eseri değil, kader anlayışının muktedirler lehine istismarı niteliğindedir. Diğer taraftan, iyi şeyler söz konusu olunca Mu’tezile gibi fiili ‘kul hesabına’ yazarken, kötülükler ve yanlış işler zuhur ettiğinde sorumluluğu kendi dışındaki sebeplere, bu arada ‘kader, takdir, fıtrat’ ile izaha yönelen bir ‘senkretizm’ de, sahih bir kader anlayışının değil, itikadı istismarda zirve düzeyinde bir oportünizmin ifadesidir.
Ayrıca, şu hususu da bu bağlamda belirtmek gerekir. İslâm açısından, Allah adına konuşma, Allah’tan haber getirme ve Allah adına iş görme, peygamberlere has bir özelliktir. Onların Allah adına hareket ettiklerinin delili de, asla yalan söylememiş olma (sıdk), tam anlamıyla güvenilir olma (emn) gibi sağlam karakter özelliklerinin yanında, peygamber olarak gösterdikleri mucizeleridir. Ahlâkları ve mucizeleri ile Allah’ın vahyini insanlara bildiren ve O’nun razı olacağı bir hayatın ilkelerini vaz’eden peygamberler dışındaki insanların gerçekten Allah’ın razı olduğu işler yapıp yapmadıkları, işte o ilkeler ve bizzat peygamberlerin gösterdiği örneklikler üzerinden muhakeme edilir. Bu bağlamda, Allah’ın emrettiği şekilde davranmayan, bilakis Allah’ın emrini çiğneyip rızasına aykırı işleri pervasızca işleyen kişilerin, “yapıyorsak, Allah istediği için yapıyoruz” şeklindeki yaklaşımlarının geçersizliği izahtan vârestedir. En büyük sûfîlerden Cüneyd-i Bağdadî’nin, kerametler gösterdiği için velî olarak görülen insanlar için dahi, onların gerçekten Allah yolunda olup olmadıklarının ölçüsü olarak, hayatlarında Kur’ân’ın temel ilkelerine ve Peygamberin uygulamasına uygun hareket edip etmediğine bakmayı tavsiye ettiği belirtilir. Onun tavsiyesine göre, gökte uçar halde gördüğümüz birinin dahi ‘Allah yolunda’ olup olmadığını anlamanın ölçüsü, yerde O’nun emirlerine uygun davranıp davranmadığı, bu meyanda adalete, ahde vefaya riayet edip etmediği, doğru sözlü olup olmadığı, yalan ve iftiraya yeltenip yeltenmediğidir.
Durum bu olduğuna göre, âlemlerin Rabbi olarak Allah Kur’ân’da meselâ açık şekilde “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” hükmünü paranteze aldığı icraatıyla görülen bir kişi veya topluluğun “Allah bize böyle yaptırıyor” türünden iddiaları ancak ve ancak yine Kur’ân’da mü’minlerin bilhassa uyarıldığı “Allah ile aldatma” (bkz. Lokman, 31:33, Fâtır, 35:8; Hadîd, 57:14) teşebbüsünün bir örneğidir.