Alper Görmüş

Mevcut sürece “Make Türkiye Great Again”in merceğinden bakarsak…

Sembolik kuruluş tarihi 15 Temmuz 2016 olan yeni rejim başka her şeyin ona tâbi kılındığı bir ‘vizyon’la yola koyuldu: “Make Türkiye Great Again…” Bu, siyasi iktidarla birleşmiş devletin yüz yıldır hayalini kurduğu bir hedefin zamanının geldiğini düşünmesinden kaynaklanan bir ‘vizyon…’ Bu vizyonun sahibi ‘talep’ten hoşlanmıyor, herkesten ‘vizyon’a gönüllü yazılmasını bekliyor, “Seni seviyorum ama benden talepte bulunursan şefkatimi kaybedersin” diyor, tıpkı ataerkil bir baba gibi… Türklere de öyle diyor Kürtlere de öyle diyor.

… Ve silâhsız Kürtlerden silâha kırmızı kart: 2015 Hendek felaketi

Çözüm Süreci’nin PKK’dan ve Erdoğan’dan gelen karşılıklı volelerle ekarte edilmesinden bir süre sonra (ki Çözüm Süreci’nin gömülmesi gerek devlet-iktidar gerek PKK için bir kazan-kazan operasyonuydu) PKK Güneydoğu’daki Kürt şehirlerinde alan tutmayı ve orada kalıp devlete karşı direnmeyi hedefleyen Hendek çatışmalarını başlattı. Bu da Kürtlerin silaha ve -silahlı direnişte ısrara ettiği sürece- PKK’ya geri dönüşsüz olarak kırmızı kart göstermesi sonucunu doğurdu.

Silâhsız Kürtlerin silâha ve silâhlı Kürtlere gösterdiği ilk kart sarıydı: 2004

Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi aldığı 2004, bu yönüyle PKK’yı telaşlandıran bir yıl oldu. Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin (“Komplo Süreci”) başlangıç tarihi olarak kabul edilen 9 Ekim 1998’in yıldönümlerinde PKK’nın düzenlediği kitlesel protesto gösterilerinin 2004’teki sonuncusu sönük geçmiş, bu da önemli ölçüde Türkiye’nin AB ile kurduğu yoğun ilişkilerin Kürtler üzerinde yarattığı “sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar”a bağlanmıştı. Silahsız Kürtlerin bu tepkisi silaha ve silahlı Kürtlere gösterilmiş ilk karttı ama rengi henüz kırmızı değildi.

Silâhsız Kürtlerin silâha ve silâhlı Kürtlere dair algıları hangi aşamalardan geçti?

Başlangıçtan itibaren Kürtlerin (Kürt halkının) silaha ve silahlı Kürtlere (PKK’ya) bakışlarındaki değişimi kronolojik olarak özetlemeye çalışacağım… Silahsız Kürtlerin silaha itiraz etmediği yıllar Diyarbakır Cezaevi’ndeki sınırsız zalimlikle başladı. Cezaevinden çıkanların birçoğu PKK’nın çağrılarına uyarak dağa çıktı. Oradaki uygulamaların böyle bir sonuç vermesi anlaşılabilir… Anlaşılması zor olan şey şu: Zamanın ‘devlet aklı’ hangi sonucu doğuracağını bilmiyor muydu ki Diyarbakır Cezaevi’ni böyle kurguladı?

‘Türkiye’nin emperyal vizyonu’ 15 Temmuz 2016’dan sonra kurulan ittifakın ‘kuruluş senedi’nin maddelerinden biri miydi?

Son iki yazımda Erdoğan’ın yıllardır ısrarla dile getirdiği “Türkiye’nin Misak-ı Milli meselesi”ni bir kez daha hatırlattım ve özetledim. Bunlar, işin olgusal yanı. Bu son yazıda ise olgulardan yola çıkıp bir iddia öne sürmüş oluyorum. Diyorum ki, 2016’da başlayan Misak-ı Milli kararlılığı çok büyük bir ihtimalle Erdoğan’ın darbe girişiminden sonra devletle kurmak zorunda kaldığı ittifakın bir çıktısı olarak, yeni İttihatçı kadroların ısrarıyla hayatımıza girdi. Böyle olup olmadığını belki ancak ileride ‘anılar’ kaleme alındığında öğrenebileceğiz.

Barışın amacı adaleti tesis olsaydı hiçbir savaş bitmezdi fakat adalet vaat etmeyen barış da eksik bir barıştır

Barışı ‘zafer’ kazandıktan sonra ulaşılan sükût ortamı olarak değil de kavga ettiğinle işbirliği sonucunda ulaşılan bir sükût ortamı olarak tanımlarsak, Türkiye’de şu anda yaşanmakta olan şey nedir? Hiç şüphesiz bir barış girişimidir. İçinde ne yazık ki adalet vaadi yoktur, dolayısıyla eksik bir barış girişimidir fakat yine de değerlidir çünkü barışı savunanların adaleti savunma imkânının önünde açılmış bir yoldur. Silah, adaletsizliğin failinin adalet üzerine konuşmayı bastırmada kullandığı bir araç haline gelmişse, silahların konuşmaya devam etmesi kime yarar?

Suriye için sevinmek yetmiyor; ‘Türkiye’nin emperyal vizyonu’ndan gurur duymak da gerekiyor

Suriye ve Suriyeliler için hissettiği mutluluğu, “Türkiye’nin emperyal vizyonu”nu övmeden dile getirenlerin sevinci ‘sahih’ sayılmıyor. “Bize yüz yıl önce dayatılan haksızlığı” izale etmek gerekçesiyle son on yılda yeniden alevlendirilen yeni emperyal vizyonun muhtemel tehlikelerine dikkat çekenler bu ülkenin tarihinden habersiz, ruhundan kopuk sayılıyor. Suriye sahnesine baktığında öncelikle Türkiye’nin şân-ı şükûhunu görenlerin oluşturduğu kalabalık, AK Parti’nin son on yılda İslamilikten milliliğe doğru kat ettiği mesafenin büyüklüğünü de gösteriyor.

Hangi ‘parlayan Türkiye’yi tercih ederdiniz? 2004’ü mü, 2024’ü mü?

Herhangi bir ülkede birbirini izleyen iki dönemde birbirine taban tabana zıt iki siyaset tarzı egemen olabilir; çünkü bir iktidar gider öbürü gelir ve dolayısıyla siyaset de değişir. Fakat böyle bir şeyin aynı siyasi partinin iktidarında vuku bulmasına pek rastlanmaz. Türkiye, AK Parti iktidarında işte böyle bir şey yaşadı. Türkiye’nin imajı ‘2004 süreci’nde de parlaktı, şimdi ‘2024 süreci’nde yine parlak. Türkiye birincide övgülere boğulmuştu, şimdi ikincisinde de övgülere boğuluyor. Fakat ülkede yaşanan hayatlar kıyaslandığında iki övgü türü ve iki parlaklık arasında devasa bir fark ortaya çıkıyor.

HTŞ’nin IŞİD’leşmesi ihtimalinin gerçeğe dönüşmesinden korkanlar, gerçeğe dönüşmemesinden korkanlar

Bu yazının başlığını okur okumaz “Bu ne biçim laf, 10 yıl önceki o korkunç tecrübenin tekrar yaşanmaması kimi, neden mutsuz etsin, korkutsun” diye itiraz edenler ilk bakışta haklı gibi görünebilir. Çünkü gerçekten de kavranması çok zor, hastalıklı bir psikolojiyi ima ediyor başlık. Kim kalkıp da “Evet, ben böyle hissediyorum” der? Doğru, kimse demez, fakat zaten ben de insanın bırakın ifade etmeyi kendi kendine bile itiraf etmekten kaçındığı tekinsiz bir psikolojiden söz ediyorum.

İnönü’nün Ecevit’e vasiyeti: “Şartlar elverdiğinde Türkiye’nin Musul’u topraklarına katması uygun ve gerekli olacaktır. Bunu hatırından çıkarma”

İsmet İnönü’den Ecevit’e, Celal Bayar’dan Demirel’e, Erdoğan’a, Bahçeli’ye uzanan bir yelpazede kesintisiz bir biçimde dile getirilen “Misak-ı Milli meselemiz” siyasetçilerin ağzından çıktıktan sonra buharlaşmıyor, Türkiye’nin komşuları onları ‘ciddi’ notuyla kayıtlara geçiriyor. Belki de bazı kayıtlarda Çehov’un ünlü metaforu da hatırlatılıyordur: “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar.”

Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin Misak-ı Milli göndermeleri nasıl yorumlanabilir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Yeni Türkiye”nin kurulduğu 15 Temmuz’dan hemen sonra, Türkiye’nin “Misak-ı Milli diye bir meselesinin olduğunu” vurgulayan konuşmalar yapmaya başladı. Oysa iktidarının önceki dönemlerinde bunu hiç telaffuz etmemişti. Devlet Bahçeli dün (3 Aralık) çıtayı çok yükseğe taşıdı ve Halep’in bir kez daha el değiştirmesi durumunda Türkiye’nin müdahale edip “coğrafyayı aslına döndüreceğini” ima etti. Bütün bunlar retorik mi siyasi ajanda mı?

Ömer Çelik’in Hamas siyasi bürosunun Türkiye’ye geleceğini neredeyse ilan ettiğini ‘bilmememiz’ üzerine düşünceler

Siyasetçiler o kadar içeriksiz, o kadar doldur-boşalt uzun konuşmalar yapıyorlar ki, gazeteciler bunlardan dişe dokunur bir şey çıkmayacağı varsayımıyla konuşmalarda-metinlerde önemli bir şeylerin olup olmadığını arama zahmetine katlanmıyorlar ve bu nedenle bazı büyük balıkları atlıyorlar. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in son açıklamalarındaki Hamas detayı buna mükemmel bir örnek teşkil etti.

Devlet PKK’yı silahsızlandıracak, böylece ‘bindiği dalı’ kesecek mi?

Müstafi amiral Cihat Yaycı’ya göre devletin PKK’ya silah bıraktırmaya çalışması yanlış. Çünkü PKK’nın silah bırakıp kendini feshettiğini ilan etmesi Türkiye’nin Suriye’de askeri müdahalede bulunmasının meşruiyetini ortadan kaldıracak, bu da “kendi bindiği dalı kesmesi” anlamına gelecek (ben yorumlamıyorum amiral görüşünü bu kelimelerle anlatıyor). Yani Cihat Yaycı’ya ve anlaşılıyor ki devletin bir kesimine göre PKK ve silah Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bir şeydir, üzerine bindiği ‘dal’dır.

Acemoğlu çullanması o soruyu bir kez daha sorduruyor: Cumhuriyet’in demokrasisiz olması kaçınılmaz mıydı?

Daron Acemoğlu o cümleleri kurarken ya Atatürkçülüğün en muhkem ezberine tosladığının farkında değildi ya da farkındaydı da beklediği saldırı yekûnundan epey bir iskonto ummuştu; ne de olsa ülkeye 3. Nobel ödülünü getirmiş bir bilim insanıydı ve başta Atatürkçüler, Türkiye halkı onu övmelere doyamamıştı.

“Trumpizmi kaçınılmaz kılan davranışlardan ne zaman vazgeçeceğiz?”

New York Times’ın etkili yazarı David Brooks ABD seçimlerinden bir gün sonra kaleme aldığı yazısına “Seçmenlerden elitlere: Şimdi beni görüyor musun?” başlığını attı. Elitlerin cevabını biliyor muyuz, “evet, anladım şimdi, görüyorum” diyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Bunu kendi ülkemizden de biliyoruz, “eğitimsiz, cahil kitleler” karşısında öyle katı bir kibre sahipler ki hiçbir seçim yenilgisi esnetemiyor bu katılığı.

Trump seçim kazası değilmiş, dünya artık böyle…

Trump 2016’da neden kazandıysa, 2020’de neden tahminlerin çok üstünde oy aldıysa, 2024 seçimini de aynı nedenlerle kazandı. Hayır, dünden beri dile getirilen göçmenler vb. meselelerden söz etmiyorum. Onlar da var tabii ama asıl mesele başka. Trump tipik bir popülist olarak Amerikalıların bu neviden korkularını sonuna kadar sömürdü ama ben inanıyorum ki bunlar olmasaydı da Trump ‘asıl mesele’ nedeniyle yine kazanacaktı.

Erdoğan yine ‘sıfır muhatap’ dedi, ‘iki muhatap’ öneren Bahçeli’den ayrıştı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’ye tam destek verdiği yorumları yapılan Meclis grubu konuşmasında ortağının iki ‘meşru’ muhatabını da anmadı. Bu aslında ciddi bir farklılığa işaret ediyor. Bana öyle geliyor ki Erdoğan grup konuşmasında bir yandan bu farkı görünür kılmak, bir yandan da arada bir görüş ayrılığı, bir çatlak olmadığını göstermek istedi ve bu amaçla da Bahçeli övgüsünü aşırı ölçülerde abarttı. Öte yandan Erdoğan bir muhatap da telaffuz etti: Kürt halkı. Ne var ki muhatabın ‘Kürt halkı’ olduğunu söylemek aslında ‘sıfır muhatap’ anlamına geliyor.

‘Hendek’ tecrübesi Kürtlerin PKK’nın ayaklanma çağrılarına muhtemelen hiçbir zaman icabet etmeyeceğini ima ediyordu

Kandil’in anlamadığı, anlamak istemediği şey, dünyadaki bütün militanca mücadele içinde olanların anlamadığı, anlamak istemediği şeyle aynı: Kitleler sadece çok istisnai durumlarda militanlaşır. Direnişçi ile uğruna mücadele ettiği kitleler arasındaki ilişki gerilimli bir ilişkidir. Kitleler, hiçbir zaman direnişçinin arzu ettiği kıvama gelmez, meğerki “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri” kalmasın; ki bu da gerçek hayatta pek rastlanan bir şey değildir.

Devlet Türkleri barışa ikna edebilir fakat Kandil Kürtleri savaşa ikna edemez

İktidarın ve devletin Öcalan ve DEM Partisi üzerinden yürütmeye çalıştığı Kürtlerle barış hamlesi: Şu anda küçük milliyetçi partilerden ‘solcu’ televizyon sunucularına uzanan geniş bir yelpazede yoğun bir ‘istemezük’ kampanyası yürüyor ve kamuoyu önemli ölçüde bu kampanya üzerinden şekilleniyor. Son saldırı onların elini çok güçlendirdi. Bugünün iki sorusu şöyle: 1. Bu propaganda böyle sürer gider mi yoksa girişimi başlatan devlet onu dengeleyecek bir propaganda mekanizması oluşturabilir mi? 2. Silah bırakma niyetinin olmadığı anlaşılan Kandil, Kürtleri ‘savaşa devam’a ikna edebilir mi?

İktidar Türkiye için büyük bir şey mi başlatıyor, yoksa kendi dar çıkarları için manipülasyon ve istismar peşinde mi?

Devlet Bahçeli ve Erdoğan’ın ‘DEM açılımı’nı her şeyin çok güzel olacağı yeni bir dönemin ilk adımı olarak görmek ne kadar aceleci bir değerlendirmeyse, olan biteni “Erdoğan’ın herhangi bir hamlesinin ancak ve sadece onun ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak güdüsüyle açıklanabileceği” ezberine müracaatla anlamlandırmaya çalışmak o kadar sorunlu.

Bütün ideolojileri dikine kesen bir siyasal davranış biçimi: “İçeride muhalif, dışarıda Türkiye’nin partisi…”

Bütün ideolojileri dikine kesen siyasal davranış biçimlerimiz var; toplumun sağcı-solcu, dindar-laik bütün kesimleri küçük doz farklarıyla bu davranış biçimlerini paylaşıyor. Böyle bir yaygınlık ancak ideolojileri aşan, kültüre hatta zihniyete dair ortak paydaların varlığı koşullarında ortaya çıkabilir.

Erdoğan’ın “bunu nasıl söyler” duygusu uyandıran tuhaf sözlerini nasıl izah edebiliriz?

“En düşük emekli maaşını 10 bin TL yapıyoruz ve bu yılı Emekliler Yılı ilan ediyoruz…”, “Yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır…", “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse o şehre herhangi bir şey gelmez…” Ülke bu haldeyken yönetimin en tepesinde oturan kişi nasıl böyle konuşabiliyor? Şuursuzluk mu, gaf mı, samimiyet krizi mi? Yoksa bu topluma dair hiçbirimizin bilmediği bir şeyi sadece o biliyor ve o sayede mi böyle serâzâd konuşabiliyor.

Dini siyaset aracı olarak kullanan siyasi figürler dine ne yapar?

Geniş toplumsal kesimlerin dinî-ideolojik ‘teori’lere dair algıları, önemli ölçüde teoriyi taşıyan elitler üzerinden şekillenir. O elitlerin hayatı yaşama biçimleri ve davranışları ‘sıradan’ insanların dinle-ideolojiyle kurdukları bağın güçlenmesinde ya da zayıflamasında önemli bir rol oynar. Dinlerin ya da ideolojilerin önerdiğiyle, onları taşıyanların hayatları arasındaki makas ne kadar açılırsa, teoriye duyulan kuşku o ölçüde büyür.

Abdülhamid’den Erdoğan’a: Dine yöneliş neden İslam’ın gürültülü yıllarında değil de sessizce yaşandığı dönemlerde arttı?

19. yüzyılın son çeyreğiyle (Abdülhamid) 21. yüzyılın ilk çeyreği (Erdoğan) İslam’ın devlet propagandasıyla ve gayretiyle yükseltilmeye çalışıldığı dönemler olarak öne çıktı. Buna mukabil bu iki dönem arasında yer alan bir yüzyıl boyunca İslam devlet tarafından desteklenen değil, baskılanan bir tarih yaşadı. Çelişkili gibi görünse de, dine yöneliş İslam’ın gürültülü propaganda yılları olan birinci ve üçüncü dönemlerde değil de devlet baskısı altında sessizce yaşandığı ikinci dönemde arttı.

Dindarlar neden çocuklarını “Hulusi Akar Eğitim Sistemi”nden uzak tutmalılar?

Kendi çocuklarına değer aktarmak isteyenler, bitmez tükenmez tekrarların, yoğun ve bıktırıcı ‘yükleme’ seanslarının çocuklar üzerinde amaçlananın tam tersi sonuçlar üreteceğini bilmeliler. Türkiye’nin muhafazakâr iktidar tecrübesi bu açıdan ders niteliğinde sonuçlar üretti ama bir patikada fazlaca yol alıp da geri dönüş imkânı tükenince o patikanın doğru patika olduğunu savunmaktan başka çare kalmayabiliyor. Hulusi Akar Eğitim Sistemi, böyle bir çaresizliğin önerisi olarak duruyor karşımızda.

Normalleşme çöktü çünkü iktidarın aklının, muhalefetin kalbinin işletim sistemi kutuplaşmaya ayarlı

Son birkaç yazımda Erdoğan’ın önünde kutuplaşmadan ve sertlikten başka bir yol olmadığını, buradan da çıkamayacağını öne sürmüş, kendimce nedenlerini anlatmıştım. Bugün de -Dilruba Kayserilioğlu olayının ve teğmen kılıçlarının sahnesinde- tabandaki birikmiş ve taşlaşmış duygular nedeniyle muhalefet siyasetçilerinin önünde de başka bir yol olmadığını öne süreceğim.

Erdoğan’ın taktik icabı ‘güvercinleşmesine’ anlam atfedilmesine bir son vermenin zamanı gelmedi mi?

Türkiye’deki tecrübeye bakarak şu sorulabilir: Normal olarak “yalancı çoban” muamelesi görmesi gereken bir baskıcı iktidarın her ‘normal’e dönme ve ‘toplumsal barış’ vaadi neden bu baskıya maruz kalanlarda karşılık bulur ve geçmiş olumsuz tecrübelere rağmen her seferinde “belki bu defa olur” beklentisine girilir? Erdoğan’ın taktik icabı ‘güvercinleşmesine’ anlam atfedilmesine bir son vermenin zamanı gelmedi mi?

Erdoğan’ın ‘yumuşamasını’ engelleyen dışsal faktörler… a) ‘Sert’ ittifak ortakları, b) Öç almadan huzur bulmayacak muhalefet psikolojisi

Kendisinden çok Devlet içindeki Yeni İttihatçı güçlerin temsilcisi olan MHP’nin ve liderinin taleplerinden de anlaşılabileceği gibi, iktidar ittifakının Devlet tarafı Erdoğan’ın yumuşamasını kesinlikle istemiyor. Öte yandan AK Parti, nöbetleşe zorbalığın bu son temsilcisi, iktidarı kaybettikten sonra muhalif kesimlerde var olan öç duygularının harekete geçireceği rövanşist hamlelerden çok korkuyor ve sertliği bu korkunun panzehiri olarak kullanıyor.

Erdoğan sopasız yönetemez ve bu yoldan da dönemez

Geçmişte Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” vb bazı sözleri ya da son genel seçimler sonrasında yaptığı bazı ‘rasyonel’ tercihler bazı kesimleri umutlandırdıysa da Erdoğan otokratlığında en küçük bir yumuşama bile olmadı. En son Can Atalay’ın milletvekilliği konulu meclis oturumunda yaşananlar bu iklimin değişmesinin söz konusu bile olamayacağını gösterdi. Bu olayı önceleyen “normalleşme” girişiminin başına gelenler de meydanda.

Yılmaz Özdil: Süfli, militan bir elitizm

Kendisi gibi düşünmeyeni, kendisi gibi hissetmeyeni, kendisi gibi yaşamayanı kendisine benzetmeyi hak ve hatta görev sayan süfli, militan bir elitizm... Bana, “Yılmaz Özdil'in fikriyatını ve ruhunu bir cümleyle anlatabilir misin?” diye sorsanız, işte size vereceğim cevap bu olur. Yılmaz Özdil'in elitizminin pasif (aristokratça) bir elitizm olmadığını özenle belirtmeliyim, zaten “militan” kelimesini de bu nedenle kullandım.