Alper Görmüş
Demokratikleşme olmadan barış mümkündür fakat bunu durmaksızın tekrar etmekte bir problem var
Evet, barış Türkiye’nin mevcut demokratikleşme düzeyinde de mümkündür. Fakat sürekli bunu vurgulayıp demokratikleşme ihtiyacından söz etmemekte ciddi bir problem var. Bu bileşim iktidarın baskıcı rejim inadını görmezlikten gelmek ve üzerinden atlayabilmek için kullanışlı bir araç haline geliyor. Doğru soru şudur: “İktidar neden barış ve silahsızlanma gibi bir imkânı demokratikleşme için bir fırsat olarak kullanmıyor?”
Helâl ABD…
2020’de ABD Başkanı Trump görevinin son döneminde Suriye’den çekileceklerini açıklamış, bunun üzerine büyük bir tedirginlik yaşayan Suriye Kürtleri ABD’den bunu yapmamasını istemişti. Bu istek o günlerde iktidar çevreleri ve iktidar basını tarafından istihza yüklü yorumlarla karşılanmıştı: E, hani PYD ve YPG solcuydu? Solculuk her şeyden önce anti-Amerikan, anti-emperyalist olmayı gerektirmez miydi? Şimdi, beş yıl sonra Suriye sahnesinde yine aynı tablo var ve iktidar basını yine istihza yüklü yorumlarla dolu. Bunları, her koşulda anti-Amerikan kalmış birileri söyleseydi en azından tutarlı olduklarını teslim edebilirdik. Fakat biliyoruz ki öyle değil.
Lozan hem Türk egemenliğini sınırladı hem Kürtleri Türklere zimmetledi, şimdi egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslamcılıktan ‘millîlik’e geçtiği (geçmek zorunda kaldığı) 2015’ten bu yana dilinden düşürmediği “Bizim bir Misâk-ı Millî meselemiz vardır” cümlesi gelir Lozan’a dayanır, ki zaten Lozan da doğrudan payını alır bu iddiadan. Lozan Kürtler için de bütün doğal haklarının Türkiye Cumhuriyeti devletinin insafına bırakıldığı bir antlaşmanın adıdır ve Kürtler on yıllar boyunca o insaftan zerrece nasiplenmemişlerdir. Yani Lozan Türk egemenliğini sınırladı, Kürtleri Türk egemenliğine zimmetledi, fakat şimdi egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor.
Vicdan duygusunun sızamadığı bir sevme biçimi olarak ultra milliyetçilik
Bazı sevme biçimleri esas anlamını tanınmayana, uzaktakine, ‘biz’den olmayana yöneldiğinde bulan vicdan duygusunu dışlar ya da onun ancak küçük dozlarının bünyeye sirayet etmesine izin verir. Bunlar, tek bir özneye odaklanmış yoğun (aşırı?) sevgi biçimleridir. Sosyal medyada gerek Sırrı Süreyya Önder’in ölümünden gerekse Kürt barışının gerçek bir imkân olarak belirmesinden sonra ortaya çıkan tablo, ultra milliyetçiliğin içine vicdanın sızamadığı bir sevme biçimi olduğunu bir kez daha gösterdi.
Kürt sorunu, PKK sorunu, PKK’lılar sorunu
Geçmişte, Kürt meselesinin her kritik kavşağında başlığı aynı (“Şu anda hangi mümkün çözümü ıskalıyoruz?”) fakat içeriği o günkü gelişmelere göre farklı çok sayıda takip yazısı yazdım. Bu soruya bugün şöyle bir cevap veriyorum: Şu anda PKK’lıların birer kurşun asker değil ihtiyaçları, arzuları, gelecek kaygıları olan gerçek insanlar oldukları gerçeğini ıskalıyoruz. Bu bakış değişmezse “PKK sorunu” çözülse de “PKK’lılar sorunu” devam eder.
İrfanından nasiplenebilecek miyiz?
Sırrı Süreyya Önder gibi ‘biricik’leri tanımlamaya, onları öyle yapan şeyleri belirlemeye çalışmak ancak bir ölçüye kadar anlamlıdır, çünkü bir noktaya gelir duvara toslarsınız, karşınıza “benzer koşulların ürünü olan öbürleri neden öyle olmamış” sorusu çıkar, tıkanırsınız. ‘Biricik’lerin aynısından üretemeyiz fakat onlardan nasiplenebiliriz.
“Medyanın yüzde 70’inin genel yayın yönetmeni olarak devlet ve iktidar” bahsi
Türkiye’nin iki uzun iktidar döneminde (askeri vesayet ve AK Parti) kabaca yüzde 70’i iktidar tarafından denetlenen bir medya evreni yaratıldı. Bu iki dönemde medyanın editoryal çizgisi devlet tarafından belirlendi, yani aslında gazetelerin, televizyonların gerçek genel yayın yönetmeni (GYY) iktidarlardı. Dün öyleydi, bugün de öyle. Tabii spor, magazin, üçüncü sayfa haberleri gibi devletin medyayı ‘özgür’ bıraktığı alanlardan değil büyük siyasi meseleler alanından söz ediyoruz. Ve tabii “GYY olarak devlet ve iktidar” bahsi en iyi Türkiye’nin Kürt sorununa bakarak anlaşılabilir.
Müsâdeme-i efkârdan müsâdemenin doğduğu dünyanın dışından yazılmış bir kitap okudum
Hristiyanlığın İslam tasavvufuna bakışı ya da bu iki mistik tasavvurun tarihteki karşılaşma anlarına dair bir kitap (“Tasavvuf ve Hristiyanlık, Alberto Fabio Ambrosio) normal koşullarda fazla ilgimi çekmezdi. Fakat bir arkadaşım tavsiye edince iş değişti, okumaya başladım ve daha başlangıçta, yazarın konusuna nasıl yaklaştığını görünce, kitaptan özel bir tat alacağımı anladım: Bir inanca, bir ideolojiye ‘karşı taraf’ın dürüst insanlarının gözünden bakabilmenin tadı.
Sırrı Süreyya Önder: Bir önyargı parçalayıcısı…
Samimiyet, sahicilik ve iyilik elele verip “ete kemiğe büründük, Sırrı diye göründük” diye halay tutsalar yeridir... İhtiyacımız olan şey, Sırrı Süreyya Önder’vari bir samimiyet ve sahicilik... Böyle olunca, düşünce ayrılıkları bâki kalır ama, bunlar göz oyma nedeni olmaz...
Bir patikaya girmek ve oradan çıkamamak: Narin cinayeti gazeteciliği
Narin cinayeti gazeteciliği, habercilik açısından problemlerle dolu bir patikaya giren, ona rağmen kamuoyunun onayını ve takdirini kazanan, bir yandan da patikaya uymayan yeni delilleri siyasi-ideolojik mülahazalarla ya da kamuoyu onayını kaybetmek korkusuyla görmezden gelen gazetecilerin öyküsü olarak da okunabilir.
Narin cinayetindeki yeni veriler ‘müebbet’ kararını da davadaki gazeteciliği de tuşa getirmiş görünüyor
Onur Erkan, Serbestiyet’te yayımlanan haber ve söyleşileriyle ilk derece mahkemesinin Narin cinayetinde verdiği müebbet kararlarını ve o dava boyunca neredeyse savcı rolü oynayan gazetecileri epeyce hırpalamıştı; şimdi, adli bilişim uzmanı Tuncay Beşikçi’yle yaptığı söyleşide ortaya serilen somut veriler bu iki müessesenin (yargı ve basın) sahiplerini çok zor bir pozisyonda bırakıyor. Beşikçi’nin hazırladığı uzman raporu istinaf mahkemesine sunuldu. Bu vesileyle: Narin cinayeti davasında ‘katil aile’ hükmüne mahkemeden önce varan gazetecileri bu noktaya sürükleyen âmiller hakkında neler söyleyebiliriz?
Erdoğan, Erdoğancılık ve Erdoğancılar
İktidarın siyasi ve toplumsal muhalefet üzerindeki baskısı arttıkça, Erdoğan’a ve Erdoğancılığa karşı büyüyen haklı öfke uzun bir tarihi olan “böyle bir iktidara hâlâ nasıl oy veriyorlar” sorusu üzerinden Erdoğancılara da yöneliyor. Eskiden ‘aydınlanmış’ muhalif kitlelerin kanaat önderlerinin pervasız bir ‘dürüstlük’le açığa vurduğu, muhalif tabanın da ‘kalemine sağlık’ nidalarıyla onayladığı bu seçim kaybettiren öfke şimdilerde istisnalar hariç pragmatik nedenlerle kuvveden fiile çıkmıyor ve kitleselleşmiyor. CHP, bütün anketlerde yüzde 30’dan yukarı bulunan kararsız seçmen oranını anlamlandırırken bu aldatıcı sessizliğin farkında olmalı, derin ve köklü bir geçmişi olan bu duyguyu seyreltecek bir siyasi önderlik sergilemeli.
“Bütün partiler Türkiye partisi olmak mecburiyetindedir…” Bütün partilerin ‘Rusya partisi’ olduğu Putin Rusya’sı gibi mi?
1990’lı yıllarda “yağsız yağ” reklam sloganıyla alenî aldatıcılık çıtasını yıldızlara asan bir yağ markası vardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Türkgün gazetesinde yayımlanan bayram üçlemesinin üçüncü bölümü bana bu reklamı hatırlattı. ‘Terörsüz Türkiye’de siyasi partilerin hiza ve istikametine ayrılan bu bölümde Bahçeli sadece ‘millî doğru’da buluşan partilerin meşruiyetinin olacağını savunuyor. Mevhumu muhalifinden okursak Bahçeli burada açıkça ‘yağsız yağ’a nazire eder gibi ‘siyasetsiz siyasi parti’ tanımı yapıyor ve önerdiği şey, seçime girmesine izin verilen bütün partilerin ‘Rusya partisi’ olduğu Putinci siyaset düzenine çok benziyor.
Yoldaki işaretler: Erdoğan’ın ‘demokrat’ döneminde cereyan eden ve bugününe delâlet eden erken göstergeler
Zaten yeterince uzun olan başlığı daha fazla uzatmamak için yukarıda okuduğunuz kadarıyla yetindim. Uzatmayı göze alsaydım başlığı şöyle kuracaktım: “Yoldaki işaretler: Erdoğan’ın ‘demokrat’ döneminde (2002-2012) cereyan eden ve bugününe delâlet eden erken göstergeler ile liberal-demokratların zamanında bunlara hak ettiği tepkiyi göstermemeleri hakkında…” Evet, öyle düşünüyorum. Yine, tıpkı ilk dönem gibi liberal-demokratların Erdoğan’ın otoriter dönemindeki tepkileri ve eleştirileri de eksiklikle, yetersizlikle malûldü. İki dönemdeki tepki-eleştiri eksikliğinin farklı nedenleri vardı.
Öfkelendiklerini affedememe kaygısına kapılmış birinin kişisel iç dökmeleri
Son yıllarda yaşanan vicdansız ‘adalet’ uygulamalarının son aylarda bir fırtınaya, son günlerde de bir âfete dönüşmesinin sorumlularına duyduğum öfkenin nefrete dönüşmesinden, içimde bu zehirle birlikte yaşamak zorunda kalmaktan korkuyorum. Bir yandan bu zehri kendi psikolojik sağlığım için bedenimin dışına atmaya çalışıyor, bir yandan da bunun zulme uğrayan insanlara ve geleceği çalınmış topluma karşı işlenmiş bir ‘ayıp’ olacağını düşünüyorum.
İmamoğlu, toplumun beklediği, arkasına bakmaksızın öne atılan o lider olabilecek mi?
Otoriterliğin sistemleştiği siyasi koşullarda kalıcı değişimlerin ancak toplumun aktif özne olduğu durumlarda gerçekleşebileceğini düşünenler için sevimsiz bir hakikatle karşı karşıyayız: Toplum bunu yapabilecek güçte değil, dolayısıyla kendine güvenmiyor ve topluma “ama sen de benimle geleceksin” bile demeden öne atılacak bir ‘kurtarıcı’ lider arıyor… Böyle bir lider zuhur etmeden toplum potansiyel gücünün farkına varmayacak ve o güç kuvveden fiile çıkmayacak.
Kürt barışı otoriterliğin elindeki en büyük kozu alacak, fakat en azından seçime kadar onu seyreltemeyecek
Söylemin algı inşa etme gücü sayesinde ‘gerçek’in artık kendinde bir şey olmaktan çok öznenin yarattığı bir şey (‘alternatif gerçek’) haline geldiği yeni dünyada bir gelişmenin ‘doğal olarak’ şuraya ya da buraya evrileceğini, şu ya da bu sonucu doğuracağını söylemek büyük hesap hatalarına yol açabilir. Kürt barışı demokrasi için büyük bir imkân fakat tıpkı 15 Temmuz’daki gibi otoriterliğin mezesi de olabilir. Bölgedeki hercümerci, iktidarın ‘yeni Türkiye’ hedefini ve muhalefeti baskılamak şeklindeki seçim kazanma stratejisini düşünürsek, ikincinin gerçekleşme ihtimali çok daha yüksek.
Sırrı Süreyya Önder: Bir önyargı parçalayıcısı…
Samimiyet, sahicilik ve iyilik elele verip “ete kemiğe büründük, Sırrı diye göründük” diye halay tutsalar yeridir... İhtiyacımız olan şey, Sırrı Süreyya Önder’vari bir samimiyet ve sahicilik... Böyle olunca, düşünce ayrılıkları bâki kalır ama, bunlar göz oyma nedeni olmaz...
Öcalan’ın PKK’ya yaptığı ‘şehâmet’ aşısı bu defa tutacak gibi; şimdi devletin şehâmetini ölçeceğiz
Tam 13 yıl geçmiş “PKK’da olmayan şey: Şehâmet” başlıklı yazımın üzerinden… O yazının ilk cümlesi de şöyleymiş: “Bir isyanı başlatmak için ‘celâdet’ yeter, fakat onu tarihsel olarak doğru bir noktada durdurmak için ‘şehâmet’ sahibi olmak gerekir, PKK’da olmayan da bu galiba…” (Celâdet: bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik... Şehâmet: zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik –Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat.) Öcalan aslında doğruluğuna yıllardır inandığı şeyi nihayet uygulamaya koyma fırsatını yakaladı ve çapaksız bir adım attı. Şimdi devletin şehâmetini ölçme vakti.
“İktidarın bugün otoriterleşmeye ihtiyacı var mı?” Var, hem de nasıl…
“İktidarın bugün otoriterleşmeye ihtiyacı var mı?” sorusunu salt iktidarın gücüne bakarak cevaplamak ve “yeterince güçlü, o halde otoriterleşmeye ihtiyacı yok” demek mümkün mü? Bence bu son derece yetersiz ve yanıltıcı bir ölçü. Bu bakış açısı Türkiye’de zamana yayılan tedrici bir ihtilalle bir rejimden diğerine geçilmekte olduğu gerçeğini ıskalıyor: Evet, sadece bir anda patlayan ‘gürültülü’ ihtilallerin yürütücüleri değil, zamana yayılmış ‘sessiz’ ihtilallerin yürütücüleri de otoriterliğe ihtiyaç duyar. Hatta bunun mecburiyet halini aldığı durumlar da olabilir. Türkiye’deki soru bu noktaya gelinip gelinmediğidir.
Sanki kapısında ‘haklar’ yazan bir depo var ve ‘bizim’ o depodan aldığımız haklar ‘onların’ aldığı oranda azalacak
Bizim özgürlük ve hak tartışmamızın öznesini (öznelerini) kendi özgürlük alanlarını daraltmadığı halde başkalarının özgürlük alanını genişleten adımlara ölümüne bir sertlikle karşı çıkan siyaset grupları oluşturuyor. Kendi mutluluğu azalmayacak, fakat bu arada -kendisine benzemeyen- başkalarının mutluluğu çoğalacak… İşte bizim patolojimiz bu: Kendi mutluluğundan duyduğu tatminin daha fazlasını başkalarının mutsuzluğundan duyacak hale gelmiş olmak.
Dillerde demokrasi vaatleri, ellerde ‘helal hak’ listeleri
HÜDA PAR’ın geçtiğimiz hafta sonu düzenlediği çalıştayda dile getirilen, gerçekleştiğinde bu ülkede yaşayan Kürtlerin kendilerini iyi hissedeceği, ülkeleriyle bağlarını daha da güçlendireceği bazı hak talepleri dizginsiz bir öfkenin mezesi oldu. Öfkelerini dile getirenlerin başında, maruz kaldıkları hak ihlallerinden haklı olarak şikâyetçi olan ve iktidara geldiklerinde ‘demokrasi’ vaat eden aydınların ve siyasetçilerin olması da işin ironisiydi. Türkiye, kendi tatminiyle bağlantılı olmayan hak taleplerini ‘helal’ saymayan siyasi mevzilerin birlikte yarattığı bir cehennem.
Bu anda en çok Tanrı’ya inanmayı ve Rahim beyi yoğun bakımdaki uykusundan uyandırması için ona dua etmeyi isterdim
Konyalı emekli matematik öğretmeni Rahim Demirbaş 26 yılda evini barkını satma pahasına 50 bin ağaçlık bir ormanı tek başına var etti. Bu sabah (13 Şubat) 11 Aralık’ta damarında pıhtı attığını, o günden beri yoğun bakımda uyuduğunu öğrendim. 7 Aralık’ta ondan aldığım son mesajda o gün toprağın altına gömdüğü palamut tohumlarını Nisan’da yeryüzüyle buluşturacağını söylemişti. İnşallah Rahim bey de Nisan gelmeden, bugün 63. gününü doldurduğu uykusundan uyanacak ve onları “yüzlerce yıl yaşayacakları” toprağa dikecek.
Parodi tadında gerçeklerin geçit törenine, RTÜK’ten müstesna bir katkı
RTÜK Başkanı’nın “Bazı haberlerin ülkemizde ‘olumlu olaylar’ olmuyormuş gibi kamuoyuna servis edil(mesini)” şikâyet konusu yapıp müeyyide tehdidinde bulunmasıyla bir ülkenin futbol federasyonunun ‘sıkıcı’ olduğu gerekçesiyle teknik direktörlerden savunmayı esas alan bir oyun anlayışından uzak durmalarını, aksi takdirde kendilerine müeyyide uygulanacağını söylemesi arasında hiçbir fark yok. Çünkü ikisinde de düzenleyici kurumların belki ancak tavsiyede bulunabileceği fakat kesinlikle cezaya bağlayamayacağı durumlar söz konusu.
CHP’de üçlü toplantı: Kararı müzakerenin önüne koşmak!
Herkes bu yazının başlığının “arabayı atın önüne koşmak” deyimine nazireyle oluşturulduğunu anlayacaktır. İlk anda pek yerinde bir nazire gibi görünse de aslında ikisi arasında önemli bir fark var: Atın önüne koşulmuş bir araba hiç hareket edemez fakat müzakerenin önüne koşulmuş bir karar yine de işleyebilir. Ön seçimin İmamoğlu lehine karar anlamına geldiği yeterince açık. Ne var ki “önce karar ardından müzakere” yöntemiyle alınmış bir karar, müzakereyle alınmış bir karara kıyasla kötüdür, ya da kötünün iyisidir. Peki, ön seçim kararının ardından ortaya çıkan gelişmeler ve tartışmalar CHP’yi ‘kötünün iyisi’ tercihinden caydırabilir, yarın ve Pazartesi yapılacak toplantılardan ön seçimin ertelenmesi kararı çıkabilir mi? Ben bunu ihtimal dahilinde görüyorum.
Muhtemel yeni ‘kucaklaşma-yumuşama’ filmlerine karşı uyanıklık rehberi: Eski filmler
Bu kadar sertlik-yumuşama-sertlik döngüsünden sonra Erdoğan muhalefete dönüp bir kez daha “Dönem, kızgın demiri soğutma dönemidir, hepimiz 82 milyonluk Türkiye gemisinin yolcularıyız” diyerek yeni bir döngüyü deneyebilir mi? “Yok, sertliği bu doza kadar yükselttikten sonra aynı zokanın bir daha yutulmayacağını o da bilir” denebilir mi? Eski döngüleri gözden geçirince bunun pekâlâ mümkün olduğu anlaşılıyor.
Erdoğan’ın hiçbir yumuşaması gerçek değildi, bu zoka her defasında yutuldu ve nihayet bu döngünün sonuna geldik
İktidarı kendi başına meşru bir amaç olarak tarif eden Makyavel’e göre bu amaç o kadar meşru idi ki, başta ‘korku’ olmak üzere ona ulaşmak ve korumak için baş vurulacak bütün araçlar da otomatik olarak meşru hale geliyordu. Yönetilenler ‘hükümdar’dan korkmalıydı ve bir hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemsemeliydi. Makyavel Erdoğan’ın yönetme biçimini görseydi hiç kuşkusuz onu takdir ederdi ama ondan aldığı bir dersi de teorisine eklerdi. O ders, kendinden korkulan hükümdarın arada bir ‘gülümsemesinin’ faydalarına dair olurdu. Bu taktik bugüne kadar işledi fakat artık kullanım değerinin sonuna gelindi gibi.
Mevcut sürece “Make Türkiye Great Again”in merceğinden bakarsak…
Sembolik kuruluş tarihi 15 Temmuz 2016 olan yeni rejim başka her şeyin ona tâbi kılındığı bir ‘vizyon’la yola koyuldu: “Make Türkiye Great Again…” Bu, siyasi iktidarla birleşmiş devletin yüz yıldır hayalini kurduğu bir hedefin zamanının geldiğini düşünmesinden kaynaklanan bir ‘vizyon…’ Bu vizyonun sahibi ‘talep’ten hoşlanmıyor, herkesten ‘vizyon’a gönüllü yazılmasını bekliyor, “Seni seviyorum ama benden talepte bulunursan şefkatimi kaybedersin” diyor, tıpkı ataerkil bir baba gibi… Türklere de öyle diyor Kürtlere de öyle diyor.
… Ve silâhsız Kürtlerden silâha kırmızı kart: 2015 Hendek felaketi
Çözüm Süreci’nin PKK’dan ve Erdoğan’dan gelen karşılıklı volelerle ekarte edilmesinden bir süre sonra (ki Çözüm Süreci’nin gömülmesi gerek devlet-iktidar gerek PKK için bir kazan-kazan operasyonuydu) PKK Güneydoğu’daki Kürt şehirlerinde alan tutmayı ve orada kalıp devlete karşı direnmeyi hedefleyen Hendek çatışmalarını başlattı. Bu da Kürtlerin silaha ve -silahlı direnişte ısrara ettiği sürece- PKK’ya geri dönüşsüz olarak kırmızı kart göstermesi sonucunu doğurdu.
Silâhsız Kürtlerin silâha ve silâhlı Kürtlere gösterdiği ilk kart sarıydı: 2004
Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi aldığı 2004, bu yönüyle PKK’yı telaşlandıran bir yıl oldu. Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin (“Komplo Süreci”) başlangıç tarihi olarak kabul edilen 9 Ekim 1998’in yıldönümlerinde PKK’nın düzenlediği kitlesel protesto gösterilerinin 2004’teki sonuncusu sönük geçmiş, bu da önemli ölçüde Türkiye’nin AB ile kurduğu yoğun ilişkilerin Kürtler üzerinde yarattığı “sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar”a bağlanmıştı. Silahsız Kürtlerin bu tepkisi silaha ve silahlı Kürtlere gösterilmiş ilk karttı ama rengi henüz kırmızı değildi.