Alper Görmüş

Popülist liderlere değil, onları seçene bak!

Popülist-otoriter liderlerin, meşruluğu tartışılmayan seçimleri kazanıp iktidara gelmeleri, şimdilik utangaçça ve üstü kapalı da da olsa genel oy sisteminin günümüz koşullarında isabetli olup olmadığı hususunda bir tartışmayı da tetikledi. Tartışmada, insanoğlunun modern demokrasiyle uyumlu olmadığını öne sürenler de var, popülist liderlerin seçimle geldiğini hatırlatıp “hırsızın hiç mi suçu yok” diye soranlar da...

Hazin bir Türkiye hikâyesi: Devlet sopasıyla bireyselleşme

İnsanlar, ait oldukları dinî ya da ideolojik cemaatin dışına düşmektense, beyinlerini ve kalplerini gemleyip, gerilim yaşamaya başladıkları cemaatlerinin içinde kalmaya devam ederler; bunun tersi nadirattandır. Böyle insanlar, ait oldukları cemaate vurulmuş dağıtıcı dış darbeleri bazen kendilerine bile itiraf edemedikleri bir memnuniyetle karşılarlar. Çünkü onların kişisel iradelerine kalsa asla terk edemeyecekleri cemaatlerini bu sayede terk etme imkânı bulurlar; hem de “hain” darbesi yemeden!

İktidarın ‘düşman’ sıralaması: Demirtaş, HDP, PKK

Yalan makinesi gibi bir “düşmanlık hissinin seviyesini ölçme makinesi” olsaydı ve iktidarı buna bağlayıp sorsaydık, makine sıralamayı şöyle yapardı: Demirtaş, HDP, PKK... Bunu iktidarın ve iktidar medyasının dilinden anlayabiliyoruz. Zaten en son 23 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce sergilenen performans böyle bir makine işlevi görmedi mi?

‘Gerçek’in başına gelen en büyük felaket: Deep fake (derin sahtelik)

Gerçek insanların asla söylemediği ve yapmadığı şeyleri söylemiş ve yapmış gibi gösteren ses ve videolar oluşturmak artık mümkün. Çünkü artık fotoğraftan (hatta tablodan) yüksek gerçekçiliğe sahip sahte videolar üretilmesine olanak sağlayan bir teknolojimiz var: Deep fake (derin sahtelik)... Deep fake’li bir dünyada siyaset bir kâbusa dönüşebilir.

Babacan’ın partisi: Maddesi belli değil ama ruhu belli

Sakin, hatta şimdiye kadar görmediğimiz kadar sakin bir parti... “Ben” değil, “Biz” diyen bir parti... Büyük “dava”ların değil, “küçük” toplumsal taleplerin güdülediği bir parti... Hamaset üzerinden değil somut başarılar üzerinden duygu ve heyecan üretmeyi hedefleyen bir parti...

Okur mektuplarıyla tarikat-cemaat-devlet tartışmasına devam

Gülen Cemaati tecrübesinden sonra, tarikat ve cemaatlerin tümden yasaklanması yönündeki eğilimler daha da güçlendi. Bu yasakçı yaklaşımı benimsemeyen liberal demokratların, tarikat ve cemaatlerin devlete sızma girişimleri karşısındaki tavırları nasıl olmalı?

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı toplu İslami seferberlik

AK Parti hükümeti tarafından imzalanmış olsa da, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı girişilen kampanya İslami kesimin neredeyse tamamını kapsıyor. Hükümeti her konuda destekleyen gazeteler ve yazarlar İstanbul Sözleşmesi söz konusu olduğunda laflarını kesinlikle esirgemiyorlar.

‘Wife of man’den türeyen ‘woman’ ya da kadın cinayetleri üzerine tuhaf bir deneme

Türkiye’de bir günlük gazete (Diriliş Postası) birinci sayfasının tamamını, esin kaynağı kadın cinayetleri olan bir manifestoya ayırdı. Ne var ki “Hanım” başlıklı manifesto, cinayetleri kınamak amacıyla değil, “Medeniyetimizde kadının yerinin Batı tasavvurunun hayalini bile kuramayacağı kadar yükseklerde” olduğunu anlatmak için kaleme alınmıştı...

Tarikat-cemaat-devlet: Sert laik ezberle de olmuyor, liberal ezberle de…

Sert laiklerin tersine liberal ve demokratlar tarikat ve cemaatlerin toplumsal meşruiyetlerini kabul ediyorlar. Fakat bilhassa Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığının idrak edilen sonuçlarından sonra onlar da ciddi bir soruyla karşı karşıya: Tarikatların ve cemaatlerin devletteki temsillerine dair eski liberal ve demokrat çözümler bugün de serâzâd savunulabilir mi?

Diyanet’in ‘Ortak nitelik kaybı’ ölçüsüyle ihraç ettiği imamlar

Diyanet, “ortak nitelik” ölçüsüne uygun bulup işe aldığı imamları daha sonra “ortak niteliği kaybetme” gerekçesiyle işten atabiliyor. Fakat hangi tür söz, tavır ve tercihlerin “ortak niteliği kaybetme” anlamına geldiğini öğrenince iş değişiyor; o zaman anlıyorsunuz ki, “ortak nitelik kaybı”, son yıllarda iktidarın belirlediği “normal”den sapanları süründürmek için kullanılan o muğlak kavramlardan biridir.

OYAK’ın İngiltere hamlesinin siyasal anlamı üzerine bir spekülasyon

Şayet “yeni Türkiye”nin eskiden hayal bile edilemeyecek bir gerçeği İktidar-OYAK ittifakı ise, bu ittifakın ilk büyük operasyonunun İngiltere bağlamında gerçekleşmiş olmasında da şaşıracak bir şey yok. Çünkü iktidar özellikle İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) çıkma sürecinin (Brexit) başlamasından sonra bu ülkeyle ikili ilişkilerine çok özel bir önem atfediyor (aynı şey İngiltere tarafı için de geçerli).

İmamoğlu’na ‘yetmez ama evet’ diyen ‘yetmez ama evet’ düşmanları

İmamoğlu’nun “yetmez ama evet”çi destekçileri, “Ya tam benim istediğim gibi davranırsın ya da desteğimi çekerim” şeklindeki mutlakçı tavırlarını esnetmezlerse, ileride kendileriyle tutarlı kalmak için her hatasında ondan uzaklaşacaklar, bu arada yaptığı olumlu şeylerin hiçbirini göremeyeceklerdir.

E, hani AK Parti’den hiçbir olumluluk sâdır olamazdı?

AK Parti “özsel olarak ‘yanlış’” olduğu için ondan herhangi bir olumluluk sâdır olamazdı... Böyle dediler ve AK Parti’nin başlangıç yıllarının “yanlış”ların yanı sıra “doğru”ları da içerdiğini savunanlara dünyayı dar ettiler. Şimdi “yeni AK Parti”yle tanıştıktan sonra ise iki AK Parti arasındaki “fark”ı vurgulamalara, partiyi terk edip yeni parti kurmaya girişenleri övmelere doyamıyorlar.

15 Temmuz sonrasında OYAK neden teğet geçildi? (3)

15 Temmuz’dan sonra iktidarın giriştiği “hallaç pamuğu” harekâtı sırasında ordu içinden gürültülü homurdanmalar yükselmedi, fakat paketin içinde OYAK da olsaydı, yani mesele doğrudan tek tek askerlerin ceplerini ilgilendirseydi işler iktidar için o kadar da kolay olmayabilirdi... Galiba OYAK istisnailiği esasen iktidarın bu gerçeği görmesinden kaynaklanan bir tavır olarak şekillendi.

15 Temmuz sonrasında OYAK neden teğet geçildi? (2)

Alternatifli cevaplardan biri Mısır örneğine nazireyle oluşturulabilir mi? Yani Erdoğan, askerlerin siyasi ve toplumsal gücünü geriletecek son derece radikal adımları atarken, ordunun bilhassa tepe noktasını bu tavizle yumuşatmak istemiş olabilir mi?

15 Temmuz sonrasında OYAK neden teğet geçildi? (1)

15 Temmuz’dan sonra askerlerin siyaset üzerindeki denetimlerini zayıflatmak için girişilen radikal adımları topluca gözden geçirince, o furyada OYAK’ın teğet geçilmiş olmasına dair sorular daha da önemli ve anlamlı hale geliyor.

Özeleştiriyle başlamak ve ona da ‘Gezi’yle başlamak?

Yeni bir siyasi hareketin, işe koyulurken eleştiriyle değil de özeleştiriyle başlaması hiç fena bir fikir değil. Bence, işe özeleştiriyle başlamanın doğru olacağını düşünen bir siyasi hareket için Gezi’den daha iyi bir neden bulmak zordur. Çünkü Gezi, iktidarın yönetemediğini yasaklama refleksinin ilk hamlesini oluşturuyor ve bu özelliğiyle bugünkü tek adam yönetiminin sembolik başlangıcına işaret ediyor.

Taban tabana zıt iki tarz-ı siyaset: Erdoğan ve Babacan

Erdoğan’ın son dört-beş yıldır sürdürdüğü ateşli “dava siyaseti”yle, Babacan’ın partisinden istifa mektubunda ortaya koyduğu “toplumsal taleplere odaklı” sakin siyaset arasında tam bir zıtlık var. Birincisi kaçınılmaz olarak otoriterlik, öbürü ise kaçınılmaz olarak demokrasi üretir.

Siyasette ‘kendi’ kadınlarını yardıma çağırma sırası Gülencilerde…

Türkiye’de bütün siyasal-toplumsal eğilimler, mücadelelerinin başlangıcında kadınları kamusal alanın dışında tutmaya çalıştı. Çünkü erkekler bunun bir süre sonra “başkaldırı içinde başkaldırı”ya dönüşeceğini biliyorlardı... Fakat zora düşünce “kendi” kadınlarını mücadeleye çağırmaya mecbur kaldılar: Müslüman ve Kürt kadınlardan sonra şimdi de sıra Gülen cemaatinin kadınlarında...

SETA fişlemesinin ‘aleni’ olmasının anlamı

SETA’nın yaptığı şey bir fişleme mi? Fişlemenin alenisi olur mu? SETA bu işi beceriksizliğinden, şaşkınlığından, Türkiye’yi okuyamadığından, yaptığının masum bir şey olduğunu düşündüğünden falan mı yapmıştır? Bu kadar büyük bir tepki alacağını hesaplasaydı yapmaz mıydı? Hadiseyi “kasıt” mı daha iyi açıklar “taksir” mi?

Meğer ‘sofular’ bile ‘biatçı’ değilmiş!

KONDA’nın araştırmasına göre, dindarlığı “sofu” mertebesinde olan seçmenlerin yüzde 20’si 23 Haziran seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş. Yıllardır, “biat kültürü” nedeniyle AK Parti’ye oy vermek dışında herhangi bir siyasi davranış biçimi sergileyemeyecek bir kitlenin varlığından söz edenler bu sonucu nasıl tevil edecek acaba?

Muhafazakarlığın Fatih ve Başakşehir halleri

İrfan Özet’in FATİH BAŞAKŞEHİR / Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus başlıklı kitabı, muhafazakâr dünyadaki sınıfsal ayrışmayı gözler önüne seren esaslı bir saha araştırması... Yazar, muhafazakâr cemaat içinde “dayanışmacı kapanma”nın temel sosyal eğilim olduğu 20. Yüzyılın son yarısını Fatih üzerinden ele alırken, “dışlayıcı kapanma”nın temel sosyal eğilim haline geldiği yeni dönemi Başakşehir üzerinden anlatıyor.

Yeni fay hattı: Her partiden İstanbullular ve İstanbul’daki Suriyeliler

İstanbul’daki seçimlerin hemen görülüveren sonuçlarının yanı sıra henüz gündeme gelmeyen fakat etkileri çok büyük olacak bir sonucu daha var: İstanbul’daki Suriyeliler ile her partiden İstanbullular arasında şimdiye kadar yaşanan gerginlikler yeni ve çok daha sert biçimler alacak. Çünkü artık, belediye bugüne kadar partilerinde olduğu için hoşnutsuzluklarını gizleyen AK Partililer de seslerini yükseltecekler; başladılar bile.

Havuz problemi, içki problemi ve Ekrem İmamoğlu

Çok ve çoğul tercih imkânı sağlam bir demokrasi ölçüsüdür ve kamu otoritesi, toplumsal kesimlerin taleplerini değer yargısı atfetmeksizin karşılamakla yükümlüdür. Kanaatimce İmamoğlu havuz probleminde demokrat, içki probleminde ataerkil-otoriter bir tutum sergilemiştir.

AK Parti geri dönüşü olmayan yolda mı? Evet!

İdeolojik kılıf giydirilmiş (dava haline getirilmiş) siyasi çizgileri değiştirmek, toplumsal talepleri karşılamaya odaklanmış daha iddiasız siyasi çizgileri değiştirmekten çok daha zordur. Çünkü bu tür siyasi çizgiler fazlasıyla inanç yüklü hale gelmişlerdir; bunlarda değişime gitme çabasını biraz abartıyla dinde reform yapma çabasına benzetebiliriz.

AK Parti ve CHP birbirlerinin dillerini devralmış gibi…

31 Mart seçim kampanyası ile onu izleyen ikinci tur İstanbul seçimi kampanyasını izlerken zihnimde bölük pörçük bir imaj uyandı. Sanki CHP’nin kampanyası AK Parti’nin eski kampanyalarını; AK Parti’nin kampanyası da CHP’nin eski kampanyalarını andırmaya başlamıştı.

Dile getirilmesi ‘cool’ olmayan işkence ve kaçırma iddiaları…

Biz, bize benzemeyenlerin, bizimle aynı görüş ve duyguda olmayanların maruz kaldıkları kötülükler karşısında ne yapıyoruz? Kötülüğe itirazda samimiyet ölçüsü budur. Bu ülkenin siyasetçileri, aydınları, gazetecileri, “FETÖ’cünün işkence görmesi, kaçırılması benim vicdanımı yaralamaz”dan başka bir anlama gelmeyecek derin suskunluklarından ötürü ileride muhakkak çok büyük bir pişmanlık duyacaklar.

İstanbul seçimi ve tekinsiz iddialar… Ne yapmalı?

Muhalefet, 23 Haziran seçimlerine dair zihinlerde dolaşan tekinsiz ihtimallere karşı nasıl bir tutum geliştirebilir? İktidarın bu yöndeki eğilimlerinden bahisle kamuoyunu bugünden “uyanık olmaya” ve oltanın ucundaki yemi yememeye davet etmek mi doğru olur, yoksa bunları hiç dillendirmemek mi?

YSK gerekçesi: İmamoğlu’nun haklılığını belgeleyen bir metin

Yüksek Seçim Kurulu’nun 31 Mart İstanbul seçimini iptal gerekçesi, seçimin iptal edilmesi gerektiğini savunan iktidar partisinin inandırıcılığına çok ağır bir darbe niteliğinde. Gerekçe o kadar zayıf ki, bu haliyle Ekrem İmamoğlu’nun mağduriyetini tahkim etmek dışında hiçbir işlev göremez. AK Parti’nin işi bundan sonra çok daha zor.

Kıyaslamalı insan kaybetme vakaları: 28 Şubat’ta ve günümüzde…

İktidar ve destekçisi basın 28 Şubat’la bugünlerin kıyaslanmasından nefret ediyor ama galiba bu nefret, şimdinin birçok açıdan 28 Şubat’tan gerçekten de daha kötü olduğunu bilmelerinden ve tersini savunmak zorunda olmalarından kaynaklanıyor. Onlar, mesela hukuksuzluğun en korkunç biçimlerinden biri olan “adam kaçırıp kaybetmeler” üzerinden bir kıyaslama yapsalardı acaba ne görürlerdi?