Alper Görmüş

Laik-seküler temelli muhalefet olmasaydı, büyük ihtimalle Türkiye de Putinleşirdi

Bütün otoriter iktidarlar iktidarlarını daha da mutlaklaştırmaya kuruludur; bunun sınırını muhalefetin gücü belirler. Mutlaklık ölçüsü olarak ‘Putinleştirme’yi alırsak, “Rusya neden Putinleşti de Türkiye direniyor” sorusunun cevabı ne olur? Gürbüz Özaltınlı, bu süreçte Türkiye’deki laik-seküler kesimlerin direnişinin rolünün “ihmal edilmemesi gerektiğini” yazdı. Ben bir adım daha atıp şöyle diyeceğim: Bu rolün, başka rollerin yanı sıra zikredilmekten çok daha fazlasını hak eden bir önemi vardı; temel önemdeydi ve devrede olmasaydı büyük bir ihtimalle Türkiye de Putinleşirdi.

Seküler hayat tarzının gizli çekiciliği ve otoriterliğe karşı direnişteki rolü

Gündelik hayatı yaşama biçimini koruma güdüsü, iktidarların onu değiştirme, dönüştürme arzusundan daha güçlüdür. Türkiye’de seküler kesimlerin muhafazakâr-otoriter iktidarın kendi yaşam tarzlarına müdahalelerine gösterdiği direniş bu gerçeği bir kez daha teyit etti. İlaveten: Gündelik hayatın seküler tarzının dindarlar için de gizli bir çekiciliği vardır ve muhafazakâr-otoriter bir iktidar seküler hayat tarzlarını kısıtlama eğilimine girmişse, bunda bunu bilmesinin ya da sezmesinin de önemli bir payı vardır. Yani muhafazakâr-otoriter bir iktidar seküler hayatı frenleme çabasına girdiğinde karşısında biri açık öbürü gizli-örtülü iki ayrı direniş cephesi bulur.

Devlet-millet-CHP: Liderlik kararlıysa denklemi dönüştürmenin tam zamanı

“Milletin partisi AK Parti”nin yıllardır süregelen ve artık dozu iyice kaçmış ‘devlet’ kutsamaları ve devlet adına yapılan tehditler AK Parti’nin içinde bile itirazlara uğruyor… CHP tabanı ise bir zamanlar ‘devlet’e karşı beslediği muhabbetin çok uzağında; çünkü artık devlet ‘bizim’ değil ‘onların’… Ve tabii büyük seçim zaferiyle özgüven ve prestij kazanmış, bu yönüyle tercihlerinin tabanda teveccüh görme ihtimali misliyle artmış bir liderlik… İşte bu tablo CHP liderliğine CHP-devlet ilişkisini yeniden düşünme hususunda büyük bir imkân sağlıyor. Yani: Liderlik kararlıysa denklemi dönüştürmenin tam zamanı.

CHP’nin sırtındaki ‘devlet gömleği’ ve Özgür Özel’in tarihi önemdeki sözleri: “Devlet-millet-CHP”

“Sayın genel başkan, nasıl kazandınız?..” “Birçok doğruyu birlikte yapıp bazı yanlışlardan uzak durarak… En temelini söyleyeyim, inandığım, en özünde olanı… Bunu bizim MYK’ya da anlattım. Devletle millet yarışırsa millet kazanır. Kurucu irade refleksi bazen CHP’nin gündelik yöneticilerini hep devletin tarafında olmaya itiyor. Devletin tarafında olduğunuzda milletin tarafında bazen olamıyorsunuz. Biz bu seçimde milletin tarafında yer aldık, onlar devletin tarafında yer aldı. Bütün dünya siyasetinde böyledir bu. Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır.”

Seçim sonuçları ‘gericiliğin asla değişmeyecek özü’ teorisini ne kadar zayıflatır?

Yaklaşık çeyrek yüzyıldır her seçim sonrasında sergilenen “Bu kökten gerici halkla mecburen buraya kadar”cı fikriyat ilk kez bu seçimde tedavüle sokulmadı (sosyal medyada bile!) Çünkü iktidarı protestonun öne çıktığı seçim bu defa onları memnun eden bir sonuç yarattı. Bu sonuç ‘gericiliğin asla değişmeyecek özü’ teorisini ne kadar zayıflatır?

İki seçim arasında yapay zekâ çağ atladı ama iktidar çevrelerinin ‘sahtegerçek’ üretimi zayıf kaldı; son gün atağından korkmalı mıyız?

14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden neredeyse bir yıl geçti ve bu arada başta yapay zekâdaki sıçramalı ilerlemeler olmak üzere digital teknolojideki gelişmeler sahtegerçek üretimi sektörünün eline çok sayıda ilave imkân verdi. Ne var ki, Türkiye yeni bir seçime giderken iktidar kanadından bu imkândan faydalanma yönünde bir eğilim göremiyoruz. Dileyelim böyle bir şeye tevessül edilmesin, fakat varsa bir hazırlık, bunun seçimden önceki son bir-iki günde sahaya sürüleceğini tahmin etmek zor değil. İktidar mensuplarının kendileri hakkında böyle kuşkuların dile getirilmesine alınma, kızma hakları yok. Bunu son seçimde amatörce yaptılar, şimdi de profesyonelce yeni bir atak geliştirmelerinin ihtimal dahilinde olduğunu düşünme hakkımız var.

Dedim: “İstanbul, umudun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı…” Demedim: “Otoriterlikten çıkışın formülü İstanbul…”

Geçtiğimiz günlerde İstanbul seçimlerinin kazanılmasının seküler muhalefetin yerlerde sürünen umudunun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı olduğunu savunan iki yazı kaleme aldım. Fakat Gülçin Avşar bunu te’vil ederek benim İmamoğlu’nu ve İstanbul seçimini “otoriterlikten çıkışın formülü” olarak gördüğümü öne sürmüş. Oysa bu ikisi arasında dağlar kadar fark var. Avşar’dan başka goller de yiyorum: Muhalefet etmeyi “Erdoğan’ın hakkından gelebilecek kişi seviyesinde görmek” gibi, “Erdoğanizm’le yerleşmiş karizmatik liderliğin kurumsal olarak devam etmesini” onaylamak gibi…

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (7): İlhan Selçuk’un başlangıçta önerdiği muhalif çizgi benimsenseydi ne olurdu?

AK Parti’nin son 10 yılını idrak ettikten sonra bugün televizyonlarda muhalif figürlerin iki 10 yıl arasındaki farklardan söz etmesi artık sıradan bir iş. Fakat bu kişilerin ilk 10 yılda sanki şimdiki AK Parti’yi eleştiriyormuş gibi konuştuklarını hatırlamak çok öğretici. Bu pratik bizi bu dizinin sorduğu sorulardan birine taşıyor: Acaba laik-seküler muhalefet ilk 10 yıldaki “reformcu AK Parti”yi hadi desteklemedi, hiç değilse ona ‘düşman’ muamelesi yapmasaydı farklı bir yakın tarih yaşayabilir miydik? Ya da: Yaşandığı günlerde üstü özenle örtüldüğü için şimdi duyunca “böyle şeyler mi olmuştu” diye hayrete düşeceğiniz şey gerçekleşip de İlhan Selçuk’un başlangıçta önerdiği muhalif çizgi benimsenseydi ne olurdu?

Başkalarını İslam’a saygılı olmaya zorlamak, dindarların inançlarına duydukları güvene dair nasıl bir ölçü veriyor?

10 yıl önce birçok Avrupalı Müslüman genç “günah dolu bir seküler hayat”la inançları arasındaki mesafeden kaynaklanan gerilimden, şüpheden, pişmanlıktan kurtulabilmek için Müslümanlıklarını çok sert bir pratikle dışa vurmuş, son aşamada IŞİD’e katılmış, başkalarını da kendileri gibi olmaları için onlar üzerinde şiddet uygulamıştı. Ne var ki yaşattıkları zorbalık inançlarının gücüne duydukları güveni değil, o inancın gereklerini yerine getirememiş olmanın yol açtığı duyguyu ödünleme gayretini yansıtıyordu. Tabii büyük bir doz farkı var ama bu tecrübe, ülkemizde seküler yaşam biçimini benimseyenlere İslam’a saygılı olmayı dayatan dindarların da benzer bir ruh hali içinde olduğunu gösteriyor.

İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı

Bir duygu olarak umudun var kalmaya davam etmesi, geleceğe dair ona yüklediğimiz olumlu anlamların bir garantisi olmasa da önemlidir. Mevcut gerçeklik içinden üretilmiş bir umudu, barındırdığı soru işaretleri ve problemler nedeniyle ‘sahte’ diye niteleyip nur topu gibi bir umuda ebelik edeceği beklentisiyle bir umutsuzluk dönemini ehven-i şer bulmak siyaset değil. İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya davam etmesinin biricik imkânı; sonrasına bakılır.

Nuri Bilge Ceylan kötümser değil karamsar; öğretmen Samet ‘kötücül ve karanlık’ değil, insan…

İnsana baktığında ilk gördüğü şey iç sıkıntısı ve huzursuzluk olan bir sanatçı doğal olarak en çok bunu anlamak ve anlatmak ister. Evet, Nuri Bilge Ceylan’ın karakterleri huzursuz ve sıkıntılıdır fakat bu onları ‘kötücül ve karanlık’ yapmaz. Ya da şöyle diyelim: Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki karakterler üç aşağı beş yukarı bizim kadar ve çevremizdeki başka insanlar kadar ‘kötücül ve karanlık’tır, fakat bunun ‘normal’ olduğunu kabullenmek zor çünkü o zaman kendimizin de o karakterler kadar ‘kötücül ve karanlık’ olduğunu kabul etmiş olacağız.

Laik-seküler muhalefet için nihilizm köprüsünden önceki son çıkış: İstanbul seçimi

Başta CHP tabanı olmak üzere laik-seküler muhalefet AK Parti’nin uzun iktidar dönemini -arada umutlandığı anlar olsa da- giderek koyulaşan, zaman zaman nihilizm boyutlarına varan bir umutsuzluk duygusunun eşliğinde idrak etti. Sürecin en umutlu ânı olan 14-28 Mayıs seçimlerindeki ağır travmayı da hesaba katarsak, geldiğimiz noktada bu nihilizmin belirsiz bir süre boyunca kalıcı hale gelmesini önleyecek tek bir imkân kalmış görünüyor: İstanbul’un kazanılması… Hal böyleyken, Kılıçdaroğlu ve etrafının muhtemel bir 31 Mart yenilgisi üzerine hesap yapması akıl almaz görünüyor. Peki ‘hal’ gerçekten böyle mi? Başta CHP tabanı olmak üzere muhalefetin gel-gitli 20 yıllık depresyon tarihi bu sorunun cevabının ‘evet’ olduğunu söylüyor.

“Yerelde bizim adayımızı seçmezsen…”: Erdoğan’ın ölümcül kozu büyük bir hayra da yol açabilir büyük bir şerre de…

Erdoğan, bu seçimin ‘konu’sunun halkın karşı karşıya bulunduğu bir ikilem olduğunu ısrarla vurguluyor: “Yerelde ya bizim adayımızı seçersin ya da devlet imkânlarından mahrum kalırsın…” 31 Mart gecesi yaşanacak bir iktidar zaferi, halkın Erdoğan’ın güç politikası karşısında beyaz bayrak çektiğinin ilanı anlamına gelecek. Tersi durumda ise seçmenler şöyle demiş olacak: Sen güçlü olabilirsin ama gücünü kullanarak bizi her şeye razı edebileceğini sanma!

Kötülüğün şeffaf hale geldiği o anlardan biri: 387 hâkim ve savcının göreve iadesine tepkiler

En muhkem delili istihbarat raporları olan, ‘duyum’ların da önemli bir rol oynadığı 5 bin kişilik “FETÖ’cü hâkim ve savcılar” listesinde 387 kişilik bir ‘hata’yı bunların hiçbirinin dosyasına bakmadan mahkûm etmek ancak ipini koparmış bir kötülüğün eseri olabilir… CNN Türk stüdyosunda moderatör, stüdyodaki üç konuktan ikisinin, çok özel koşullarda verilen beş bin hâkim ve savcıyla ilgili kararlardan bazılarının ‘yanlış’ olabileceği, keza 5 binde 387’nin oransal karşılığının da gayet makul olduğu yolundaki görüşüne isyan ediyor: “Ya 387’den 10’u FETÖ’cü olsun, 10 diyorum ya, yetmez mi?”

Erdoğan’ın ‘bunu nasıl söyler’ dedirten sözleri için tek maddelik bir anlama kılavuzu: Gücün cezbesi

Bugünlerde şöyle soruların cevabının peşindeyiz: Erdoğan, varsaydığımız ahlaki kodlarla düşündüğümüzde olumsuz tepki toplayacağı apaçık olan, bu anlamda ‘kendi ayağına kurşun’ niteliğindeki çıkışlarının düşünülenin tam tersine kendisi ve partisi için ‘iyi’ olacağı sonucuna nasıl varmış olabilir? Bize tuhaf görünen, ‘bunu nasıl bilmez, bunu neden göze alıyor’ dedirten şeyin arkasında nasıl bir rasyonalite var? Var mı? Bizim bilmediğimiz bir şeyi mi biliyor, bizim farkında olmadığımız bir şeyin mi farkında?

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (6): 20 yıl önce: Yine ‘beka’ ve ‘gayri milli’ suçlamaları, fakat bu defa suçlanan iktidar

Yine ne kadar çok benzerlik var: O zaman da ‘misyoner tehlikesi’ vb, manipülatif amaçlarla üretilmiş ‘beka’ kaygıları varmış fakat o dili iktidar değil muhalefet kullanıyormuş… Keza o zaman da ‘gayri milli’ birileri varmış ve başka birileri onları ‘vatan haini’ diye damgalıyormuş. Bir farkla ama: O zaman iktidardakiler ‘gayri milli’ imiş, şimdiyse muhalefettekiler… Böylece anlıyoruz ki rakibini alt etmek için hukuk dışı yollara tevessül edenlerin yöntemleri de aynıymış; rakiplerini ülkenin bekasını tehdit etmekle, gayri milli olmakla suçlarmış.

Otoriter liderlere karşı geliştirilen çareler: Teknokratik liberalizm, ‘daha az halk’ formülü, bürokratik sosyalizm

Otoriter liderlere karşı geliştirilen ve henüz nüve halindeki ‘çare’lerin taşıdığı radikal ton aslında hiç şaşırtıcı değil, çünkü neticede kültürel sınıflar arasındaki bir mücadeleyle karşı karşıyayız. Kimse kimseye iktidarını kavgasız-dövüşsüz teslim etmez. Bu ‘sınıf savaşı’nın önümüzdeki yıllarda daha da keskinleşeceğinden kimse şüphe etmemeli.

Trump bugün başlayacak dava ile hal’edilirse buna ‘demokrasilerin kendisini savunma hakkı’ mı diyeceğiz?

Popülist-otoriter liderlerin seçimle iş başına gelebilmelerinin yarattığı kaygı, demokrasinin işletim sistemi olan genel oy sisteminde artık işlemeyen bir şeylerin olduğunu imâ eden ve buradan da popülist liderlerin iktidara gelmelerini engelleyecek, gelseler de yönetmelerini sınırlayacak ‘bürokratik’ çare önerilerine varıyor. Tartışma elbette “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi” düzeyinde yürümüyor fakat onu da andırmıyor değil.

Alev Alatlı mı iktidara benzedi iktidar mı Alev Alatlı’ya?

Acaba Alev Alatlı’nın devlete yaklaşmasının nedeni Mustafa Öztürk’ün dediği gibi salt devlet katında saygı ve itibar görme arzusu muydu yoksa iktidar ve devlete zamanla hâkim olan düşünceyle kendi düşüncesi arasındaki irtibat ve benzerlik mi? Gerçi her iki durumda da o kişiye entelektüel diyemeyiz ama ikisi arasında bir fark olduğu da muhakkak. Birincilerin ‘persona’ları (maskeli kişilikleri) güçlü kişilikleri zayıftır, fakat ikinciler için aynısını söyleyemeyiz, onlar esasen samimiyetle inandıklarının peşindedir. Ben, Alev Alatlı’nın ikinci kategoriden bir devletsever olduğunu düşünüyorum.

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (5): 2007 için zemini yumuşatma kampanyaları, 2003-2006

Türkiye'de siyasi iktidarın “geçici” olmadığı, tam tersine başka alanlarda da (ekonomik, sosyal, belki kültürel, vb.) iktidar kaymaları yaratabilecek bir güçte ve kapsayıcılıkta olduğunun ortaya çıkmaya başladığı 2004-2005'ten itibaren yalnız iktidardaki siyasi sınıfa değil onlara oy veren toplumsal kesimlere karşı da korku-nefret karışımı bir duygu oluştu. Bu durumda, siyasal ve sosyal alanlara girmeye başlayan yeni iktidar sahiplerine karşı mücadelenin neye dayandırılacağı da kendiliğinden ortaya çıkıyordu: Bu duyguyu daha da büyütmek, bu yolla mevcut iktidarla onun temsil ettiği sosyal sınıfları düşmanlaştırmak ve sonunda onları geldikleri yere göndermek!

Kürtler, Selahattin-Başak Demirtaş ve muhalif aydınların telaşı

DEM’in İstanbul’da aday çıkarması, hele hele Başak Demirtaş gibi güçlü bir aday çıkarması ihtimali muhalif kanaat önderlerinde bariz bir telaşa ve sinirliliğe yol açmış durumda. Bu telaş kendini, Kürtlerin ve Demirtaş’ın “otoriter iktidara karşı direnmeye çalışan demokrasi ve özgürlük cephesine ihaneti”ne dair yazılar, görüşler, sosyal medya mesajlarıyla ortaya seriyor. Bu, örneklerine daha önce de rastladığımız tipik bir ‘modern’ aydın tavrı: Başkalarının tatminini kendi tatminleri kadar ‘kıymetli’ görmüyorlar ya da başkalarının tatmininin de ‘kıymetli’ olabilmesi için o tatminlerin kendi tatminleriyle uyumlu olması gerekiyor.

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (4): Depresif-paranoyak milliyetçiliğin altın yılı, 2005

AK Parti, zihin kodlarındaki bulanıklık nedeniyle ilk yıllarında iktidarına yönelik provokatif eylemlerin doğasını doğru değerlendiremedi. Geçtiğimiz bölümlerde, bildiri dağıtmak isteyenlere yönelik linç girişimlerini ‘halkın hassasiyetleri’ gerekçesiyle haklı bulması demokratik hak ve özgürlükler konusundaki bulanık bakışının sonucuydu. Linç girişimlerini izleyen depresif-paranoyak milliyetçiliğe karşı da İslamcılığına bulaşmış milliyetçiliği nedeniyle gerekli tepkiyi vermedi, hatta yer yer duygudaşlık içine girdi. Sonraki bölümlerde ele alacağımız ülke çapındaki ‘misyonerlik karşıtı kampanya'da da aynı şey oldu.

Hrant Dink’i ölmeden evvel öldüren dava ve Türk önyargı sistemi

“Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarda mevcuttur…“ Bu cımbızlanmış cümleyle Hrant Dink’i ‘Türklüğe hakaret’ten mahkûm etmek nasıl bir şeydi biliyor musunuz? Hani ‘Abdest almadan namaza durmayın’ diyen birini şeriat mahkemesinde ‘namaza durmayın’ dediği gerekçesiyle cezalandırmışlar ya, işte tam öyle bir şeydi. Hrant Dink, yazısında ‘Türklerin kanının’ değil, tam tersine ‘Ermeni kimliğindeki Türk algısının zehirli olduğunu’ savunuyordu. Ölümünün 17. yılında Yargıtay’ın ‘imkânsız’ kararını bir daha hatırlayalım.

Kürt sorununda mağdur adına şiddet: ‘Soyun o zaman, dövüşeceğiz’in meşruiyeti kaldı mı?

Kürtler adına sürdürülen şiddete dayalı hak arama yönteminin meşruiyetine ve bu meşruiyetin sınırlarına dair 30 yıldır yazdığım yazılarda zaman zaman kullandığım bir Ortaçağ hikâyesi var. Şimdi, yine bir seçim arifesinde PKK’nın şiddet eylemlerinin yeniden bir numaralı gündem maddesi olduğu mevcut koşullarda yöntemin meşruiyetine o hikâyedeki ölçüyle bir kez daha bakmak istiyorum.

Çaresiz bıraktığından minnettarlık devşirmece: Sabahları çorba, Cumaları etli pilav

Benim ölçülerimle ahlaki açıdan en kötü yönetim, kendi beceriksizliği (ya da ideolojisi, zihniyeti vb) nedeniyle mutsuz ettiği, çaresiz bıraktığı insanlara birtakım çerezler sunan ve bunlardan dolayı kendisine minnettarlık duyulmasını bekleyen yönetimlerdir. Böyle iktidarları, sert-gaddar sorgucudan sonra elinde su şişesiyle sorgu odasına giren, sorgulananın varoluşsal zaaflarını sömürerek onu çözen ‘nazik, anlayışlı’ sorguculara benzetiyorum ve öfke duyuyorum.

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (3): 2005, ülke aniden ısınıyor, ısıtılıyor…

2005'ten itibaren ülkede ilginç bir şey olmaya başladı... Sanki, 2003-2004 darbe girişimcilerinin günlüklerinde anlattığı, arzu ettiği şey olmaya başlamış, ülke, içlerinden kesif provokasyon kokusu yayılan birtakım eylemlere, gösterilere sahne olmaya başlamıştı. Trabzon’daki milliyetçi link girişimine Başbakan Erdoğan’la TBMM Başkanı Bülent Arınç’tan gelen taban tabana zıt iki tepki, AK Parti’nin başlangıçta bir ‘koalisyon’la yönetildiğinin en net kanıtıydı.

Kızıl Goncalar’dan tarikatların rahatsız olmasına değil seküler kesimin rahatsız olmamasına bak!

Kızıl Goncalar dizisinin -tarikat ya da imam hatip mensubu- dindarları arasında ‘hoşgörüsüz’, ‘katı’ ve ‘kötü’ karakterler mevcut ama onlardan daha fazlası dizinin laik-seküler tiplemelerinde var. Ne var ki diziye “bizi kötü gösteriyor” diye sadece İslami kesimden tepki geldi. Bu tepki iktidar konumundaki dindarların kibirli ve yasakçı tavırlarına bağlandı, ki doğruydu. Peki en az öbürleri kadar ‘kötü’ temsil edilen laik-seküler kesimin diziye itiraz etmemesinin nedeni onların hoşgörülü-özgürlükçü tavırları mı yoksa o temsilde bir sorun görmemeleri mi?

Süper Kupa finalinin iptaline tepkiler: Hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışının muhalif versiyonu

Süper Kupa finalinin iptalinin ardından yaşananlar, ülkenin tasavvur edilebilecek en büyük lanetlerden birine dûçar olduğunu bir kez daha gösterdi: Türkiye, yalnızca eksik hakikate değil, yeri geldiğinde hakikatin düpedüz çarpıtılmış biçimlerine dahi gönüllü müşteri olmaya hazır ikiye bölünmüş bir toplum ve bu defa olgunun muhalif versiyonuna tanık oluyoruz. Muhalifi muvafıkı fark etmiyor, hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı ya da ‘faydalı’ görmezlikten gelinmesi her iki kesimi de içten içe çürütüyor, birbirlerine yönelttiği eleştiriyi sıfırlıyor.

İktidarın Kürt meselesi ve laiklik faylarında kurguladığı tuzaklar: CHP birincide iyi gidiyor, ikincide tabanı nedeniyle işi zor

AK Parti iktidarı Türkiye’nin iki başat fay hattı olan Kürt meselesi (“bunlar terörle iş tutuyor”) ve laiklik eksenli kutuplaşma (“bunlar iktidara gelirse dininiz-diyanetiniz kalmaz”) üzerinden etkili bir propaganda yürütüyor. Kemal Kılıçdaroğlu, büyük hataları bir yana, en azından niyet olarak ‘Baykalizm’in düştüğü tuzağa düşmedi ve iktidarın bu araçları kullanamayacağı bir söylem geliştirmeye çalıştı. CHP’nin yeni liderliğinin bu alanlarda ne yapacağı merak ediliyordu, şimdilik görünen şu: Birincide iyi gidiyor, ikincide tabanı nedeniyle işi zor.

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (2): Mayıs 2003, ülkenin saygın anayasa profesörü: “Ne yapılacaksa beş ay içinde mutlaka yapılmalıdır

“Anayasa’ya Giriş” kitabının yazarı, Anayasa hukukçusu Prof. Mümtaz Soysal 19 Mayıs 2003’te Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı Sekseninci Yıl başlıklı yazısında seçimle gelmiş beş aylık iktidarın hal’edilmesi için çağrıda bulunuyor: “Sekseninci yıla girişe şunun şurasında beş ay kaldı. Gelecek 29 Ekim'in çelişki dolu olacak ve sinsi bir cenaze namazına benzeyebilecek olan o görüntüsü yaşanmak istenmiyorsa, ne yapılacaksa o zamana kadar mutlaka yapılmalıdır.”