Alper Görmüş
Erdoğan yine ‘sıfır muhatap’ dedi, ‘iki muhatap’ öneren Bahçeli’den ayrıştı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’ye tam destek verdiği yorumları yapılan Meclis grubu konuşmasında ortağının iki ‘meşru’ muhatabını da anmadı. Bu aslında ciddi bir farklılığa işaret ediyor. Bana öyle geliyor ki Erdoğan grup konuşmasında bir yandan bu farkı görünür kılmak, bir yandan da arada bir görüş ayrılığı, bir çatlak olmadığını göstermek istedi ve bu amaçla da Bahçeli övgüsünü aşırı ölçülerde abarttı. Öte yandan Erdoğan bir muhatap da telaffuz etti: Kürt halkı. Ne var ki muhatabın ‘Kürt halkı’ olduğunu söylemek aslında ‘sıfır muhatap’ anlamına geliyor.
‘Hendek’ tecrübesi Kürtlerin PKK’nın ayaklanma çağrılarına muhtemelen hiçbir zaman icabet etmeyeceğini ima ediyordu
Kandil’in anlamadığı, anlamak istemediği şey, dünyadaki bütün militanca mücadele içinde olanların anlamadığı, anlamak istemediği şeyle aynı: Kitleler sadece çok istisnai durumlarda militanlaşır. Direnişçi ile uğruna mücadele ettiği kitleler arasındaki ilişki gerilimli bir ilişkidir. Kitleler, hiçbir zaman direnişçinin arzu ettiği kıvama gelmez, meğerki “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri” kalmasın; ki bu da gerçek hayatta pek rastlanan bir şey değildir.
Devlet Türkleri barışa ikna edebilir fakat Kandil Kürtleri savaşa ikna edemez
İktidarın ve devletin Öcalan ve DEM Partisi üzerinden yürütmeye çalıştığı Kürtlerle barış hamlesi: Şu anda küçük milliyetçi partilerden ‘solcu’ televizyon sunucularına uzanan geniş bir yelpazede yoğun bir ‘istemezük’ kampanyası yürüyor ve kamuoyu önemli ölçüde bu kampanya üzerinden şekilleniyor. Son saldırı onların elini çok güçlendirdi. Bugünün iki sorusu şöyle: 1. Bu propaganda böyle sürer gider mi yoksa girişimi başlatan devlet onu dengeleyecek bir propaganda mekanizması oluşturabilir mi? 2. Silah bırakma niyetinin olmadığı anlaşılan Kandil, Kürtleri ‘savaşa devam’a ikna edebilir mi?
İktidar Türkiye için büyük bir şey mi başlatıyor, yoksa kendi dar çıkarları için manipülasyon ve istismar peşinde mi?
Devlet Bahçeli ve Erdoğan’ın ‘DEM açılımı’nı her şeyin çok güzel olacağı yeni bir dönemin ilk adımı olarak görmek ne kadar aceleci bir değerlendirmeyse, olan biteni “Erdoğan’ın herhangi bir hamlesinin ancak ve sadece onun ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak güdüsüyle açıklanabileceği” ezberine müracaatla anlamlandırmaya çalışmak o kadar sorunlu.
Bütün ideolojileri dikine kesen bir siyasal davranış biçimi: “İçeride muhalif, dışarıda Türkiye’nin partisi…”
Bütün ideolojileri dikine kesen siyasal davranış biçimlerimiz var; toplumun sağcı-solcu, dindar-laik bütün kesimleri küçük doz farklarıyla bu davranış biçimlerini paylaşıyor. Böyle bir yaygınlık ancak ideolojileri aşan, kültüre hatta zihniyete dair ortak paydaların varlığı koşullarında ortaya çıkabilir.
Erdoğan’ın “bunu nasıl söyler” duygusu uyandıran tuhaf sözlerini nasıl izah edebiliriz?
“En düşük emekli maaşını 10 bin TL yapıyoruz ve bu yılı Emekliler Yılı ilan ediyoruz…”, “Yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır…", “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse o şehre herhangi bir şey gelmez…” Ülke bu haldeyken yönetimin en tepesinde oturan kişi nasıl böyle konuşabiliyor? Şuursuzluk mu, gaf mı, samimiyet krizi mi? Yoksa bu topluma dair hiçbirimizin bilmediği bir şeyi sadece o biliyor ve o sayede mi böyle serâzâd konuşabiliyor.
Dini siyaset aracı olarak kullanan siyasi figürler dine ne yapar?
Geniş toplumsal kesimlerin dinî-ideolojik ‘teori’lere dair algıları, önemli ölçüde teoriyi taşıyan elitler üzerinden şekillenir. O elitlerin hayatı yaşama biçimleri ve davranışları ‘sıradan’ insanların dinle-ideolojiyle kurdukları bağın güçlenmesinde ya da zayıflamasında önemli bir rol oynar. Dinlerin ya da ideolojilerin önerdiğiyle, onları taşıyanların hayatları arasındaki makas ne kadar açılırsa, teoriye duyulan kuşku o ölçüde büyür.
Abdülhamid’den Erdoğan’a: Dine yöneliş neden İslam’ın gürültülü yıllarında değil de sessizce yaşandığı dönemlerde arttı?
19. yüzyılın son çeyreğiyle (Abdülhamid) 21. yüzyılın ilk çeyreği (Erdoğan) İslam’ın devlet propagandasıyla ve gayretiyle yükseltilmeye çalışıldığı dönemler olarak öne çıktı. Buna mukabil bu iki dönem arasında yer alan bir yüzyıl boyunca İslam devlet tarafından desteklenen değil, baskılanan bir tarih yaşadı. Çelişkili gibi görünse de, dine yöneliş İslam’ın gürültülü propaganda yılları olan birinci ve üçüncü dönemlerde değil de devlet baskısı altında sessizce yaşandığı ikinci dönemde arttı.
Dindarlar neden çocuklarını “Hulusi Akar Eğitim Sistemi”nden uzak tutmalılar?
Kendi çocuklarına değer aktarmak isteyenler, bitmez tükenmez tekrarların, yoğun ve bıktırıcı ‘yükleme’ seanslarının çocuklar üzerinde amaçlananın tam tersi sonuçlar üreteceğini bilmeliler. Türkiye’nin muhafazakâr iktidar tecrübesi bu açıdan ders niteliğinde sonuçlar üretti ama bir patikada fazlaca yol alıp da geri dönüş imkânı tükenince o patikanın doğru patika olduğunu savunmaktan başka çare kalmayabiliyor. Hulusi Akar Eğitim Sistemi, böyle bir çaresizliğin önerisi olarak duruyor karşımızda.
Normalleşme çöktü çünkü iktidarın aklının, muhalefetin kalbinin işletim sistemi kutuplaşmaya ayarlı
Son birkaç yazımda Erdoğan’ın önünde kutuplaşmadan ve sertlikten başka bir yol olmadığını, buradan da çıkamayacağını öne sürmüş, kendimce nedenlerini anlatmıştım. Bugün de -Dilruba Kayserilioğlu olayının ve teğmen kılıçlarının sahnesinde- tabandaki birikmiş ve taşlaşmış duygular nedeniyle muhalefet siyasetçilerinin önünde de başka bir yol olmadığını öne süreceğim.
Erdoğan’ın taktik icabı ‘güvercinleşmesine’ anlam atfedilmesine bir son vermenin zamanı gelmedi mi?
Türkiye’deki tecrübeye bakarak şu sorulabilir: Normal olarak “yalancı çoban” muamelesi görmesi gereken bir baskıcı iktidarın her ‘normal’e dönme ve ‘toplumsal barış’ vaadi neden bu baskıya maruz kalanlarda karşılık bulur ve geçmiş olumsuz tecrübelere rağmen her seferinde “belki bu defa olur” beklentisine girilir? Erdoğan’ın taktik icabı ‘güvercinleşmesine’ anlam atfedilmesine bir son vermenin zamanı gelmedi mi?
Erdoğan’ın ‘yumuşamasını’ engelleyen dışsal faktörler… a) ‘Sert’ ittifak ortakları, b) Öç almadan huzur bulmayacak muhalefet psikolojisi
Kendisinden çok Devlet içindeki Yeni İttihatçı güçlerin temsilcisi olan MHP’nin ve liderinin taleplerinden de anlaşılabileceği gibi, iktidar ittifakının Devlet tarafı Erdoğan’ın yumuşamasını kesinlikle istemiyor. Öte yandan AK Parti, nöbetleşe zorbalığın bu son temsilcisi, iktidarı kaybettikten sonra muhalif kesimlerde var olan öç duygularının harekete geçireceği rövanşist hamlelerden çok korkuyor ve sertliği bu korkunun panzehiri olarak kullanıyor.
Erdoğan sopasız yönetemez ve bu yoldan da dönemez
Geçmişte Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” vb bazı sözleri ya da son genel seçimler sonrasında yaptığı bazı ‘rasyonel’ tercihler bazı kesimleri umutlandırdıysa da Erdoğan otokratlığında en küçük bir yumuşama bile olmadı. En son Can Atalay’ın milletvekilliği konulu meclis oturumunda yaşananlar bu iklimin değişmesinin söz konusu bile olamayacağını gösterdi. Bu olayı önceleyen “normalleşme” girişiminin başına gelenler de meydanda.
Yılmaz Özdil: Süfli, militan bir elitizm
Kendisi gibi düşünmeyeni, kendisi gibi hissetmeyeni, kendisi gibi yaşamayanı kendisine benzetmeyi hak ve hatta görev sayan süfli, militan bir elitizm... Bana, “Yılmaz Özdil'in fikriyatını ve ruhunu bir cümleyle anlatabilir misin?” diye sorsanız, işte size vereceğim cevap bu olur. Yılmaz Özdil'in elitizminin pasif (aristokratça) bir elitizm olmadığını özenle belirtmeliyim, zaten “militan” kelimesini de bu nedenle kullandım.
PKK’nın etki alanı dışında güçlü bir legal Kürt siyaseti mümkün mü?
Demirtaş’ın koyduğu ölçüyle konuşursak ve bu ölçüyü mantıki sonucuna götürürsek şöyle demeliyiz: Devlet, PKK’nın etkisinden sıyrılmış ‘demokratik Kürt siyaset’ini yalnız Kürtlerin “dağa çıkıp silah almalarından” değil, PKK’nın gölgesi altında oluşturdukları geleneksel legal siyasetten de “daha tehlikeli” görür. Yani devletin birinci tercihi Kürtlerle dağda hesaplaşmak ise ikinci tercihi onların PKK’nın etkisi altındaki partileriyle hesaplaşmaktır.
CHP tabanı, “Erdoğan’ı görmezden gel. Onu sevenleri sev” sloganını sindirme sürecinin neresinde?
2019 yerel seçimlerinde CHP’nin Anadolu’daki seçim kampanyasını yürüten siyasal iletişimci Ateş İlyas Başsoy, kampanya sırasında parti kadrolarına gönderilmek üzere bir kitapçık hazırladı. Kitapçığın dev puntolu, “bu sözü hiç unutmayın” vurgulu son cümlesi o zamana kadarki CHP kampanyalarının temel yanlışını da büyük bir isabetle teşhis ediyordu: “Yaptığın muhalefet muhalif olduğun şeyi güçlendiriyor mu zayıflatıyor mu?” Başsoy, neredeyse Erdoğan’dan çok Erdoğan’a oy verenlere sinirlenme eğilimine karşı da bir slogan geliştirmişti: “Erdoğan’ı görmezden gel. Onu sevenleri sev.”
Kürtler, Demirtaş’ın PKK’nın rağmına oluşturacağı ‘demokratik siyaset’i destekler mi?
Kürt siyasetinin realiteleri göz önüne alındığında, Selahattin Demirtaş’ın devlet-demokratik siyaset-silahlı mücadele bağlamında kurduğu denklemin çözümü, bizzat kendisinin oluşturacağı, daha doğrusu sadece onun önderliği durumunda başarıya ulaşabilecek yeni bir parti sonucunu veriyor. Ne var ki, böyle bir siyasi hareketin-partinin önünde neredeyse aşılamaz gibi görünen çok sayıda engel var.
Her sabah aynı rutine uyandıran günler ‘mükemmel’ olabilir mi?
Başkaları tarafından onaylanmak, sevilmek, beğenilmek en büyük manevi ihtiyacımız. Fakat bir yandan da zenginlik gibi bir şey; hiçbir düzeyi yeterli olmaz, hep daha fazlası istenir ve bu da bitmez tükenmez bir kaygı kaynağıdır. Peki bunun yarattığı huzursuzluk aşılabilir mi? Tümüyle aşılamaz fakat bazıları başkalarının onayına nispeten daha az ihtiyaç duyar ve dolayısıyla eksikliğinin yarattığı huzursuzluğu daha az hisseder. Onlar kendilerini onaylamış, kendilerinden memnun insanlardır. Böyle insanlar hiçbir rutine bana mısın demez. Mükemmel Günler filminin Hirayama’sı böyle biri.
“Hem müzakere hem mücadele”: Hem doğru hem zor
Müzakereyi ve uzlaşmayı haysiyetsiz bir teslim oluş; mücadeleyi de rakibine hayat hakkı tanımayan ölümüne bir kavga olarak algılayan bir siyasi kültürümüz var. Böyle bir zeminde “hem müzakere hem mücadele” diyen CHP ikisine de hakkını veren bir pratik sergileyebilir, Erdoğan da bunu olgunlukla karşılarsa ülkenin siyasi kültürü bundan büyük bir kazanç elde eder. Özgür Özel, vaat ettikleri “Büyük emekliler mitingi”nde ipe un sermeyerek müzakere-mücadele formülünden ne anladıklarını anlatmış oldu. Erdoğan bu müzakere-mücadele pratiğini büyük olasılıkla “yumuşama’nın ruhuna aykırı bulacaktır.
Erdoğan bunu çok iyi biliyor ve kullanıyor: Büyük yanlışların sorumlularının küçük doğrularının yarattığı sevinçli ruh hali…
Erdoğan’la Özgür Özel arasındaki görüşmeyi benim gibi “doğru ve olumlu” bulanlar arasında, görüşme hakkında başkaca bir şey söylemenin bu ‘şahane’ adıma halel getireceği duygusuna sahip olanlar da var: “Büyük yanlışların sorumlularının küçük doğruları”nın yarattığı olumlu heyecan… Sert adamların yumuşak tavırlarının muhataplarında yarattığı duygusal manipülasyon… Bu yelkenleri indirmiş ruh hali, yaşananlar hakkında eleştirel bir pozisyon almayı, somut olayda “büyük yanlışların sorumlusu” Erdoğan’ın muhtemel ‘tatsız’ planları hakkında düşünmeyi zorlaştırıyor.
Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (9): “Emperyalizmin beşinci kolu misyonerler”e karşı kampanya
Türkiye’de iktidarların ortak vasıflarından biri de suni korkular yaratarak destekçilerini siyasal olarak alıklaştırmak, böylece onların tercihlerini sabitlemektir. Toplumu korkular üzerinden cemaatlere-kutuplara ayrıştırmak iktidarların birbirlerinden devraldığı bir siyasal tutum; tıpkı nöbetleşe zorbalık gibi… Askeri vesayet rejimi, AK Parti’nin ilk yıllarında milliyetçilerin ve ulusalcıların ürettiği “Hıristiyan misyonerler Türkiye’yi Hıristiyanlaştırıyor” korkusunu bu amaçla sahiplendi ve bu korku üzerinden çok ciddi bir mobilizasyon yarattı. Amaç Türkiye'de “dini gericiliğin” yükselmekte olduğu, “Hıristiyan düşmanlığının” alıp başını gittiği yönünde bir algı yaratmak ve bu yolla Batı'yla AK Parti arasındaki mesafeyi açmaktı.
Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (8): ‘Türban’ savaşlarının traji-komik veçheleri
Başlangıç yıllarında AK Parti’ye karşı yürütülen muhalefette kullanılan mermilerin çoğu bumerang etkisi görüyor yani dönüp atanı vuruyor, vurulmak isteneni güçlendiriyordu. Bu mermilerden en önemlisi olan ‘türban yasağı’ için zamanında ‘pırlanta’ muamelesi gören öyle argümanlar öne sürülmüştü ki bugünden geriye dönüp bakıldığında gülümsememek elde değil: “Ülkenin huzuru için” Erdoğan, Gül, Arınç’ın eşlerine ricada bulunup başlarını açmalarını isteyen gazeteciler de vardı, onlara hitap edip “talep ettiğiniz hürriyet insan haklarına aykırı, dolayısıyla böyle bir hürriyetiniz yok” diyen Anayasa profesörleri de…
Laik-seküler temelli muhalefet olmasaydı, büyük ihtimalle Türkiye de Putinleşirdi
Bütün otoriter iktidarlar iktidarlarını daha da mutlaklaştırmaya kuruludur; bunun sınırını muhalefetin gücü belirler. Mutlaklık ölçüsü olarak ‘Putinleştirme’yi alırsak, “Rusya neden Putinleşti de Türkiye direniyor” sorusunun cevabı ne olur? Gürbüz Özaltınlı, bu süreçte Türkiye’deki laik-seküler kesimlerin direnişinin rolünün “ihmal edilmemesi gerektiğini” yazdı. Ben bir adım daha atıp şöyle diyeceğim: Bu rolün, başka rollerin yanı sıra zikredilmekten çok daha fazlasını hak eden bir önemi vardı; temel önemdeydi ve devrede olmasaydı büyük bir ihtimalle Türkiye de Putinleşirdi.
Seküler hayat tarzının gizli çekiciliği ve otoriterliğe karşı direnişteki rolü
Gündelik hayatı yaşama biçimini koruma güdüsü, iktidarların onu değiştirme, dönüştürme arzusundan daha güçlüdür. Türkiye’de seküler kesimlerin muhafazakâr-otoriter iktidarın kendi yaşam tarzlarına müdahalelerine gösterdiği direniş bu gerçeği bir kez daha teyit etti. İlaveten: Gündelik hayatın seküler tarzının dindarlar için de gizli bir çekiciliği vardır ve muhafazakâr-otoriter bir iktidar seküler hayat tarzlarını kısıtlama eğilimine girmişse, bunda bunu bilmesinin ya da sezmesinin de önemli bir payı vardır. Yani muhafazakâr-otoriter bir iktidar seküler hayatı frenleme çabasına girdiğinde karşısında biri açık öbürü gizli-örtülü iki ayrı direniş cephesi bulur.
Devlet-millet-CHP: Liderlik kararlıysa denklemi dönüştürmenin tam zamanı
“Milletin partisi AK Parti”nin yıllardır süregelen ve artık dozu iyice kaçmış ‘devlet’ kutsamaları ve devlet adına yapılan tehditler AK Parti’nin içinde bile itirazlara uğruyor… CHP tabanı ise bir zamanlar ‘devlet’e karşı beslediği muhabbetin çok uzağında; çünkü artık devlet ‘bizim’ değil ‘onların’… Ve tabii büyük seçim zaferiyle özgüven ve prestij kazanmış, bu yönüyle tercihlerinin tabanda teveccüh görme ihtimali misliyle artmış bir liderlik… İşte bu tablo CHP liderliğine CHP-devlet ilişkisini yeniden düşünme hususunda büyük bir imkân sağlıyor. Yani: Liderlik kararlıysa denklemi dönüştürmenin tam zamanı.
CHP’nin sırtındaki ‘devlet gömleği’ ve Özgür Özel’in tarihi önemdeki sözleri: “Devlet-millet-CHP”
“Sayın genel başkan, nasıl kazandınız?..” “Birçok doğruyu birlikte yapıp bazı yanlışlardan uzak durarak… En temelini söyleyeyim, inandığım, en özünde olanı… Bunu bizim MYK’ya da anlattım. Devletle millet yarışırsa millet kazanır. Kurucu irade refleksi bazen CHP’nin gündelik yöneticilerini hep devletin tarafında olmaya itiyor. Devletin tarafında olduğunuzda milletin tarafında bazen olamıyorsunuz. Biz bu seçimde milletin tarafında yer aldık, onlar devletin tarafında yer aldı. Bütün dünya siyasetinde böyledir bu. Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır.”
Seçim sonuçları ‘gericiliğin asla değişmeyecek özü’ teorisini ne kadar zayıflatır?
Yaklaşık çeyrek yüzyıldır her seçim sonrasında sergilenen “Bu kökten gerici halkla mecburen buraya kadar”cı fikriyat ilk kez bu seçimde tedavüle sokulmadı (sosyal medyada bile!) Çünkü iktidarı protestonun öne çıktığı seçim bu defa onları memnun eden bir sonuç yarattı. Bu sonuç ‘gericiliğin asla değişmeyecek özü’ teorisini ne kadar zayıflatır?
İki seçim arasında yapay zekâ çağ atladı ama iktidar çevrelerinin ‘sahtegerçek’ üretimi zayıf kaldı; son gün atağından korkmalı mıyız?
14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden neredeyse bir yıl geçti ve bu arada başta yapay zekâdaki sıçramalı ilerlemeler olmak üzere digital teknolojideki gelişmeler sahtegerçek üretimi sektörünün eline çok sayıda ilave imkân verdi. Ne var ki, Türkiye yeni bir seçime giderken iktidar kanadından bu imkândan faydalanma yönünde bir eğilim göremiyoruz. Dileyelim böyle bir şeye tevessül edilmesin, fakat varsa bir hazırlık, bunun seçimden önceki son bir-iki günde sahaya sürüleceğini tahmin etmek zor değil. İktidar mensuplarının kendileri hakkında böyle kuşkuların dile getirilmesine alınma, kızma hakları yok. Bunu son seçimde amatörce yaptılar, şimdi de profesyonelce yeni bir atak geliştirmelerinin ihtimal dahilinde olduğunu düşünme hakkımız var.
Dedim: “İstanbul, umudun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı…” Demedim: “Otoriterlikten çıkışın formülü İstanbul…”
Geçtiğimiz günlerde İstanbul seçimlerinin kazanılmasının seküler muhalefetin yerlerde sürünen umudunun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı olduğunu savunan iki yazı kaleme aldım. Fakat Gülçin Avşar bunu te’vil ederek benim İmamoğlu’nu ve İstanbul seçimini “otoriterlikten çıkışın formülü” olarak gördüğümü öne sürmüş. Oysa bu ikisi arasında dağlar kadar fark var. Avşar’dan başka goller de yiyorum: Muhalefet etmeyi “Erdoğan’ın hakkından gelebilecek kişi seviyesinde görmek” gibi, “Erdoğanizm’le yerleşmiş karizmatik liderliğin kurumsal olarak devam etmesini” onaylamak gibi…
Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (7): İlhan Selçuk’un başlangıçta önerdiği muhalif çizgi benimsenseydi ne olurdu?
AK Parti’nin son 10 yılını idrak ettikten sonra bugün televizyonlarda muhalif figürlerin iki 10 yıl arasındaki farklardan söz etmesi artık sıradan bir iş. Fakat bu kişilerin ilk 10 yılda sanki şimdiki AK Parti’yi eleştiriyormuş gibi konuştuklarını hatırlamak çok öğretici. Bu pratik bizi bu dizinin sorduğu sorulardan birine taşıyor: Acaba laik-seküler muhalefet ilk 10 yıldaki “reformcu AK Parti”yi hadi desteklemedi, hiç değilse ona ‘düşman’ muamelesi yapmasaydı farklı bir yakın tarih yaşayabilir miydik? Ya da: Yaşandığı günlerde üstü özenle örtüldüğü için şimdi duyunca “böyle şeyler mi olmuştu” diye hayrete düşeceğiniz şey gerçekleşip de İlhan Selçuk’un başlangıçta önerdiği muhalif çizgi benimsenseydi ne olurdu?