Alper Görmüş

AK Parti: ‘Dava siyaseti’nden ‘davaizm’e…

Siyasi partilerin maksimum siyasi tahayyülleri, yani ‘dava’ları toplumsal taleplerle uyum içindeyse ‘dava’ canlılığını korur, değilse önce yıpranır sonra ölür. ‘Dava’yı toplumsal taleplerin önüne geçirerek (‘dava siyaseti’) ya da ‘dava’ya mutlak itaat talep eden bir anlayışla (‘davaizm’) bu kaderin önüne geçilemez. AK Parti’den son zamanlarda yükselen sesler, bu partinin, dört-beş yıldır sürdürdüğü ‘dava siyaseti’ni de aşıp ‘davaizm’e saplandığını gösteriyor.

Mizahı gerçek saymak, sonra da ‘gerçeği’ manipüle etmek…

Türkiye’de politik mizah belalı bir iş... Her şeyden önce, mizahı gerçek zannedip sahibini taşlayanları göze almak lâzım. Daha fenası: Okuduğu şeyin mizah olduğunun farkında olmasına rağmen onu gerçek sayıp (gerçek ‘zannedip’ değil) sonra da o ‘gerçeği’ manipüle edenlerle uğraşmak çok daha zor. Mizahı anlamamakta değil ama, anlamazlıktan gelip suistimal etmekte ahlaki bir problem var. Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal’ın bir mizah yazısını anlamamış gibi yaparak Ünal’ın üzerine çullananlar işte böyle bir problemle malûl.

Türkiye’de Ümit Horzum, Fransa’da Theo

Türkiye’deki varlığı iki yıla yaklaşan OHAL’in meşruiyetini ‘Fransa’da da uzun sürdü’ argümanına dayandıran siyasetçiler gayet iyi biliyorlar ki, ortada isim benzerliğinden başka bir şey yok. Çünkü Fransa’da toplumu, medyayı ve yargıyı hesaba katmak zorunda olan bir devlet var. İki OHAL arasında nasıl bir fark olduğunu anlayabilmek için, Türkiye’de Ümit Horzum’un başına gelenlerle Fransa’da Theo’nun başına gelenleri kıyaslamak yeter.

Çin işi distopya

Çin’de şimdilik pilot bölgelerde uygulanan puanlama sistemine göre bireyler devletin istediği tarzda davrandıklarında artı puan alıp ödüllendiriliyorlar. Uygulama, 2020’den sonra yaygın ve zorunlu bir nitelik kazanacakmış. Çin, iktidarın toplumu total olarak denetleme hedefinde baskı ve yasaklamanın yanı sıra ‘ödüllendirme’yi de kullanarak, sağlam bir distopya için sadece ‘sopa’nın yeteceğini öngören Orwell’in değil, sopanın yanında ‘havuç’ da öneren Huxley’nin yolundan gitmeye karar vermiş görünüyor.

Deizmin döl yatağı: Modernlik

Türkiye’de gençlerin deizme kaydıklarını dile getiren ilahiyatçılara göre bunun başlıca nedeni “sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemleri...” Bu figürlerin, olumsuz rol modelleri olarak kurumsal dinden uzaklaşma eğilimini güçlendirdikleri muhakkak. Fakat deizm asıl çekiciliğini, modern-seküler hayatın iğvası ile dinin vecibeleri ve kuralları arasında sıkışmış gençlere, inancı da içeren ‘popülist’ bir çıkış yolu sunmasından alıyor.

Deizme kayışın bir kaynağı: Dindar siyasi figürler…

Dünyaya yeni bir anlam, yeni bir nizam verme iddiasındaki bütün inanç sistemleri (dinler) ve bütün büyük siyasi anlatılar (ideolojiler) toplumların karşısına bütünlüklü, kapsayıcı teorik çerçevelerle çıkarlar. Dinlerin ve ideolojilerin elitleri, aidiyet duygularını o teorik çerçeveye inançlarından ve sadakatlerinden alırlar. Buna karşılık geniş toplumsal kesimlerin teoriye dair algıları, esasen teorinin pratikteki görünümü ve teoriyi taşıma iddiasındaki figürler üzerinden şekillenir. Yani kitleler ‘lafza’ değil işe bakarlar.

‘Sayın vatansever muhbir’den ‘iftiracı katil’e…

İktidara yakın gazeteler, yüzden fazla meslektaşını ‘FETÖ üyesi’ olmakla suçlayan Volkan Bayar hakkındaki ‘iftiracı’ şikâyetlerini ‘sümen altı eden’ ve onu üniversiteden ihraç etmeyen rektörü topa tutuyor. Peki, üniversite, cinayetlerden önce Volkan Bayar’ı ‘meslektaşlarını haksız yere FETÖ’cü olmakla suçladığı’ gerekçesiyle ihraç etseydi aynı gazeteler ne yapardı? Cevap: Üniversite, Volkan Bayar adlı ‘sayın vatansever muhbir’i ‘FETÖ’cüleri ihbar ettiği için’ ihraç etmekle suçlanırdı ve topa tutulurdu. Ki, buna tıpatıp benzeyen bir örnekte aynen böyle olmuştu.

AK Parti neden ‘toplum’dan kendi ‘cemaat’ine döndü?

Bütün iktidarlar daha az talepkâr ve talepleri kendisini ‘sinirlendirmeyecek’ toplumları (yani kendi cemaatlerini) yönetmek isterler... Dolayısıyla, kendi cemaatinin oylarıyla seçim kazanmanın mümkün hale gelmesinden itibaren de toplumun tamamının memnuniyetini gözetmekten adım adım uzaklaşırlar. AK Parti’nin ilk 10 yıldaki görünümünün de, sonraki dönüşümünün de en temelde böyle bir analizle anlaşılabileceğini düşünüyorum.

AK Parti’nin ‘toplum’dan kendi ‘cemaat’ine dönüşünün yıldönümü

Süreçlerin başlangıç ya da bitişleri için kullanılan somut tarihlerin sadece sembolik önemde olduğunu hepimiz biliriz; on yıllara yayılan bir tarihsel sürecin şu somut günde bitip aynı gün onun yerini halefinin aldığı tabii ki düşünülemez. Bu rezervi akılda tutarak soralım: AK Parti’nin toplumdan kendi cemaatine dönme (ya da ‘kendi cemaatini toplum sanma’) süreci için sembolik bir başlangıç tarihi zikredilebilir mi? Ben bu soruya cevaben ‘evet’ diyorum ve tarih olarak da bundan tam beş yıl öncesini, 1 Nisan 2013’ü veriyorum.

‘Amerikancılık’ suçlamasındaki ahlaki problem (2)

ABD Barzani’yi desteklerken ‘kötü’, PYD’yi desteklerken ‘iyi’... Çünkü Barzani aşiretçi, sağcı, gerici fakat PYD solcu, ilerici ve seküler! Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimse kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik’ olduğunu öne sürmesin.

Hürriyet’in bugünkü devlet gazetelerinden farkı…

Hürriyet, ‘mış gibi’ yapan ve bunu çok büyük bir ustalıkla yapan bir ‘devlet gazetesi’ydi. Hazcı bir bedende militer bir ruh taşıyordu ve sahip olduğu ışıltılı beden, içindeki otoriter ruhu gizleyebiliyordu. Özgürlükçü gibi görünüyordu ama değildi, sivil gibi görünüyordu ama değildi ve bu özelliklerini ustalıkla gizleyebiliyordu. İşte bu ‘ustalığı’ nedeniyle, kendilerini basit birer propaganda bülteni derekesine indirgemiş bulunan günümüzün devlet gazetelerinin tersine onu eleştirmenin bir tadı vardı.

‘Amerikancılık’ suçlamasındaki ahlaki problem

Bu aralar muhafazakârlar, milliyetçiler ve ulusalcılar ‘sözde anti-emperyalist’ Kürtlerin ‘Amerikan işbirlikçiliği’nden dem vurmalara doyamıyorlar... Madalyonun öbür tarafında ise, işler iyi giderken PYD/YPG’nin ABD ile dostluğunda bir sorun görmeyen sol’un, şimdi Kürtleri Amerika’ya fazla güvenmekle eleştirmesi var... Sorsanız, hepsi de anti-Amerikancılıklarının ‘ilkesel’ olduğunu söyleyecek ama, pratiklerine bakıldığında öyle görülmüyor.

Kendimle dalga geçme yazısı: ‘İltisaklıya veda zamanı’ymış!

Anadolu Ajansı’nın (AA), hakkında ‘FETÖ’den işlem yapılanların sayısına dair haberini okur okumaz, aklıma bundan dört-beş ay önce kaleme aldığım “’İltisaklı’ya veda zamanı mı?” başlıklı yazım geldi. Meğer ben bir Yargıtay kararından yola çıkarak “FETÖ’ye iltisaklı olmanın” bundan böyle soruşturma ve kovuşturma için yeterli olmayacağını yazarken, savcılar eskisinden de yoğun bir ‘iltisaklı’ avına çıkmışlar.

Saadet, Batı’nın Türkiye’ye ‘muhafazakâr müdahale’sinin neresinde?

Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’e göre Batı, ‘Türkiye’yi durdurma’ hamlesinin son sürümünü ‘muhafazakâr muhalefet’ üzerinden gerçekleştirecek. Karagül isim vermiyor ama bence esas olarak kast ettiği, Saadet Partisi... Yazıyı doğru çözümlemişsem, o yazıdan çıkartılması gereken temel dersi şöyle özetleyebilirim: Mevcut politikalarında ısrar ederse, Saadet’in ileride çok acayip suçlamalara hazır olması gerekir.

‘Fırat’ın doğusu’: Süper güçle strateji tokuşturmak

İktidardan gelen, ‘Harekât Fırat’ın doğusuna da yayılacak’ seslerinin iç politika temelli basit bir retorikten ibaret olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kararlaştırdığı ciddi bir stratejik hedef olduğunu düşünüyorum. İşte tam bu noktada ‘Fırat’ın doğusu’nun süper güç ABD’nin de stratejik hedeflerinden biri olduğu gerçeğiyle ve bu gerçek üzerinden şu kaçınılmaz soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Bir bölgesel güç, bir süper güçle strateji tokuşturabilir mi?

‘Çözüm Sürecini bitiren cinayet’in davası ve dersleri…

Açık ya da ima yollu iddiaları toparlarsak: Bu provokasyonu a) doğrudan doğruya PKK, b) Gülen Cemaati’nin devlet içindeki uzantıları, b) devlet içindeki birtakım illegal karanlık odaklar gerçekleştirmiştir... Bunlardan hangisi geçerli olursa olsun, bence bu musibetten bundan sonrası için çıkartacağımız temel ders şu olmalıdır: Provokasyonlar her zaman olur, fakat onların etkili olabilmeleri için siyasetin iradesinin zayıflaması gerekir. Tıpkı bu örnek olayda olduğu gibi.

Ceylanpınar 2015’e bugünden bakmak…

Çözüm Süreci’ni ne Ceylanpınar’daki polis cinayeti (22 Temmuz 2015), ne de ondan iki gün sonra Kandil’in bombalanması bitirmişti... Gerçek şuydu ki, Çözüm Süreci, sürecin iki aktörünün (iktidar partisi ve PKK), bir noktadan sonra kutuplaşmanın azalmasını ve barış ortamını kendi kısa vadeli siyasi yararları açısından uygun bulmamaya başlamasıyla bitmişti; gerisi bir provokasyona bakıyordu, o da Ceylanpınar cinayetiyle geldi.

28 Şubat ve Gergerlioğlu gibi olabilmek…

28 Şubat’ın mağdurlarının çok büyük bir bölümü ‘adalet’ sınavında tam anlamıyla yere çakıldı; onlar, kendisiyle gurur duyduğu bir dönemini, kendisine ihanet ettiği için artık gürül gürül dile getiremeyen o insanların can sıkıntısını taşıyorlar... Karşılarında ise hak ve adalet arayışına hiçbir dönemde hiçbir çapak bulaştırmamış Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi eski yoldaşları yer alıyor ki bu onların sıkıntısını daha da artırıyor.

‘Patlama ânı gazeteciliği’nin Afrin’deki hali

‘Patlama ânı gazeteciliği’, süreçleri izlemeyen, o süreçler ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez 'patlama' ânında olaya dahil olan bir gazetecilik türü... Medyanın sadece kendi yetersizliklerinden ve problemlerinden kaynaklanan ‘patlama ânı gazeteciliği’ türünde, gazeteciler birçok önemli gelişmeyi farkında bile olmadan ıskaladıkları için, süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında samimiyetle afallarlar. Fakat süreçleri, algıladıkları baskı nedeniyle izlemedikleri (izleyemedikleri) durumlarda hiç şaşırmazlar! Çünkü neyin nereye gideceğini bilmekte fakat yazamamaktadırlar! Afrin haberlerinde olduğu gibi...

İki süper gücün Afrin’deki ‘yeşil ışık’ları hakkında spekülasyon

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bir ay kadar önce Afrin’e girişinin Rusya ve ABD’nin kerhen verdikleri onayla mümkün olabildiği hususunda ortak bir kanaat vardı. Fakat son günlerde yaşanan bir dizi askeri ve diplomatik gelişme, ‘kerhen onay’ın bir perde olabileceğini, iki süper gücün aslında Türkiye’ye kabul ettirmek istedikleri sonuçları almak üzere Türkiye’yi Afrin’e girmesi hususunda el altından teşvik etmiş olabileceklerini düşündürtüyor. Geçen haftaki gelişmeler, bu sonuçların Rusya açısından Türkiye’yi Esad rejimiyle doğrudan görüşmeye zorlamak, ABD açısından ise ‘Fırat’ın doğusu’nu garantilemek olabileceğini akla getiriyor.

Ön yargı…

Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın ‘darbecilik’ten müebbete mahkûm edilmesiyle Almanya vatandaşı Deniz Yücel’in tuhaflıklarla örülü tahliyesinin aynı güne rastlaması bir kere daha gösterdi ki, Türkiye’de bağımsız yargı artık ‘ön' yargıdır (ön muhasebe gibi) ve gerçek (nihai) kararlar ‘arka’da alınmaktadır. O nedenle, yargı eleştirisini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı esirgeyerek yapmak ‘karavana atış’tan başka bir anlama gelmiyor.

AK Parti ‘büyük konfor’unu nasıl elde etti?

AK Parti nasıl oluyor da bazı temel politikalarını eleştirenleri ihanetle suçlayınca da, koşullar değişmediği halde o politikadan vazgeçince de ‘haklı’ oluyor? AK Parti’nin böyle bir konfor kullanabilmesinin temel nedeninin toplumdaki derin kutuplaşma olduğunu güvenle öne sürebiliriz. Bir başka neden, AK Parti’nin, liderinin karizması üzerinden AK Partililer üzerinde sağladığı büyük güven duygusu...

AK Parti’nin büyük konforu

AK Parti, belki de dünyada eşi olmayan istisnai bir konfor kullanıyor; bazı temel politikalarını eleştirenleri ihanetle suçlayınca da, koşullar değişmediği halde o politikadan vazgeçince de ‘haklı’ oluyor. Kendisine oy verenler bunda bir problem görmediği gibi, muhalefetin, AK Parti’nin ‘çelişkileri’ üzerine yürüttüğü propaganda da hiçbir etki yaratmadan sönümlenip gidiyor. En taze örneğini TMK’da değişiklik yapmayı kabul ettiği AB atağında gördüğümüz bu konforun nasıl oluştuğu ve nasıl olup da her zaman işlediği üzerine uzun uzun düşünmek gerekiyor

İnandığına oy ver(e)meyenlerin partisi olarak CHP

CHP kurultayı bize şunu gösterdi: Delegeler, partilerini iktidara taşıma ihtimali olduğuna inandıkları adayı değil de, taşıyamayacağına emin oldukları adayı seçtiler. Bu tuhaf durumun nedeni ne olursa olsun sonuç değişmiyor: CHP, delegelerinin inandıklarına oy ver(e)mediği bir siyasi partidir... Aynı şey delegeleri seçerken parti üyeleri, seçimlerde oy verirken parti seçmenleri için de geçerli. Bu, yırtılıp atılmadıkça içindekini çürütecek bir deli gömleği ve kurultay bir kez daha CHP’nin böyle bir enerjisinin olmadığını gösterdi.

Hedef Misak-ı Millî ama ‘light’ bir Misak-ı Millî…

Benim görebildiğim kadarıyla Erdoğan, Türkiye’nin, Misak-ı Millî sınırları dışında kalmış topraklarda etkili olacağı (hatta belki buraları vekaleten yöneteceği) bir model için koşulların uygun olduğunu düşünüyor, daha fazlasını değil. Muhtemelen, Kuzey Suriye’de Türkiye ile işbirliği içinde özerk bölge ya da bölgeler tesis edilecek ve daha sonra merkezi rejim bu bölgelerle bir tür federasyona zorlanacak. Yani hedef Misak-ı Millî sınırları ama ‘light’ bir Misak-ı Millî...

‘Misak-ı Millî savaşı’ ihtimali var mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk olarak Ekim 2016’da dile getirdiği ve o günden bu yana her fırsatta tekrarladığı Misak-ı Millî temalı çıkışlar iç politikaya yönelik bir retorikten mi ibaret, yoksa başı sonu hesaplanmış gerçek bir politik ajandanın kamuoyu yaratma aşamasını mı yansıtıyor? Böyle bir ajanda varsa, bu, zamanı geldiğinde Türkiye’yi Misak-ı Millî sınırlarına kadar genişletecek bir savaşı göze almayı da içeriyor mu?

Savaştan haz duyan bir gazetecilik!

Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekâtını haberleştiren gazetelerin birinci sayfalarının görsel dökümü, sayfaları hazırlayanların çocuklar gibi şen olduklarını, tarifsiz bir heyecan içinde bulunduklarını gösteriyor. Bunun sadece ‘millî' bir heyecan olduğuna inanan, yanılır. Bu, ilaveten militerlikten ve dolayısıyla savaştan alınan hazla ilgili de bir şey.

Dersimiz savaşta habercilik, öğretmenimiz Başbakan…

Başbakan Binali Yıldırım, geçtiğimiz günlerde gazete ve televizyonların sahipleri ile genel yayın yönetmenlerini toplayarak onlara Afrin’de nasıl gazetecilik yapmaları gerektiğini açıkladı. Ben karikatürist olsaydım, bu toplantının mekânını tipik bir ilkokul sınıfı olarak tasarlardım: Her sırada bir sahip ve bir genel yayın yönetmeni olmak suretiyle iki kişi oturmakta, öğretmen de onlara bir şeyler anlatmakta... Aynı ekibi o sınıftan alıp vizyondaki ‘The Post’ filmini izletmek de fena olmazdı.

ABD’nin Afrin’deki muğlaklığı inşallah Kuveyt’tekiyle aynı soydan değildir

ABD’li yetkililerin Türkiye’nin Afrin’e müdahalesi öncesinde yaptığı muğlak-çelişkili açıklamalar, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden (2 Ağustos 1990) hemen önce yapılan çelişkili açıklamaları akla getiriyor... Türk Silahlı Kuvvetleri Afrin’e ABD’nin yeşil ışığıyla mı girdi, yoksa onların kırmızı ışığına rağmen mi? Her iki ihtimal de kendi risklerini barındırıyor. Bakalım, şu âna kadar bildiklerimizin yanı sıra bilmediklerimiz ne zaman ortaya çıkacak ve bugünkü müsvedde ne surette temize çekilecek?

İktidar-gazeteci-okur ilişkisi ya da yalanda yaşamak

Medyanın iktidarın neredeyse dolaysız bir parçasını oluşturduğu, dolayısıyla da gazetecilik adına akla gelmeyecek şeylerin göze alındığı dönemlerin ortak bir özelliği, okurların gazetelerini cezalandırmayı düşünmemeleri... Bunun nedenini hepimiz biliyoruz: Toplumun aşırı ölçülerde kutuplaşması... Böyle dönemlerde, başkaları yaptığında ayıplanan şeyler, bu defa bizimkilerin iktidarı, bizimkilerin medyası söz konusu olduğu için görmezlikten geliniyor ve hatta yapanların sırtı sıvazlanıyor.