Alper Görmüş

Krikor Zohrab, Hrant Dink ve 24 Nisan…

Bundan tam 102 yıl önce, bugünün (24 Nisan) gecesinde bir grup Ermeni yazar, sanatçı, avukat, doktor, mebus vb. İstanbul’daki evlerinden alınıp götürüldüler ve çoğu bir daha geri dönemedi. Gerçi Krikor Zohrab onlardan biri değildi ama aynı yıl içinde, 2 Haziran’da o da benzer bir akıbete uğrayacaktı. Krikor Zohrab gibi, Hrant Dink gibi radikallikten uzak kişiler, farklı kimliklerin boğazlaşmasının önündeki en büyük engeldi ve bu nedenle asıl onların ortadan kaldırılması gerekirdi.

Yollar yetmiyor, ‘hizmet’ yetmiyor…

16 Nisan referandumu bir kez daha yatırıma, hizmete, projeye boğulmuş seçmenlerin hukuk, adalet ve demokrasideki aşınmayı önemsemeyecekleri varsayımını doğrulamadı. Özellikle İstanbul, “hizmet”in bu kadar vurgulanmasının AK Partili seçmenler üzerinde bile sinirlilik yarattığını gösteriyor. Bu, kendi seçmenlerinin AK Parti’ye üçüncü “hizmet yetmez” ihtarı... Şimdiye kadarki ihtarlar hasarla atlatıldı ama, dördüncüsünde böyle olmayabilir.

‘Fiil’e ve ‘söz’e odaklanan iddianameler arasındaki bariz inandırıcılık farkı

15 Temmuz darbe girişimine fiilen katılmakla suçlanananların iddianameleriyle; 15 Temmuz’a yazı ve sözleriyle fikrî lojistik destek vermekle suçlananların iddianameleri arasında bariz bir inandırıcılık farkı var ve bu hiç şaşırtıcı değil.

17-25’ten bugüne: ‘Yarım gerçek’le iktidar ve muhalefet siyaseti

İktidar, 17-25 Aralık’ın sadece darbe, muhalefet de sadece yolsuzluk olduğunu öne sürmüştü. 2013’te “yarım gerçek” üzerine kurulan bu iktidar ve muhalefet stratejileri, siyasetin bugünkü pejmürde biçimine bürünmesinde belirleyici bir rol oynadı.

Parodi gibi gerçekler hızla çoğalıyordu, birinciliği Cumhuriyet iddianamesine verdiler

Siyasette ve yargıda, parodi olarak yazılıp oynansa güleceğimiz kimi durumlar bir bir gerçek kılığında karşımıza çıkıveriyor... Kılıçdaroğlu’nun ve Erdoğan’ın bazı konuşmaları bu türden... Fakat siyasette gülüp geçebileceğimiz kimi durumlarla yargıda karşılaşınca, ister istemez nutkumuz tutuluyor. Siyasette ve yargıda son dönemde karşımıza çıkan “parodi gibi gerçekler” kategorisinde birincilik Cumhuriyet gazetesi iddianamesinin...

Referandumda 60’a 40, 65’e 35 gibi oranlar mümkün mü?

Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, anketçilerin “neredeyse eşit” dedikleri evet-hayır oyları için garip bir tahminde bulundu: “Yüzde 60-70 'Evet' de 'Hayır' da diyebilir..." Böyle bir tahmin ancak, anketlere eğilim beyan eden seçmenlerin gerçek tercihlerini gizlediklerini düşünen bir siyasetçinin tahmini olabilir. Belli ki Tuğrul Türkeş de, kavramı adlı adınca kullanmadan “tercih çarpıtması”nın bu referandumdaki belirleyici önemine işaret ediyor.

‘FETÖ avı’nda av olmak…

Hükümete yakın yazarlar, “FETÖ”ye karşı mücadelede “At iziyle kurt izini bilinçli bir şekilde birbirine karıştıran operasyonel eller”den giderek daha fazla söz etmeye başladı. Bu türden “irade”ler devredeyse, mesela, zamanında “FETÖ’nün inşaat şirketleri”nden daire alıp bugün her adımlarında duvarla karşılaşan çaresiz insanların hikâyeleri de belki böyle “irade”lerle bağlantılıdır.

Soru, ‘Gülencilerin hiç mi kabahati yok?’ değil ki…

15 Temmuz darbe girişimine dair Birleşik Krallık Avam Kamarası Dışişleri Komitesi’nce hazırlanan rapor, ordu içinde darbeye fiilen iştirak eden güçlerle ilgili tartışmayı yeniden alevlendirdi. Hükümete yakın gazeteciler, darbe girişiminin Kemalist subayların da içinde olduğu bir koalisyonun işi olduğunu belirten raporu “objektif” bulurken, medyadaki klasik Atatürkçüler rapordan rahatsız olmuş görünüyorlar.

TSK’da ilk kez iki farklı Atatürkçü blok

Bir yanda AK Parti’yi “milli” unsur sayan “ulusalcı, anti-Batı Atatürkçüler”, öbür yanda AK Parti nefreti hiç eksilmeyen ve onu iktidardan uzaklaştırmak için fırsat kollayan eski usul Atatürkçüler... TSK tarihinde ilk kez Atatürkçülük iddiasında iki farklı blok var.

Taşra nefretini zarifçe göğsünde yumuşattı, ve…

Şenol Güneş’in hikâyesi haksızlığa, adaletsizliğe, küçümsemeye mâruz kalmışların hak ve adalet mücadelelerinde ellerindeki en etkili silahın tevâzu, sakinlik ve sabır olduğunu gösteriyor. Mücadelelerini ancak böyle yürütenler en sonunda gerçek bir saygıyla anılmaya başlıyorlar, başarıları da teslim ediliyor...

Alman istihbaratının çok şey söyleyen çıkışı…

Alman Federal Haberalma Servisi’nin (BND) Başkanı Kahl, “15 Temmuz’un arkasında Gülenciler yok” derken ya iktidarın dediği gibi ellerindeki bilgiyi çarpıtıp yalan söylüyor ya da ellerindeki bilgi hakikaten de buna işaret ediyor... İşin alarm verici tarafı şu: Bu iki ihtimalden hangisi geçerli olursa olsun, BND Başkanı’nın açıklamasıyla birlikte cin şişeden çıkmıştır ve bundan sonrası Türkiye-Almanya ilişkileri açısından hiç iyi olmayacaktır.

İfade özgürlüğü ve dini hassasiyetler

İfade özgürlüğü ile dini hassasiyetler arasındaki gerilim, hiç kuşkusuz 21. Yüzyılın en önemli tartışma konularından birini oluşturacak. Soruna salt ve sınırsız bir ifade özgürlüğü perspektifinden yaklaşan liberal bakış günümüz dünyasında yeterli olmuyor... Belli ki yeni ve nüanslı bakış açılarına ihtiyacımız var. Serdar Kaya imzasıyla Liber Plus Yayınları’ndan bu ayın başında piyasaya çıkan İfade Özgürlüğü ve Dini Hassasiyetler başlıklı kitap, yeni ve nüanslı bakış açıları ihtiyacı doğrultusunda atılmış önemli bir adım olarak görünüyor.

Türkiye-Hollanda gerilimi hakkında su üstüne bir yazı

“Su üstüne yazı yazmak” deyiminin ima ettiği nafilelik, beyhudelik gibi sıfatlar, biraz sonra okuyacağınız yazının üstünde biçilmiş kaftan gibi duracak... Evet, bu, savaş baltalarının topraktan çıkarıldığı, milli duyguların kabardığı bir anda yazıldığı için bir kulaktan girip öbüründen çıkacak “nafile”, “beyhude” bir yazı ama ben yine de deneyeceğim...

Kürt sorunu için İrlanda ve Filipinler dersleri

DPI’ın Ankara’da düzenlediği yuvarlak masa toplantısında, eskiden nadir de olsa tecrübe ettiğimiz fakat son yıllarda hayalini bile kuramadığımız bir diyalog ortamında İrlanda ve Filipinler’i konuştuk... Ama kolayca tahmin edilebileceği gibi, Türkiyeli katılımcıların sorularıyla konu sıklıkla Türkiye’ye ve Kürt sorununa kaydı.

Eleştiriyi ‘ayıp’ hale getiren linç atmosferi

Eleştiriyi hak eden fakat sadece “söz”den ibaret olduğu için yine sadece “söz”le karşılanması gereken durumlarda işin içine “medya-sosyal medya linci” ve “karakol” girince eleştiri “ayıplı” bir şeye dönüşüyor, insanın eli hak edeni eleştirmeye varmıyor. Mesela “akademisyenler bildirgesi”nde öyle oldu, mesela modacı Barbaros Şansal’ın tutuklanmasında öyle oldu... Nihayet Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” aymazlığının karakolda bitmesinde yine öyle oldu...

‘Karargâh rahatsız’ kıyametinin dört atlısı

Kullandığı başlığın nerelere gideceğini hesaplayamayan şuursuz bir gazete... Bu şuursuzluğa, “Hürriyet, bir cuntanın mesajını aktarıyor” diyerek takla attıran iktidar medyası... “Cunta değil, biz konuştuk” demeyip gazeteyi dört gün boyunca kıvrandıran ve bunu demek için Cumhurbaşkanı’nın meseleye el atmasını bekleyen Genelkurmay... Genelkurmay’a hiçbir şey demeyip bütün öfkesini gazeteye yönelten Cumhurbaşkanı ve hükümet... Hürriyet’in, küçük çaplı bir kıyamete yol açan “Karargâh rahatsız” haberinin dört aktörü ve onların performansları...

‘Kardeşlik’le çözülemeyecek iki büyük sorun

Kürtler ve Aleviler, kendi sorunlarının eşitlik içermeyen “kardeşlik” yaklaşımlarıyla çözülemeyeceğini çok uzun bir zaman önce öğrendiler. Artık onların istediği kardeşlik ve sevgi değil, eşitlik ve saygı.

‘Üst akıl’ söylemi tedavülden kalkarken…

Trump’ın devlet başkanı seçilmesinden sonra, “Türkiye’yi dizleri üstüne çökertmeyi stratejik hedef olarak belirlemiş üst akıl” söylemi hızla tedavülden kaldırıldı; çünkü ABD’nin yeni yönetiminin Türkiye’ye karşı eskisinden farklı bir tutum belirleme ihtimali çıktı ortaya. Demek ki neymiş? ABD (“üst akıl”) ile Türkiye arasında büyük, ideolojik, kutsal bir kavga yokmuş; bir siyasi kadronun değişmesiyle değişebilecek siyasi tutumlar varmış.

Şimdi de muhafazakârların anti-Amerikancılığı ‘error’ veriyor

Ulusalcılar, Kürtler, Kürtlerin legal-illegal siyasi hareketini destekleyen solcular ve nihayet muhafazakârlar... Hepsi de ideoloji düzeyinde sert anti-Amerikan çizgilere sahip... Fakat ne zaman ki Amerika onların siyasi pozisyonlarına yaklaşıyor, anti-Amerikan çizgiler hızla flulaşıyor... Bu açıdan şimdi sıra, Trump’tan sonra “üst akıl” söylemini unutmuş görünen muhafazakâr siyasette...

‘Hayır’ için ikna kampanyası kimi hedef almalı, kimi alıyor?

CHP, tıpkı seçimlerde olduğu gibi propagandasını “Rejimin elden gidiyor oluşu”, “Atatürk devrimlerine karşı son ve büyük kalkışma” gibi temalar üzerine kuruyor. Bu propagandayla yüzde 25’lik CHP oylarının “hayır” suretinde tecelli etmesi tabii ki sağlanacak. Fakat problem (ve ironi) şurada ki, CHP enerjisini oraya harcamasaydı da o kitle “hayır” diyecekti!

‘Evet’e çalışan ‘hayır’cılık…

Bir yanlışa karşı çıkmanın en etkisiz yolu, onun yanlış olduğunu bağıra çağıra biteviye tekrarlamak ve bu arada neden yanlış olduğunu anlatmaya pek az mesai harcamaktır. Bu, izleyenlerde, propaganda sahibinin kendi savunduğu teze ya da tezlere aslında çok da inanmadığına ve bu zaafını, çıkardığı gürültü içinde perdelemeye çalıştığına dair güçlü bir sezgi uyandırır.

Editoryal bağımsızlık: Fransa’da olan Türkiye’de neden olamıyor? (2)

Türkiye’de gazeteciler, patronların editoryal sürece müdahalelerini ne zaman “normal” karşılamaya başladılar? Bence başlangıç tarihini, kendisini patronun iş ortağı olarak konumlayan ve bunda bir sorun görmeyen genel yayın yönetmenlerinin ortaya çıktığı 1990’ların başına kadar götürebiliriz (simge isimler tabii ki Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu’dur).

Editoryal bağımsızlık: Fransa’da olan Türkiye’de neden olamıyor? (1)

Türkiye’de devlet ve hükümetler, medya patronlarından hep bir şeyler talep ettiler... Medya patronları bu talepleri “kendi” gazetecilerine ilettiler... Gazeteciler de onların bu taleplerini, editoryal bağımsızlığı ihlal pahasına çoğunlukla yerine getirdiler... Fakat bu yumuşak başlılığı salt bir “korkaklık” ve “boyun eğiş” olarak görürsek yanılırız; bu, “gönüllülüğü” ve “anlayışı”ı da içeren bir gazetecilik kültürü...

Bildiğimiz milliyetçiliğin geri dönüşü ve yeni dünya savaşı ihtimali

Küreselleşmenin bir siyasi proje değil, kapitalizmin geldiği aşamaya tekabül eden “doğal” bir süreç olduğunu öne süren liberal siyaset bilimciler, bu “alt yapı”nın “milliyetçilik” gibi bir “üst yapı”yı taşımasının mümkün olmadığını söylüyorlardı. Onlara göre, küreselleşme çağında milliyetçilik en fazla “kollektif kimlik ve gurur modelleri yaratan” pozitif (yumuşak) bir duyguya dönüşebilirdi.

Eleştiriye tahammül yoksa ‘seviyesizlik’ kaçınılmaz

İsmail Kılıçarslan ve Kemal Öztürk’ün iktidarın ‘etrafı’yla ilgili olarak işaret ettikleri ‘seviyesizliğin’ temelinde neyin yattığı hususu masaya yatırılmadığı sürece, iktidarın etrafını saran “yeni yetme”lerden şikâyetçi olmak çok da anlamlı değil.

Bir otoriterlik kaynağı olarak ‘dava’ siyaseti

Tarihçi Şükrü Hanioğlu 22 Ocak’ta Sabah gazetesinde çok önemli bir yazı kaleme aldı. Hanioğlu’na göre, Türkiye’nin iki asrı aşkın süredir kısa teneffüs araları dışında sürekli biçimde otoriter siyaset üretmesinin temel nedeni, iktidarların güncel toplumsal taleplerden kopup “dava siyaseti”ne yönelmesi...

İktidara yakın medyanın hali ve referandum…

AK Parti iktidarından hemen öncesine denk gelen iki büyük siyasi mücadelede (2000 ve 2002’de) iktidar partileri unutamayacakları ağır yenilgiler aldılar. Bu sonuçta iktidarı destekleyen medyanın feci performansının da rolü vardı. Bugünün iktidarı destekleyen medyası o günlerin medyasına fena halde benziyor.

10 yıl önce Dink’in bedeninin yanı sıra neyi vurmuşlardı?

Hrant Dink, herhangi bir siyasi-toplumsal husumette karşılıklı cepheleri oluşturan tarafların birlikte nefret ettikleri o istisnai insani ve kamusal özelliklere sahip figürlerden biriydi. O insanlardandı ki, varlığıyla mevcut husumeti adeta anlamsızlaştırıyor, bu da geleceklerini husumetin devamında görenleri çılgına çeviriyordu.

AK Parti, 7 Haziran benzeri bir ihtara hazır olmalı

AK Partililer, yeterince memnun olmadıklarında partilerine ihtar da verebileceklerini daha önce iki seçimde gösterdiler. Son seçimden bu yana, henüz AK Partililerin tepkilerinin ölçül(e)mediği çok büyük değişimler yaşandı. Bunlar, AK Parti tabanında negatif bir enerji birikimine yol açmış olabilir. Eğer öyleyse, AK Parti, kendisini sevenlerin üçüncü ihtarına hazır olmalı.

‘İktidar kaybı’ korkusu ve çatışmacı muhafazakârlık

Cioran, “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumların arasından çıkar” demişti... Türkiye maalesef, iktidardaki toplumsal kesimlerin iktidarlarını kaybetmelerinden sonraki esenliklerinin, hazır iktidardayken bütün mazlumların “kafasını kesmekten” (varlıklarını bastırmaktan) geçtiğine inananların ülkesi olmaya doğru gidiyor.