Alper Görmüş
Duygu Asena: Kadının adını koyan kadın (1)
Duygu Asena 19 Nisan 1946’da doğdu; bu yıl doğumunun altmışıncı, ölümünün onuncu yıldönümü... Duygu Asena’yı kadın hareketi üzerinde hakiki bir etki yapan kadınların baş sıralarına yerleştiriyorum ve çok önemsiyorum.
Bir kısım medyaya geçmiş olsun!
İktidar bloğundaki ikili karar mekanizması, iktidara yakın gazeteler için de büyük bir sıkıntı kaynağıydı. Şimdi, Davutoğlu’nun gitmesiyle birlikte birlikte bu sıkıntı kökten halledilmiş oldu. Bu durumda, basınımızın bir bölümü için ‘geçmiş olsun’ dileğinde bulunmak yerinde değil mi?
Ankara garı katliamı bir ‘kırmızı pazartesi’ cinayeti miydi?
10 Ekim 2015’teki Ankara garı katliamıyla ilgili olarak hazırlanan müfettiş raporu, bu olayın da tıpkı Hrant Dink cinayeti gibi ‘yol verilmiş’ bir cinayet olabileceğine dair emareler içeriyor. Bu önemli rapor basının sadece bir kanadının ilgisini çekti.
İçine gireceğim bir gayretin girizgahı olarak…
Bir gazeteci, kamusal önemi olan bir haberin peşine düşmeden önce, kendisini ait hissettiği siyasi kutup açısından o haberin fayda-zarar analizinin peşine düşüyorsa, ona artık gazeteci denebilir mi?
‘Millîlik’ de bir siyasettir ve her siyaset gibi tartışılabilir
Markar Esayan, iktidar bloğunun ‘millîlik’ ekseninde yeni bir ‘temel siyaset’ üretmeye çalıştığına dair tespitlerimi eleştirdi. Farkımız şurada: Ben, başka siyasetler gibi ‘millîlik’ siyasetinin de tartışılabilir olduğunu söylüyorum. Esayan ise ‘organik lider’ (kendi tanımlaması) tarafından üretildiği için tartışmayı gereksiz buluyor.
Şimdi PKK ne yapar, devlet ne yapar?
Bundan sonra PKK ne yapar, devlet ne yapar? Kötümser senaryo: PKK ‘kırlarda savaşa devam’, devlet ‘son terörist öldürülünceye kadar’ der... İyimser senaryo: Devlet maksimalist hedeflerinden taviz vermiş PKK ile yeniden konuşmaya başlar.
Son tecrübe, Kürtlerin hiçbir zaman ayaklanmayacağını ima ediyorsa?
PKK, ilan ettiği ‘devrimci halk savaşı’na Kürtlerin kitlesel olarak katılacağını ummuştu, fakat olmadı. Bu tecrübe, onun da ötesinde böyle bir şeyin hiçbir zaman olmayabileceğini ima ediyorsa, bundan sonra n’olmak ihtimali var?
Balyoz (2010) ve ‘sol’ askeri darbe (1971) arasındaki benzerlikler
Tıpkı Balyoz gibi 1971’deki ‘sol’ askeri darbe davası da beraatle sonuçlanmıştı ama, tarihin nihai hükmü çok farklı oldu. Bugün artık herkes biliyor ve kabul ediyor ki, o davadan beraat edenler, 9 Mart 1971’de ‘solcu’ bir asker-sivil darbesi planlamışlardı... O davadan bir sanık yakınının gözünden iki dava arasındaki benzerlikler...
Herkesten önce sahibini vuran bileşim: Öfke artı çaresizlik
Çeşitli siyasi akımlardan muhaliflerin yazdıklarını okudukça, aklıma ister istemez öfke ve çaresizliğin girdabındaki insanların, en sonunda kendilerini vuracak muhtemel davranış biçimleri geliyor. Neyse ki arada, öfkeyi dizginleyip siyasi alternatif üretmekten başka yol olmadığını söyleyen muhalifler de var.
Darbe davalarına bugünden bakış (3)
Bence tarih, davaları murdar eden Cemaat’in yanı sıra, kendi siyasi yararlarını azamileştirmek amacıyla 2002’den sonraki darbeci girişimleri tümden yok sayan ‘kumpasçı’ yaklaşımları da mahkûm edecek.
Darbe davalarına bugünden bakış (2)
Laik kesim, 2010’dan sonraki darbe davalarının tümüyle “kumpas” olduğunu, hiçbir gerçek delile dayanmadığını savundu. Cemaat’in 17-25 Aralık atağından sonra iktidar çevreleri ve iktidara müzahir medya da benzer bir tutum içine girdi. Oysa her iki kesim de delillerin ikili hakikatinin farkındaydı.
Darbe davalarına bugünden bakış (1)
2002’den sonra AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmayı hedefleyen illegal girişimlere yönelik davalar haklı ve meşruydu. Fakat önce Cemaat’in dava süreçlerine kendi örgütsel amaçları doğrultusunda yaptığı müdahaleler, ardından AK Parti ile Cemaat arasındaki iktidar mücadelesinin telkin ettiği yeni ittifak arayışları bu hakikati gölgeledi.
Öcalan’ın zamanı geldi mi?
Cengiz Kapmaz, “Öcalan’ın ‘zamanı’ geldi” başlıklı yazısında, “İmralı’da Öcalan’ın kapısını çalmanın barış için Türkiye'nin önüne yeni ufuklar açacağını düşünüyorum” diye yazdı. Ben de aynı kanaatteyim: Devlet ve Kandil, Öcalan olmaksızın da çatışabilirler fakat Öcalan olmaksızın barışamazlar!
‘Aşırı haklı’ların aşırı tahammülsüzlükleri hakkında…
‘Aşırı haklılık’ kavramını ilk olarak 2012’de, sahibine şiddet kullanma meşruiyeti dahi sağlayan bir ‘haklılık’ hali anlamında kullanmıştım. Şimdi, yaşamakta olduğumuz dizginsiz hoşgörüsüzlüğün ve tahammülsüzlüğün kaynakları üzerine düşünürken ona yine başvurmak gereği duyuyorum.
Gazeteciliğimizin bir hastalığı: ‘Fiil’e değil ‘özne’ye odaklanmak
Bir fiili ‘A’ öznesi gerçekleştirdiğinde farklı, ‘B’ öznesi gerçekleştirdiğinde farklı tutum alan bir gazetecilik yalnız hakbilir davranmamış olmaz, inandırıcılığını da yitirir.
Can korkusu, başka her şeyi önemsizleştirirse ne olur?
Hızla yaklaştığımızı düşündüğüm “can korkusunun kendisinden başka her şeyi önemsizleştirdiği koşullar” oluştuğunda, Türkiye’nin yakın tarihinde defalarca tecrübe ettiğimiz dinamikler yeniden harekete geçebilir mi?
‘Uçuk’ haberler hangi tür gazeteciliğin ürünü?
Sabah gazetesinde çıkan bir “uçuk” haber sosyal medyaya meze olunca, gazete haberi internetten sildi... Türk basınındaki en uçuk haberi, yayın yönetmeniyken Hürriyet’te yayımlayan Ertuğrul Özkök, bu son örnek nedeniyle Sabah’tan Hıncal Uluç’u “bir şey” söylemeye davet etti... Basınımızda hiçbir dönemde eksik olmayan uçuk haberler hangi tür gazeteciliğin ürünü?
‘Yüzde 50’nin nihilizme varan umutsuzluğu (2)
Belki bazılarının hoşuna gidebilir, fakat ben ülke nüfusunun kabaca yüzde 50’lik bir bölümünün haklı-haksız endişelerle ve büyük bir umutsuzlukla yaşamasının tehlikelerle dolu bir süreç yaratacağı kanaatindeyim. Nihilizm pasifliğe yol açabileceği gibi önü arkası hesaplanmamış bir sertliğe, bir “feda” duygusuna da yol açabilir.
Yüzde 50’nin nihilizme varan umutsuzluğu (1)
Bir erken seçimde MHP ve HDP’nin barajı aşamayacağının, AK Parti’nin 400’den fazla milletvekili çıkartabileceğinin düşünüldüğü günlerdeyiz. Galiba muhalefet 14 yıldır ilk kez bir seçimden önce AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırılamayacağını kabullenmiş görünüyor. Yer yer nihilizme varan bu derin umutsuzluk, kimse için iyi değil.
‘Millîlik’ siyaseti ‘ilâhiyat’ haline gelirken…
Millîlik siyaseti yavaş yavaş medyadaki taşıyıcıları marifetiyle bir “ilâhiyat” haline geliyor, her türlü eleştiri “gayri millî” olmakla damgalanıyor. Galiba süreç böyle devam ederse Cioran’ın dediği şey gerçekleşecek: “Hiçbir ilâhiyat, kendine tapan zihniyetten daha bağnaz değildir.”
Dolmabahçe’de masa yıkılmasaydı?
Doğru, Suriye’nin sunduğu imkânlar Kandil’i Türkiye içi çözümden uzaklaştırdı. Yine de şu soru geçerli bir soru: Hükümet, Dolmabahçe Mutabakatı’ndan (28 Şubat 2015) sonra “masa”yı kurup HDP heyeti ve Öcalan’la görüşmelere başlasaydı, bu durumda Öcalan’la Kandil arasında gerçek bir gerilim doğmaz mıydı? Bu durumda Kandil, savaşı yeniden başlatmaya cesaret edebilir miydi?
Kürtler artık devletten de PKK’dan da daha uzak
Hendeklerde çarpışan iki taraf da “şehir savaşları”nın Kürtleri “karşı taraf”tan uzaklaştıracağını ummuştu. Dicle Üniversitesi’nden Dr. Mehmet Yanmış’ın yeni yayımlanan araştırması iki tarafın da yanıldığını gösteriyor: Kürtler, çözüm sürecinin aktörleri olarak sempati duyduğu taraflardan şimdi çok daha uzak.
Hükümet, Sezer’in veto ettiği kararnameyi yeniden yayımladı
17 Şubat 2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan bir hükümet genelgesiyle, yetkili amirlere, “terörist örgütlere destek veren” kamu personelini izleyip işlem yapma yetkisi veriliyor. 2000 yılında Ecevit hükümeti aynı muhtevayı bu defa “irticacı memurlar”la ilgili olarak kağıda döken bir kanun kuvvetinde kararname hazırlamış, fakat zamanın cumhurbaşkanı Sezer, insan haklarına ve hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle kararnamenin yürürlüğe girmesine izin vermemişti.
Selin Sayek Böke hadisesi ya da ‘Müslüman olmayan’ın tekinsizliği
Selin Sayek Böke’nin Hıristiyanlığını “ortaya çıkartan” gazeteyi hepimiz ayıpladık ama, o gazeteye o manşeti attıran hissiyatın devlette, medyada ve tabii toplumda derin kökleri var. Bu hissiyatı “Müslüman olmayan”ın tekinsizliği diye adlandırabiliriz.
‘Sıfır muhatap’çılık HDP’de de güçleniyor
AK Parti’de bir kez daha filizlenen “Kürt siyasetinin hiçbir kanadı muhatap değildir” çizgisinin HDP’deki karşılığı şöyle: “Artık Kürt sorununun çözümünde AK Parti muhatap değildir...” Altan Tan’ın, Al Jazeera Türk’e verdiği uzun söyleşide, bu çizgiye dair önemli saptamalar var.
‘Eski döneme benzeme’ yarışında medyanın notu çok yüksek
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) yönettiği Türkiye’nin son birkaç yıllık görünümünde sık sık 2002 öncesi Türkiye’sinden sahneler tespit etmek artık sadece bir “muhalif sporu” değil. Bizzat bazı AK Partililer de bu sporun içinde. Fakat herhalde en büyük benzerlik medya alanında...
Arınç’ın eski ‘demir leblebi’ eleştirileri…
Bülent Arınç, geçmişte bugünkünden çok daha sert eleştirilerde bulunmuştu. Fakat bunlar bugün yaşadığımız türden bir öfke patlamasına yol açmamıştı. Kanaatimce bunun nedeni, artık iyice konsolide olan, “ülkemiz beka sorunuyla karşı karşıya” tespiti ve onu izleyen “millî çizgiye davet” atağı...
Arınç’ı ‘şimdi sevmeye’ ve ‘şimdi sevmemeye’ başlayanlar…
Bülent Arınç’ın hiçbir zaman vazgeçmediği dobra, açıksözlü tavrı bir zamanlar ondan nefret eden AK Parti karşıtlarında “yaşa”, bir zamanlar onun dobralığına övgüler düzen AK Parti çevrelerinde “kahrol” nidalarıyla karşılanıyor... Arınç’ı “şimdi sevmeye” başlayanlar gibi “şimdi sevmemeye” başlayanlar da ciddi bir moral çelişki içindeler.
Kürt halkı neden ‘muhatap Kürt halkıdır’ı benimsemiyor
En temel varsayımınız yanlışsa, ona dayanan bütün siyaset önerileriniz de yanlış olacaktır. Temel varsayım: Kürtler sırf algıladıkları baskı ve korku nedeniyle PKK’yı desteklemektedir. Dolayısıyla devlet PKK’yı tümden yok ederse Kürtler bundan sadece mutluluk duyar ve hükümetin “çözüm”e yönelik adımlarını memnuniyetle izlemeye başlar.
Yine o eski(miş) çözüm: ‘Muhatap Kürt halkı…’
Yine geldik, “Legal ya da illegal, Kürt siyaseti muhatabımız değil, muhatabımız Kürt halkı” noktasına... Bu “çözüm” anonsu aynıyla 2011-2012 boyunca da tekrar edilmiş, Ocak 2013’te ise merkezinde Öcalan’ın bulunduğu bir muhataplar cephesiyle konuşulmaya başlanmıştı.