Yaşar Sökmensüer

Öğretmenler ve Uç uç böcekleri

Bu haftanın başında Birleşik Kamu-İş’e bağlı sendikalı öğretmenler iş bıraktı. Sosyal medyada koparılan kıyamete gerçekten inanamadım. Eylemin ana nedeni yüzde 11.54 zam kararı. Ama sorunları, dertleri derin… Dünü bugünüyle “uzun hikâye”. Öğretmenler, Uç uç böcekleri, “akşama düğünler”, öğretmene hediye edilen “kısacık saplı” kır çiçekleri, “etik hediyeler”, yüzükler-efendiler, darbeler, meçhul öğretmen-öğrenci anıtlarıyla da acı bir masal sanki.

Sivili resmisiyle annelerin günleri: Annelerden anne beğenmek

Arşivlerden Anneler Günü’nün tarihine, seyrine bakıyorum. Sivili-resmisi, “siyasisi” ile “Anadolu” manzaraları. Annelerin günleri ile “Anneler Günü” arasındaki “nüans”ta hazin bir tarih yatıyor. Babalar Günü de ayrı âlem, “ana baba günü” de ayrı mânâ… Bir dolu seçmece-beğenmece haber. Bugün de haberlerden “Narin’in annesi”yle “Şirin’in annesi”ni okuyor, feryatlardan feryat beğenip-beğenmeyip, annelerden anne seçip racon bile kesiyoruz bazen.

“Sevgili günler” resmigeçidi

Çocukluğumda her şey “resmen” kutlanıyordu galiba. Milli bayramlar zaten resmigeçitle, tankla, topla, akşama nispeten “sivil”i bile resmi törenle, adı üstünde “Fener Alayı”yla... O yıllarda henüz icat edilmeyen “Sevgililer Günü” bir yana, yıldönümleri de Resmi Evlilik Cüzdanı’yla resmen. Öyle ki annemle babamın alyansı bile “hususi” değil “resmi”. 27 Mayıs’ta TSK’ya bağışlamışlar, yerine üzerinde evlendikleri gün değil “27.5.1960” yazılı “teneke”den “devrim yüzüğü”nü takmışlar.

Uzun olur yeni yılın dileği

Vitrinlere, AVM’lere erkenden gelen “Yeni Yıl”, birleştirilen resmi tatiliyle de uzayabiliyor artık. Hayallerin, “fırsat”ların menzilini uzatan kampanyalarına, şatafatına bakınca da -büyük harfle- Yılbaşı en uzun gün. Çocuklumdan beri hatırladığım “Valla biz de sabahladık” cümlesiyle en uzun gece demek de mümkün. Uğurlarken bile o “an” için 10’dan geriye sayıyorsun. Önceki yıla kısaca “Çektir git!” diyenler de kaideyi bozmuyor.

“Türk savunma” sanayilerimiz ve Manav Amca

Aralık ayının “Özel, Önemli Günler” listesi uzun. Ayın 22 günü “önemli”. Hatta 5 Aralık’ta beş ayrı özel gün var. Kimi tarihi, mücadelesiyle “bayram” kıymetinde, kimi keyfe keder “seyran”. Zamanla çoğalıyor, mânâsı, önemi, hatta adı bile değişiyor. Belki de 12-18 Aralık’ta bence biraz gıyabında kutlanan, zaten yıllar önce adı da değiştirilen “Yerli Malı Haftası” misali “günün mânâ ve ehemmiyeti”ni tükettik, yerine deli gibi tüketeceğimiz yenileri geldi. Önemli günler de bazen “ham maddelerin” işlendiği, “kullanılacak duruma getirildiği” bir tür “sanayi” nasıl olsa. “Tüketim malları sanayii”nde de yeri ayrı.

“1. 2. Mükellefiyet”ten “mecburiyet”e madenciler

Üç haftadır madencilerle ilgili yazıyorum. “4 Aralık Madenciler Günü” de vesile oldu. Lâkin iktidarın zirvesinde, “Önemli, Belirli Günler”i pek sektirmeyen “X” hesaplarında tek cümleyle bile anılmadı. Oysa resmen var yönetmeliklerinde. Dönemin başbakanı Erdoğan Soma faciasında ise dünyadaki “daha büyük” maden kazalarını anmıştı; 1862’den başlayarak tek tek. En yakın tarih de yarım asır önce, 1975… Ancak o da kurtarmıyor. Zira uzak-yakın tarihimiz de öyle kıyaslara müsait değil.

Sağ kalsa bile “sâlim” mi meçhul

“Dünya Madenciler Günü”nü kutlamak bir yana, eski deyimiyle “idrak etmek” bile şüpheli. Zira ister “maden kazası” olsun, ister deprem, bu ülkede hep “mevzuata uygun facia”. Orman yangınları, seller filan da “hâl ve gidişata uygun”… O “gidişat” ve “mevzuat”, mevzuun bugünkü hâli, işleyişiyle yanına kâr kalanlara da biçilmiş kaftan. Devletlû menfaatlere de gayet uygun. Felâketlerde ölenlerin, mahvolanların “kader”ine de… Yani sağ kalsan bile “sâlim” değilsin.

“Maden ocağının dibinde…”

Kara kış… 100 bin işçi aileleriyle Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyor. Her molada, her düzlükte bir “madenci şehri”. Sesleri çekiç ritmi gibi: “Gemileri yak-tık, geri dönüş yok!” Biraz ısınmak için de ateşler yakılıyor, molalarda. Gecenin karanlığında ateş böcekleri mi dersin uzaktan, “Bir şehir kalkmış, konmuş buraya” mı… “Bolu-Mengen-Gerede, insanlık nerede?” yakarışı da sloganlarında. Nâzım’ın şiirindeki “Büyük İnsanlık” yürüyor, “büyükler” sıcacık makamında pervasız: “Kuru gürültüden korkmam…”

Bir hissiyat yazısı: Değişmeyen tek şey, değişmeyenin hüznü

Gerçek bir değişim, “marifet”in değil zihniyetin değişmesi, kolay değil. O yüzden değişime dair aforizmalar da siyasette “Değişmeyen tek şey değişmeyenin hüznüdür” faslından seyrediyor epeydir. “Siyasetin cilveleri”yle umutlanmışsın. Sonrası, “elde var hüzün”. Meğer “siyaseten” öyleymiş. Hâl böyle olunca idrak da etkileniyor, ruh hâli de... Siyasette “söz”ün kıymetsizliğini normalleştirmenin bedeli.

O dün bugündü: İade-i itibar kimin ihtiyacı?

Ahmet Kaya 24 yıl önce dün, 16 Kasım’da öldü. Memleketinden uzak, yürek enfarktından… O günlerde kaydıyla uğraştığı “Hoşçakalın Gözüm” albümündeki şarkılardan birisi “Memleket Hasreti”. İçimi sızlatır her dinlediğimde… Hem onun sesinin derinden hüznüyle, hem Hayko Cepkin’in çığlığıyla, kulağıma-dilime aklımdan önce gelir: “Ya beni sararsa, memleket hasreti…” Ardından yine o mahut “İade-i İtibar Günleri”… Ama dün, ölünce itibar ettiğin bugün yaşasa hâli nice olur yine meçhul.

İşte öyle bir şey…

Sinema dilin zorlandığı, yetersiz -hatta gereksiz- kaldığı anlarda “İşte böyle bir şey”i de kazandırdı anlatımımıza. Edip Cansever gibi “işte”siz kalırdık olmasaydı: “Ah sinema biletsiz çocuk yaşına, /(…) Sinema biletsiz bir akşamüstü vaktiydim. Ufukta /İşte diye bir şey yok / Yoktu işte diye bir şey ufukta”. Bu yazıma konu olan Açıkhava sinemalarına gelince… Halk iktidarını bir tek orada gördüm (görür gibi oldum) desem kuyruklu yalan sayılmaz.

Her şeyin başı “mevki”

Bir zamanlar sinemalar sınıf sınıf, biletler “mevki mevki”… “Birinci (hususi), ikinci mevkiler, lüks koltuklar, birinci-ikinci sınıf localar, yerkatı locaları (baignore), parter, paradiler”le gişede “Ben kimim, yerim neresi” hesabına dalsan filmi kaçırırsın. Bizim zamanımızda o kadar değil. Sosyal tabakalaşmada arkalardaysan sinemada en öne, “Duhûliye”ye oturuyorsun. Fakirler alınmasın diye “Birinci” diyorlar sonradan. Olsun… Sinemada en öne oturan çocuklar daha çabuk büyüyor, ruhen de boy atıyor bence.

“Aşk filmi, ama sıkıcı”

Beyazperdede ilk öpüşme(me) sahneleriyle geçen yıllardaki “o edepli aşklar” sıkıcı mıydı, bilemiyorum. Ama o kır(p)ma romantik komediler “erkek çocukları” için öyle. Zaten Yeşilçam da araya kattığı kavgalı-dövüşlü sahnelerle “aksiyon alıyor”. Aşkı Yeşilçam’dan öğrenirsen işin de ters gidiyor: “Engelli aşklar”ın hikâyesi… Hollywood’dan aşk ithal eden yönetmenlerin filmleri de montaj sanayii. İstisnalar hariç Yeşilçam aşka turist bence… O yüzden Nostalji Bulvarı’ndaki “Ah o eski, ölümsüz aşklar!” nidası da biraz sıkıcı.

Sinemaya muhtaç olan kuşaklar

Bir zamanlar sinema hayatî… Tek kanallı televizyonun deneme yayınının ortaokul yıllarını, TV’nin evlere girmesinin liseyi, renklisinin üniversiteyi, çok kanallısının 30’lu yaşları bulduğunu düşündüğümde bizim kuşak muhtaçtı da sinemaya. Sinema olmasa aynaya bakıp “Ayna ayna, söyle bana benden güzel var mı dünyada!” diye geçecek ömürler. Yanılsama sinemada güzel, umut orada, 32 kısım tekmili birden “aşk” orada.

İlk aşk, ilk öpücük

Efsanelerine bakarsan ilk aşk unutulmazmış. “İlk öpücük”e gelince, sadece insanın hayatında değil tarihteki yeri-zamanı da enteresan. Milyon yıl mı desem, miladında yukarıdaki 4 bin 500 yıllık kil tableti mi esas alsam… İlk öpüşenler arasında olmamız da muhtemel. Lâkin ülke “normal”lerinde o da tekinsiz mevzulardan. “Aşk”ın tanımının, türlerinin, seyrinin şiddetli etkileri ortada. Siyasette bile… O nedenle “ilk öpücük”e de sinema üzerinden, biraz “film icabı” değineceğim.

Ağam kim, paşam kim, kim kim kim…

Geçen hafta da değinmeye çalıştığım unvanlar tarihi mesele. İsmin önüne geçtiği için kanunla kaldırılsa bile hayatın “kanun solosu” farklı. Her türlüsü gırla; ikinci unvan saltanatı. Parayı verip düdüğünü çalan da var, başkasının borusunu öttüren de, hatta hikâyesiyle “Bay Düdük” bile. Şaşırıyor, bunalıyor, türkü söylüyorsun: “Ağam kim, paşam kim, gözüm kim, hanım kim /Kim kim kim…”

Durumdan-“kurum”dan vazife çıkarmak

Bazı işler güçler, “rütbe”ler ebedi. Ondan itibar, emekli olsa bile “durum ve vazife” çıkaranlar için harika ikramiye. O vazife sadece durumdan değil “kurum”dan da çıkıyor. Sözlükteki üç anlamıyla “müessese”, “büyüklük taslama, kibir”, “bacadaki is”… Bazısında üçü bir arada. Emniyet, Askeriye de unvanı, rütbesiyle itibarı köklü kurumlar. İtibarı taşırmazsa tabii…

Sabah sabah kahvaltı mı hazırlanır!

Kahvaltı sofrası ayrı bir âlem. İkisinin de “çilingir”i olsa bile rakı masasından “getir-götür”lü, teferruatlı bazen. Hem de sabah sabah! Gözün, sabahın köründe… Bu durum “Bi yumurta kıramaz” modelinin yanında, “kahvaltı onun işidir” brövelileri de ortaya çıkarıyor. “Bizde mangalı erkek yapar” heybeti kahvaltıda da mümkün. Sahanda gözü patlamamış sucuklu yumurta, şöyle acılı bir menemen, tavada takla atan omlet filan “Erkek eli değince bir başka oluyor”! “Evlilik ve kahvaltı” da felsefe konusu esasında.

“Hava kurşun gibi ağır”

Hafızamdaki suç albümü eve sığmıyor artık. Fotoğrafı, videosuyla resimli ansiklopedi gibi. “Suç”, boy boy “fotoğraf çekinmek”ten bile çekinmiyor. “Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor” sır da değil birçok örnekte. Albüm de değişiyor, durma genişliyor. Bir zamanlar filmlerdeki şiddet, silahlar sokakta. “Silah gösterme” yeni teşhircilik. Memleket normalleri... “Halk” da havaya sıkıyor, birçok olayda polis de. Normal… Hava öyle: “Kurşun gibi ağır.”

Sana, bana emperyal kahvaltı

“Kahvaltılık margarin” sloganıyla çıkan Sana yağıyla kızarmış ekmek artık “emperyal kahvaltı”. Üzerine toz şeker serpileni de çocukların elinde ara öğün. Sana, Hollandalı “Margarine Unie” ile İngiliz sabun üreticisi “Lever Brothers”ın birleşmesiyle oluşan Unilever’in. Türkiye İş Bankası da ortak. Velâkin bankada promosyon olarak vermiyorlar; su gibi satıyor. Hatta nümayiş misali “Sana yağı kuyrukları” hâlâ memleket meselesi. Emperyalizm işte tattırıyor, alıştırıyor, sonra da kuyruğa sokuyor: “Hani bana, hani bana…”

Bir zamanlar kahvaltı

Kahvaltı “mutlulukla ilgisiyle” de ünlü lâkin yarattığı duygular zamana, hayata göre değişiyor. Tat, çeşit, nostalji dünyası farklı da olsa çocukluğun tatla, lezzetle de yakından ilişkisi olmalı. Yazılarıma da uğruyor arada: “Nerede o eski …..ler/ların lezzeti?” Çocukluk, gençlik nostaljisi her devrin usta aşçısı ama… Etiketlerin akaryakıt sayacına heves etmesi bir yana, lezzet-kalite de dönme (çevrilen) dolapta.

İhtiyacımız olan gençlik!

Yaşlanan, “gitmekte olan” insanların da, düzenlerin de gelmekte olan gençlere ihtiyacı var. O yüzden “bizim ihtiyacımız olan gençlik”i tanımlıyor, istiyoruz hayatımızda, politikalarımızda. Kıyâs-ı nefsle sıralıyoruz taleplerimizi, nasihatlerimizi. Ve şapkamızdan asla çıkaramadığımız tavşanın ölüsünü veriyoruz onlara: “Hadi dirilt!” Sonra da şaşırıyor, sarsılıyoruz o kız çocuğunun azarıyla: “Bu ne cüret!”

Faşistçe şeyler…

Bizim kuşak kahrolası faşizmle, emperyalizmle büyüdü sayılır. Sonra “dillere düşen” bir kelimeden ziyade, biraz gözden, “dilden düşen” kavramlar arasına ilişti bir süre. Şimdi yine gündemde. Üstelik “sol”a mahsus o kavramlar artık iktidara da kısmet, “çerez” oldu. Çeşitleri de “Irkçı, lümpen faşizm”le, “dijital”iyle çoğaldı hatta. Eh, oluyor her an “faşistçe” şeyler, insanlar “faşizan faşizan” dolaşıyor ortalıkta. Adını koy(a)masak da öyle.

“Biz aslında kaybettiklerimiziz”

“Çünkü biz aslında kaybettiklerimiziz”… Bu ithafla biten film paramparça hayatların, aşkların, sevgilerin, değerlerin yanında kaybettiklerimizin, kaybeden insanların, yitirilen insanlığın da sahnesi. Elde var kalanımız, kalan hayatımız, değerlerimiz. Bir de öyle bakmalı hayata, mesela “uyutma yasası”na. Cümle unutturma çabalarına, yasalarına, mevzuatına…

“Başkanın Adamları” ve köpeğini vuran vali

Netenyahu’yu ağırlayan ABD Kongresi’ndeki insan manzaraları çok şey anlatıyor. Bir alkış, bir kıyamet… Öyle ki “ekselansları” konuşmasında Gazze’deki savaşa karşı çıkan Amerikalıları “ahmaklar, salaklar” olarak nitelendirse de dert değil. Kongre’nin ardından “arkadaşı Netenyahu”yu “kesinlikle haklı” bulanlardan birisi de Trump’ın yoldaşı Vali Kristi Noem. Kamuoyu onu “köpeğinin, keçilerinin katili” olarak tanıyor.

Zehirci, Fındık ve İğneci Amca

Zulmü, eziyeti, perişanlığı, hatta idamı, infazı, ölümü bazı insanlara müstahak görebilen zihniyet, “köpekleri uyutma yasası” gibi örneklerde de işliyor. İtlaf kararındaki “gereklilik”, “Bizim dünyamıza zarar verdikleri için hak ediyorlar” hükmüne değiyor bir şekilde. Ve yasa metninden “adı” çıkarılsa da köpeklere yönelik yaygın “öta-nazileme hakkı”nı kendilerinde görüyorlar. O an geldiğinde köpeciklerin şifacısı, “iğneci amcası, teyzesi” de “zehirci” artık.

Başıma gelmez

Başkalarının hayatları onlar. Senin başına gelmez, şükür. Ötekiler, onlar, oralar uzak da zaten… Başka… Kapsa(n)ma alanının dışında. Hem sen hak etmedin öyle hayatları. Başkalarının başına gelenlere gerekçeler uydurup suçu-kabahati onlara yüklemen, kuş gibi hafiflemen de mümkün. Gerekli, “trendy” üstelik… Bir ayarı olmalı insanın, “göre davranmalı”, “göre yaşamalı”… Tadında habitatında da yaşamalı. Herkes yerini bilecek. Haddini de…

Ruh üşümesi

Yaşlanmanın, uzun yaşamanın, hatta yaşamanın insana etkisi, yarattığı duygular meşrebine, nabzına göre şüphesiz. Hayatın sırrını “takma kafana”yla özetleyenler az değil. Öyle yaşamaktan bir tür mahcubiyet duyanlar ise değerli. Utanma”nın toplumsal kıymetini, yokluğunun ne rezilliklere yol açacağını yaşayarak, tepeden tırnağa görerek öğrendik.

Paslı kulaklar ve dinleme rezervleri

Dinlemek, o kabiliyete, donanıma, sabra haiz olmak yaman mesele. Kulaklarımız paslı… Dinleme rezervimiz de kıt, (doğal)gaz misali seçimden seçime bulunuyor, sonra havaya karışıyor. Dinlememenin tarihini araştıramadım. Mesela milâdı var mıdır bilemiyorum. Ama bana eskiden daha çok dinlerdik/dinleyebilirdik gibi geliyor. Ses alıp-ses vermede, konuşmada, söyleşmede yüz yüze, “yakın” iletişimden başka imkânı olmayan insan, karşılıklı dinlemeye de muhtaçtı herhalde.

Normalleştiremediklerimizden misiniz?

Siyasetin tıkandığı, hakkın-hukukun yok sayıldığı, farklı görüşlerin susturulduğu, diyaloğa, hatta bilgilendirmeye kapalı bir zeminde kavramları yerine oturmak da zor. Kavram yerinde ağır. CHP’nin çağrısıyla gündeme yerleşen “normalleşme” de öyle. İktidarın kıyılarına gittikçe sığlaşıyor, anlamını yitiriyor. Nitekim keçiboynuzundan bal çıkaran, o alerjik deyimiyle çiçeği de, öfkesi de burnunda “normalleşme sürecimiz”de geldik bugüne.