Yaşar Sökmensüer

Sinemaya muhtaç olan kuşaklar

Bir zamanlar sinema hayatî… Tek kanallı televizyonun deneme yayınının ortaokul yıllarını, TV’nin evlere girmesinin liseyi, renklisinin üniversiteyi, çok kanallısının 30’lu yaşları bulduğunu düşündüğümde bizim kuşak muhtaçtı da sinemaya. Sinema olmasa aynaya bakıp “Ayna ayna, söyle bana benden güzel var mı dünyada!” diye geçecek ömürler. Yanılsama sinemada güzel, umut orada, 32 kısım tekmili birden “aşk” orada.

İlk aşk, ilk öpücük

Efsanelerine bakarsan ilk aşk unutulmazmış. “İlk öpücük”e gelince, sadece insanın hayatında değil tarihteki yeri-zamanı da enteresan. Milyon yıl mı desem, miladında yukarıdaki 4 bin 500 yıllık kil tableti mi esas alsam… İlk öpüşenler arasında olmamız da muhtemel. Lâkin ülke “normal”lerinde o da tekinsiz mevzulardan. “Aşk”ın tanımının, türlerinin, seyrinin şiddetli etkileri ortada. Siyasette bile… O nedenle “ilk öpücük”e de sinema üzerinden, biraz “film icabı” değineceğim.

Ağam kim, paşam kim, kim kim kim…

Geçen hafta da değinmeye çalıştığım unvanlar tarihi mesele. İsmin önüne geçtiği için kanunla kaldırılsa bile hayatın “kanun solosu” farklı. Her türlüsü gırla; ikinci unvan saltanatı. Parayı verip düdüğünü çalan da var, başkasının borusunu öttüren de, hatta hikâyesiyle “Bay Düdük” bile. Şaşırıyor, bunalıyor, türkü söylüyorsun: “Ağam kim, paşam kim, gözüm kim, hanım kim /Kim kim kim…”

Durumdan-“kurum”dan vazife çıkarmak

Bazı işler güçler, “rütbe”ler ebedi. Ondan itibar, emekli olsa bile “durum ve vazife” çıkaranlar için harika ikramiye. O vazife sadece durumdan değil “kurum”dan da çıkıyor. Sözlükteki üç anlamıyla “müessese”, “büyüklük taslama, kibir”, “bacadaki is”… Bazısında üçü bir arada. Emniyet, Askeriye de unvanı, rütbesiyle itibarı köklü kurumlar. İtibarı taşırmazsa tabii…

Sabah sabah kahvaltı mı hazırlanır!

Kahvaltı sofrası ayrı bir âlem. İkisinin de “çilingir”i olsa bile rakı masasından “getir-götür”lü, teferruatlı bazen. Hem de sabah sabah! Gözün, sabahın köründe… Bu durum “Bi yumurta kıramaz” modelinin yanında, “kahvaltı onun işidir” brövelileri de ortaya çıkarıyor. “Bizde mangalı erkek yapar” heybeti kahvaltıda da mümkün. Sahanda gözü patlamamış sucuklu yumurta, şöyle acılı bir menemen, tavada takla atan omlet filan “Erkek eli değince bir başka oluyor”! “Evlilik ve kahvaltı” da felsefe konusu esasında.

“Hava kurşun gibi ağır”

Hafızamdaki suç albümü eve sığmıyor artık. Fotoğrafı, videosuyla resimli ansiklopedi gibi. “Suç”, boy boy “fotoğraf çekinmek”ten bile çekinmiyor. “Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor” sır da değil birçok örnekte. Albüm de değişiyor, durma genişliyor. Bir zamanlar filmlerdeki şiddet, silahlar sokakta. “Silah gösterme” yeni teşhircilik. Memleket normalleri... “Halk” da havaya sıkıyor, birçok olayda polis de. Normal… Hava öyle: “Kurşun gibi ağır.”

Sana, bana emperyal kahvaltı

“Kahvaltılık margarin” sloganıyla çıkan Sana yağıyla kızarmış ekmek artık “emperyal kahvaltı”. Üzerine toz şeker serpileni de çocukların elinde ara öğün. Sana, Hollandalı “Margarine Unie” ile İngiliz sabun üreticisi “Lever Brothers”ın birleşmesiyle oluşan Unilever’in. Türkiye İş Bankası da ortak. Velâkin bankada promosyon olarak vermiyorlar; su gibi satıyor. Hatta nümayiş misali “Sana yağı kuyrukları” hâlâ memleket meselesi. Emperyalizm işte tattırıyor, alıştırıyor, sonra da kuyruğa sokuyor: “Hani bana, hani bana…”

Bir zamanlar kahvaltı

Kahvaltı “mutlulukla ilgisiyle” de ünlü lâkin yarattığı duygular zamana, hayata göre değişiyor. Tat, çeşit, nostalji dünyası farklı da olsa çocukluğun tatla, lezzetle de yakından ilişkisi olmalı. Yazılarıma da uğruyor arada: “Nerede o eski …..ler/ların lezzeti?” Çocukluk, gençlik nostaljisi her devrin usta aşçısı ama… Etiketlerin akaryakıt sayacına heves etmesi bir yana, lezzet-kalite de dönme (çevrilen) dolapta.

İhtiyacımız olan gençlik!

Yaşlanan, “gitmekte olan” insanların da, düzenlerin de gelmekte olan gençlere ihtiyacı var. O yüzden “bizim ihtiyacımız olan gençlik”i tanımlıyor, istiyoruz hayatımızda, politikalarımızda. Kıyâs-ı nefsle sıralıyoruz taleplerimizi, nasihatlerimizi. Ve şapkamızdan asla çıkaramadığımız tavşanın ölüsünü veriyoruz onlara: “Hadi dirilt!” Sonra da şaşırıyor, sarsılıyoruz o kız çocuğunun azarıyla: “Bu ne cüret!”

Faşistçe şeyler…

Bizim kuşak kahrolası faşizmle, emperyalizmle büyüdü sayılır. Sonra “dillere düşen” bir kelimeden ziyade, biraz gözden, “dilden düşen” kavramlar arasına ilişti bir süre. Şimdi yine gündemde. Üstelik “sol”a mahsus o kavramlar artık iktidara da kısmet, “çerez” oldu. Çeşitleri de “Irkçı, lümpen faşizm”le, “dijital”iyle çoğaldı hatta. Eh, oluyor her an “faşistçe” şeyler, insanlar “faşizan faşizan” dolaşıyor ortalıkta. Adını koy(a)masak da öyle.

“Biz aslında kaybettiklerimiziz”

“Çünkü biz aslında kaybettiklerimiziz”… Bu ithafla biten film paramparça hayatların, aşkların, sevgilerin, değerlerin yanında kaybettiklerimizin, kaybeden insanların, yitirilen insanlığın da sahnesi. Elde var kalanımız, kalan hayatımız, değerlerimiz. Bir de öyle bakmalı hayata, mesela “uyutma yasası”na. Cümle unutturma çabalarına, yasalarına, mevzuatına…

“Başkanın Adamları” ve köpeğini vuran vali

Netenyahu’yu ağırlayan ABD Kongresi’ndeki insan manzaraları çok şey anlatıyor. Bir alkış, bir kıyamet… Öyle ki “ekselansları” konuşmasında Gazze’deki savaşa karşı çıkan Amerikalıları “ahmaklar, salaklar” olarak nitelendirse de dert değil. Kongre’nin ardından “arkadaşı Netenyahu”yu “kesinlikle haklı” bulanlardan birisi de Trump’ın yoldaşı Vali Kristi Noem. Kamuoyu onu “köpeğinin, keçilerinin katili” olarak tanıyor.

Zehirci, Fındık ve İğneci Amca

Zulmü, eziyeti, perişanlığı, hatta idamı, infazı, ölümü bazı insanlara müstahak görebilen zihniyet, “köpekleri uyutma yasası” gibi örneklerde de işliyor. İtlaf kararındaki “gereklilik”, “Bizim dünyamıza zarar verdikleri için hak ediyorlar” hükmüne değiyor bir şekilde. Ve yasa metninden “adı” çıkarılsa da köpeklere yönelik yaygın “öta-nazileme hakkı”nı kendilerinde görüyorlar. O an geldiğinde köpeciklerin şifacısı, “iğneci amcası, teyzesi” de “zehirci” artık.

Başıma gelmez

Başkalarının hayatları onlar. Senin başına gelmez, şükür. Ötekiler, onlar, oralar uzak da zaten… Başka… Kapsa(n)ma alanının dışında. Hem sen hak etmedin öyle hayatları. Başkalarının başına gelenlere gerekçeler uydurup suçu-kabahati onlara yüklemen, kuş gibi hafiflemen de mümkün. Gerekli, “trendy” üstelik… Bir ayarı olmalı insanın, “göre davranmalı”, “göre yaşamalı”… Tadında habitatında da yaşamalı. Herkes yerini bilecek. Haddini de…

Ruh üşümesi

Yaşlanmanın, uzun yaşamanın, hatta yaşamanın insana etkisi, yarattığı duygular meşrebine, nabzına göre şüphesiz. Hayatın sırrını “takma kafana”yla özetleyenler az değil. Öyle yaşamaktan bir tür mahcubiyet duyanlar ise değerli. Utanma”nın toplumsal kıymetini, yokluğunun ne rezilliklere yol açacağını yaşayarak, tepeden tırnağa görerek öğrendik.

Paslı kulaklar ve dinleme rezervleri

Dinlemek, o kabiliyete, donanıma, sabra haiz olmak yaman mesele. Kulaklarımız paslı… Dinleme rezervimiz de kıt, (doğal)gaz misali seçimden seçime bulunuyor, sonra havaya karışıyor. Dinlememenin tarihini araştıramadım. Mesela milâdı var mıdır bilemiyorum. Ama bana eskiden daha çok dinlerdik/dinleyebilirdik gibi geliyor. Ses alıp-ses vermede, konuşmada, söyleşmede yüz yüze, “yakın” iletişimden başka imkânı olmayan insan, karşılıklı dinlemeye de muhtaçtı herhalde.

Normalleştiremediklerimizden misiniz?

Siyasetin tıkandığı, hakkın-hukukun yok sayıldığı, farklı görüşlerin susturulduğu, diyaloğa, hatta bilgilendirmeye kapalı bir zeminde kavramları yerine oturmak da zor. Kavram yerinde ağır. CHP’nin çağrısıyla gündeme yerleşen “normalleşme” de öyle. İktidarın kıyılarına gittikçe sığlaşıyor, anlamını yitiriyor. Nitekim keçiboynuzundan bal çıkaran, o alerjik deyimiyle çiçeği de, öfkesi de burnunda “normalleşme sürecimiz”de geldik bugüne.

Adını koymak…

İnsan bir şeyin adını yaşadıklarıyla koyuyor, öyle “biliyor” bazen. Mesela faşizm çocukluğumuza sonradan sızan terimler arasında… O günlerde faşizmi “anlamak”, parmağınla göstermek de daha kolay sanki. Faşiste faşist demek de… Bugün pek kolay değil. Gündelik münazaralarda sıklıkla telaffuz edilen faşizmin, “kavga”da kolayca söylenebilen “faşist”in adını koymak bile mesele.

Kumbarama pul doldu

Çocukluğumun bankalarını kumbaralarıyla hatırlıyorum. Başta evlere öyle, çocuklar vasıtasıyla sızıyorlar; o pırıl pırıl kumbara senin, velâkin “anahtar”ı bankada! Bozuk paralarını orada boşaltıyorsun, düzleşiyor. “Parayla satın alınamayan” değerlere bile dil uzatıyorlar: “Çocuğun en iyi arkadaşı kumbarasıdır.” Resimli, açıklamalı-izahlı… “Şu neş’eli çocuklar arasında: Bu çocuk Niçin Mahzun Duruyor? (Reklâmında okla da işaretli) Çünkü onun kumbarası yok!”.

Sayıların, paraların “piti piti” tarihi

Madeni 5 TL nihayet çıktı. İçimde sevinç mi desem, hüzün mü, bi duygu, bi nostalji… Yarım asır önce ilk çıktığında da bize karışık duygular yaşatmıştı. Zira çocukken kuruşların dünyası yetiyordu “ihtiyacımıza gereken” her şeye… Bayramlarda ise “1 Lira”larla, o koca “2.5”luklarla Yeşilçam konaklarının “küçük bey”i gibi dolaşıyorduk mahallede. Bugün yeni 5 TL’yi verip marketten sakız alamasan da üzerindeki “Türkiye Yüzyılı” logosuyla derin mânâsı, “ulusal varlığı” önemli. O eski şarkıdaki gibi: “Varlığı bir dert, yokluğu yara…”

Haziranda ölmek zor

Ahmed Arif 33 yıl önce bugün ayrıldı hayattan. Yürek enfarktı… Çocukluğu “Türkiye mozaiği”, şiiri kültür resitali. “Otuzüç kurşun”u yazınca -yine- târumar o mozaik.Sevdası ise “leylim leylim” kitaplara konu olmuş, ölümünden sonra herkes duymuş. Oysa en sevdiği türkü “Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar”. Memleketindekibüstüne de yazılan dizelerindeki gibi saklı kalacağına inanmış belki: “Bir ben bileceğim oysa /Ne afat sevdim /Bir de ağzı var dili yok /Diyarbekir Kalesi…”

Kızgın sacdaki gelenekler ve “şefkat medeniyeti”nde uyutma

Canlıların, hayvanların da payına düşen kültürümüz, âdetlerimiz pîrüpâk değil. Sokak hayvanlarıyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “inşallah inancımıza, kültürümüze ve şefkat medeniyetimize göre çözeceğiz” açıklamasını da o çerçevede anlamalı. Tarihîinsan zalimliğinin köpekleri “uyutma”yla arasındaki -varsayılan- düşünsel mesafeyse “şefkat medeniyeti”, o masalın sonu anca “bir arpa boyu yol gittik”e bağlanır. Öldüren değil, yaşatan yasa…

Gençlik ve bayram

“Bugün Ondokuz Mayıs, /Mayısın ondokuzu! /Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu, /Sen ey ülkemizin geleceği, /Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan, /Ranzalarda perende atan /Sportmen ve kahraman Türk Gençliği, /Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık, /Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz a, /Bu sabah da avluda volta atmağa çık!”

Hayatıyla değil ölümüyle anılanlar

Hayatıyla değil ölümüyle hatırlanan insanlar ne kadar çok. Toplumsal hafızaya nakşolanı da var, hikâyesi öyle ölümlere dair “karşı hafıza”nın baskısıyla sınırlanan, değiştirilen, hatta yok edilenler de… Güncel, neredeyse “sıradan” yollarından birisi de “erişim yasakları”. Öyle müdahalelerle ölümlerin ardındaki gerçekler de kayboluyor, o siluetler de unutuluyor bazen. Kalsa kalsa usulca bir “Ah” geride…

Sigaranın dumanı…

“Önemli olan hayatınızdaki yıllar değil, yıllarınızdaki hayattır” demiş Paul Auster. Hayat da ona göre anlattığımız ve inandığımız hikâyelerden ibaret. Dünya da birbirine bağlı hikâyelerden oluşan bir (b)ağ. Anlattığı hikâyeler, mekânlar, insanlar hep dumanlı: “Yazmak, normalde duman gibi kaybolacak olanı anmanın, fizikleştirmenin bir yolu.” Dumanın ağırlığını bile teraziye koyup ölçmüş hikâyelerinde. Ki hayat da o terazide bazen: Biraz kül, biraz duman…

Film düzeltmenliği

“Düzeltme şart!” da… “İcapsız düzeltmecilik” diyebileceğim bir patoloji var. O mevzuya film eleştirmenliğinin eğri, kırık bir dalı olarak -tabiri caizse- “film düzeltmenliği”yle değinmeye çalışacağım. Nuri Bilge Ceylan filmleri bir bakıma öyle münasebetsizliklerin de yarıştığı geleneksel “eleştiri”, “yağdırma” festivali. Her filminde saklı ya da potansiyel bir “Ben olsaydım mesela” sendromu… Hem de “gölgelerin gücü adına güç bende artık” tavrıyla.

“Tanrım onları affet…”

Affetmek, helalleşmek, yüzleşmek, hesaplaşmak birbirine yabancı, hasım kavramlar değil. Lâkin tasavvurunun geçmişin de, var olan durumun da kafesinden azade seyredebildiğini söylemek zor. Zira o yolda öyle temennilere, yakarışlara, dualara mevzu olan her şeyi beddua gibi yaşadık bu ülkede. Yaralı, arızalı psikolojilerin en zorlu ama zorunlu sınavı da böyle süreçler belki. Öyle sınavları vermeden mezun olamıyorsun.

Heyecan…

Son seçimin sonuçları, 2019 yerel seçimlerinde -her şeye rağmen- kazanılanı da unutturmuş, o tebessümü de dondurmuş. Amiyane deyimiyle bir nevi “Bi cacık olmaz” psikolojisi, seçim haritalarını yıllardır kaplayan renge teslim sarı odalara çökmüş… Heyecansız bir bekleyiş. Yine gelmeyecek bir türlü gelmemekte olan… Seçim televizyonun karşısındaki bekleyiş bile yorgun bir alışkanlık. Evde ne bir “seçim masası”, ne bir hazırlık.

Vakvak Ağacı’na adam asmaca

Çocukluğumuzdan yâdigâr bir oyunu hatırlıyorum: Adam Asmaca. Bilemediği her harfte rakibinin çizdiği darağacını, nihayetinde infazı kaybedenin cezası-kazananın zaferi yapan “çoluk çocuk” oyunu. Baktım, bugün dijital ortamda da oynuyorsun. Ağaçta sallandırılan “adalet”e de çocukluktan aşinayız. Kovboy filmleri bir yana, tarihimizde de yeri ayrı… Adıyla çizgi filmleri hatırlatan Vaka-i Vakvakiye gibi örnek olaylarımız bile var.

Linç partileri: Olduğun gibi gel…

Linç kelimesi “dar”, doğrudan sözlük anlamıyla vardı çocukluğumda. Hafızama miras kalmış, eklenmiş görselleri de öyle… Öyle demesi insanlık için korkunç ama “Bildik linç işte!”. Bugün “toplumsal linç”in araçları da, arenası, hatta “güruh”u da daha farklı. Mecazen de olsa anlamı geniş. Lâkin ölümle noktalanmasa da ölümcül, taşla, sopayla olmasa da infazıyla linç bazen.