Halil Berktay
Eksik ve kaygılı bir devrimperestlik: Amerikan Devrimi
Devrimci (revolutionary) başka, devrimsever veya devrimperest (revolutionist) başka. Bu ayırımı geçmişteki pek çok yazımda yaptım. Bilim (science) ve bilimperestlik (scientism) farkından türettim. Bilimperestlik nasıl yüzeysel bir bilim fetişizmiyse, devrimperestlik de yüzeysel bir devrim fetişizmi demeye getirdim. Fransız Devrimi’yle ve sonrasında asıl Marksizmle alıp yürüdü. 20. yüzyılda tavana vurdu. Ama öncesinde yoktu devrime bu kadar katı, bu kadar dogmatik bir yaklaşım. Amerikan Devriminin kurucu metni, kritik bazı boşluklarına rağmen daha dikkatli, daha nüanslı bir tavrı içeriyordu. Olsa olsa, eksik ve kaygılı bir devrimperestliği söz konusuydu. Bunu olumlu anlamda kullanıyorum.
Krallığı alaşağı etti, sonra İmparatorluğu getirdi
Fransız Devrimi’nin üzerinden yaklaşık 130 yıl geçti. Devrimlerin coğrafyası Avrupa’nın batı ucundan doğu ucuna kaydı. John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün” diye idealize ettiği uğultunun içinde Lenin, peşpeşe “Devlet ve İhtilâl”i (Ağustos-Eylül 1917) ve “Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky”yi yazdı (Ekim Kasım 1918). Sadece Bolşevik Devrimi için değil, genel olarak bütün modern devrimler için, (a) iyi, faydalı ve (b) kaçınılmaz olmalarının ötesinde, yeni bir argüman geliştirdi: (c) o kadar da pahalıya malolmadıklarını iddia etti. Evet, dedi, tabii vardır devrimin kanlı bir bedeli. Ama işçilerin ve bütün emekçi sınıfların devrim olmadığı takdirde Eski Düzen altında yaşamaya devam edeceği sürenin günlük acılarının toplamıyla karşılaştırılacak olsa, devrimin maliyetinin çok daha düşük olduğu görülecek; üstelik bu sayede, insanlığın mutlu geleceğine çok daha geniş ve ferah bir yoldan, çok daha çabuk ulaşmak mümkün olacaktır.
Marksizmden önce devrim, terör, diktatörlük
Nasıl oldu? Bu devrim fetişizmi nasıl gelişti? Bir halk ayaklanması olarak devrimden, bir bakıma devrimin inkârı demek olan diktatörlüğe ilk yürüyüş nasıl gerçekleşti? Olası çatışma ve pazarlıkların bir tarafındakilere, “devrimse (devrim olduğuna göre) her şeyi peşinen kabul etmelisiniz” demeye getiren bu öz-kutsallık hissi, nasıl Marksist devrim teorisinin sınırlarını da aşıp tamamen keyfî, sübjektif bir belirsizliğe ulaştı?
Sırf “evet” densin; “yetmez”i olmasın (istiyorlar)
Yukarıda gördüğünüz üç devrim lideri hep bu çizgideydi, “yetmez”siz bir “evet” istiyordu: Robespierre, Lenin, Mao (ve daha niceleri). Şimdi de bazı İslâmcılar, İslâmcı devrimler adına aynı şeyi söylüyor. Suriye’de, susun ve kabullenin HTŞ ne derse. Öyle boş şeyler istemeyin, laiklik veya kadın özgürlüğü gibi. Avucunuzu yalarsınız. Bunlar olmayacak, çünkü bunların ardında, devrimin kollektif iradesi ve ağırlığı değil, tamamen kişisel zevk ve tatmine yönelik bireysel ve liberal özlemler yatıyor. – 1848’den itibaren, liberalleri (ferdiyetçileri) horlamak Bismarck’tan Bolşeviklere ve Kemalistlere uzanan bir özellikti. Çağın sorunları “demir ve kan”la halledilecekti. Buydu, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki yeni zihinsel sertleşme (Amerikalı tarihçi Robert Palmer’ın dikkat çektiği “new toughness of mind”). Şimdi, bu endişeli aydın sopalama sporunun yeni bir versiyonu çıkageliyor.
Robespierre, Lenin, Mao derken, sıra İslâmcı devrim fetişizminde
Zincirlikuyu mezarlığının girişi böyle: “Her canlı ölümü tadacaktır.” Kuran’dan bir âyet (Ankebut sûresi, 57). Tamamı “Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz” şeklinde. Bana sorarsanız, bütün nihâi hedef ve büyük anlatı ideolojileri de eninde sonunda ölümü tadacak. Kendi aşırılıkları, maksimalizmleri yüzünden. Yerlerinde duramamaları, kabarıp taşmaları, zafer sarhoşlukları, empati yoksunlukları yüzünden. Marksizm yaşadı bütün bunları. Bir süredir de bıraktığı boşluğu giren İslâmcılık yaşıyor. Uyarmaya çalışıyorsunuz; yirmi küsur yıldır, bizim hatâlarımızı siz tekrarlamayın demeye getiriyorum; kimse aldırmıyor. Maalesef dünya bu yeni azamîcilere de kalmayacak. “Tek yol”culukları, uzlaşmazlıkları, ültimatomculukları onları da vicdanın, demokrasinin, insanlığın huzuruna çıkaracak.
“Bir günde giriverdik demektir Şamı Şerif şehrine”
Bu sabah Metin Karabaşoğlu’nun “Bilgiye dirençli cehalet” yazısını bir gün geç okudum. Kendi gözlemlerime çok denk düştü. Gerilere de gittim. 85 yıl önce, aynen Karabaşoğlu’nun tanık olduğu cahil inanmışlıkla konuşuyor Nâzım Hikmet’in bazı tipleri. “Ben büyük yerden işittim. Hitler denilen gâvur Müslümanmış dediler. Gizli din taşırmış.” Türk popüler kültürünün başka bazı kalıcı özelliklerine de rastlıyoruz bu satırlarda. Büyüklük özlemi. Ne kadar önemli olduğumuz. Dünyaya nasıl yön verdiğimiz. Fetihçi oportünizm. İmparatorluk nostaljisi. Punduna getirsek de “Arap eyaletlerimiz”i yeniden alıversek! Garip tesadüf; son zamanlarda bu hamaset Suriye üzerinden tekrar gündeme geliyor.
Meraklısına, bilim, tarih, Sümeroloji ve Asuroloji hakkında notlar
Amatörlerin belki en büyük problemi, bilmediklerini bilmemektir. Hem kendilerini bilgili sanırken aslında bilgisiz olduklarını bilmemek. Hem, neleri ve daha neleri ve daha daha neleri bilmediklerini bilmemek. Bu çerçevede, İsmail Saymaz’ın “Türkiye’nin ilk ve dünyanın en önemli sümerologu” tarifi sürekli kafamı kurcalıyor. Tersten düşünelim. Böyle bir şey söyleyebilmek, aslında neleri bilmeyi, ya da biraz olsun merak edip çalışarak öğrenmeyi gerektirir?
“Siz hiçbir şey bilmirsiz”
Gazeteci İsmail Saymaz da bir tweet atmış, Muazzez İlmiye Çığ hakkında. “Türkiye’nin ilk ve dünyanın en önemli sümerologu” demiş. Bir an nefesim kesilir gibi oldu, cehaletin verdiği bu cüret karşısında. Aklıma, Zeki Velidî Togan’ın 1932’de yapılan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde sarfettiği söylenen bir söz geldi. Yazılı kanıtı yok. Tutanaklarda yer almıyor. Ama ağızdan kulağa aktarılıyor-du. Kırk yıl öncesine kadar.
Kültür Bakanına birkaç soru
Aslında sırf ona da değil. Bütün müfrit partizanlara. Sadece bağıran ama hiçbir şeyin aslını esasını araştırmayan; alçak sesle, küçük harflerle, olgular temelinde bir tartışma yürütmeyi bilmeyen herkese. Hoşlanmadıklarına hakaret edenlere. Başta Kemalist mahalle, tüm kamuoyuna.
*Büyük yalnızlık
Nâzım, olabildiğince realist bir Atatürk betimlemesi, Atatürk’ün bütün çelişkileri ve bu arada özelliği, özgünlüğü, tikelliği de dahil, Mebus Tahsin’e anlattırır:
‘Muzaffer bir insandı ölen: / nefsinden başka hiç kimseye güvenmeyen / muzaffer ve muazzam bir kumarbaz. / Alaycıydı, kavgacıydı, kurnaz ve hükmediciydi. / Ben gelmiş olduğum yere onun eliyle gelmiş olmama rağmen / (o kadar ağır pençeliydi ki) / kaç kerre ölmesini istedim. / Sanıyordum ki zindanım yıkılacak / sofrası yıkılırsa. / Öldü. / Yıkıldı sofrası. / Fakat misafirleri onun yanına gömdüler / kendilerinde muzaffer olan ne varsa. / Ben ne kadar ihtiyarlamış olduğumu /onun öldüğü gün anladım.’”
(7) Milliyetçilikler içinde bir milliyetçilik: Siyonizm
Yıllar önce muhalif (ciddî muhalif) İsrailli tarihçi arkadaşlarımdan şu fıkrayı dinlemiştim: “Seküler Yahudi ne demiş? ‘Tabii ki tanrı filân diye bir şey yok. Ama bu diyarı bize O verdi.’” (İngilizcesi: “What did the secular Jew say? ‘Of course there is no such thing as god. But He gave us this land.’”)
(6) Ortaçağ ve Yeniçağda anti-semitizm: Ayırımcılık, dışlanma, yalanlar, gettolar, pogromlar (*)
Yukarıdaki sahneye (içiniz kaldırıyorsa) dikkatle bakın. 1493’te Almanya’da basılan bir kitaptan bir ağaç baskı örneği (orijinali ABD’de, Kenyon College’da). Bir grup Yahudi, çıplak bir oğlan çocuğunun etrafını almış. Yahudi olduklarını (daha doğrusu, Yahudi niyetine resmedildiklerini) kıyafetlerinden, kanca burunlarından, sinsi ve haris bakışlarından, Ortaçağda mutad olduğu üzere elbiselerine dikili dairevî rozetlerden (**) ve (gizli-açık servetlerini imâ edercesine) kemerlerinden sarkan para keselerinden anlıyoruz.
(5) İlkçağ sürgünleri ve Yahudi diasporası (*)
1940’ların ikinci yarısına kadar Yahudilerin ve Yahudiliğin tarihi, yüzyıllar boyunca yenilmenin, ezilmenin, sürülmenin, ayırımcılığın, mağduriyetin tarihi oldu. Bu acılar 1942-1945 soykırımı ile dibe vurdu. İsrail kurulduktan sonra, yerini yenmeye, ezmeye, sürmeye, dışlamaya, öldürmeye bıraktı. Gazze, kolonyalist bir rejimin Müslüman ghetto’su oldu. Ardından, İkinci Dünya Savaşının Nazi ghetto’larından da feci bir katliam alanına dönüştü.
İnsan olmanın gururu
Sporun olağanüstülüğünden söz etmiştim (6 Temmuz’da). Bu da insan yaratıcılığının bir diğer alanı, demiştim: Kişi bedeninin limitleriyle karşı karşıya. Yıllarını verip kendini aşmaya çalışıyor. Mükemmel, her yerde mükemmel. Şiirde de, resimde de, müzikte de… ve 1.41:19’da koşulmuş bir 800’de de (Wanyonyi), ciridin 92.97’ye fırlatılmasında da (Arshad Nadeem), 6.25’teki çıtanın geçilmesinde de (Duplantis). Gene her alanda olduğu gibi, bunun da hem üreticileri, hem tüketicileri var. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Romanlar okuyucularına, besteler dinleyicilerine, atletler de seyircileri ve taraftarlarına muhtaç.
Üçüncü Dünya Savaşı (4) Mazlumdan zalime (*)
Söz verdim; bu Üçüncü Dünya Savaşı (başladı/başlamadı/başlayabilir) dizisinde, Netanyahu’ların arkaplanını ve Gazze soykırımına nasıl gelindiğini, İsrail açısından da gerilere gidip anlatacağım. “(2) Baş provokatör Netanyahu”nun (1 Ağustos) spot’unda, ipuçlarını vermiştim nasıl baktığımın. (a) “19. yüzyıl milliyetçiliğinin bir başka varyantı olarak Siyonizm”den; (b) “ulus-devletin muhtaç olduğu teritoryalitenin Avrupa dışında, Filistinli Araplara etnik temizlik uygulamak suretiyle sağlanması”ndan; (c) bir “yerleşimci kolonyalizm” türü olarak İsrail’den; (d) (bir zamanlar Güney Afrika gibi) kendi “ilkel yerli”lerine sürekli militarizm ve apartheid uyguladığından söz etmiştim. Şimdi bunları ve yan fikirlerini tek tek açmak istiyorum.
“Irkî-millî karakter” efsanesi
7 Ağustos (Çarşamba) akşamı, atletizmde erkekler disk atma finali vardı. 12 kişi tek tek çıktı tanıtım tünelinden. Yedisi Avrupa’nın doğusu, ortası ve kuzeyindendi: Litvanya (2), Slovenya, İsveç, Almanya, Avusturya ve Romanya. Bu kadarı tahmin edilebilirdi. Ama madalyonun diğer yüzünde, Pasifik ve Karayipler de kuvvetle mevcuttu: bir Avustralyalı, bir Samoalı, üç de Jamaikalı. Uzun boylu, iri yapılı adamlardı. Biraz yaşlanmış, kalınlaşmış, hattâ hafif göbekli Prüfer, Stahl, Gudzius, Weissheidinger gibilere kıyasla daha atletik görünümdeydiler. İster istemez, kadınlar disk atma birincisi, neredeyse bir 400 engelli koşucusunu andıran, ama atış dairesinde dönüş hızını ve uzun kollarının santrifüj avantajını çok iyi değerlendiren Valarie Allman’ı çağrıştırıyorlardı.
Spor ve kör milliyetçilik (kendi iyiliğini değil, başkasının kötülüğünü aramak)
Tatildeyim. Yıllık iznimi kullanıyorum. Bulunduğum (saklandığım) yerde televizyon yok. Çocukluğumdan, ilk 1960 Roma Olimpiyatlarını hatırlarım. Türkiye’de henüz televizyon yoktu. Bir deftere, gazetelerden bulabildiğim bütün sonuçları itinayla kaydetmiştim. 100 metre Armin Hary 10.2; 200 metre Livio Berruti 20.5; 400’de Otis Davis ve Carl Kaufmann 44.9 (foto finiş). Kadınlarda 100-200’de Wilma Rudolph. Şimdi internetten kontrol ederek değil, ezberden yazıyorum. Sonrasında, 1964 Tokyo (Don Schollander) ve 1968 Mexico City’yi (Dick Fosbury), Amerika’da, öğrenciliğim sırasında izleyebildim. 1972 Münih sırasında Mamak’ta hapisteydim. Çıktığımda, TRT vardı artık. 1976 Montreal’den itibaren hiçbirini kaçırmadım. Ama 2024 Paris’i ancak dün akşam, (kızım geldi de onun sayesinde) bilgisayardan izleme fırsatını buldum.
Üçüncü Dünya Savaşı (3) Kara El (kör milliyetçiliğin yapabilecekleri)
Önceki gün, bölgesel ve küresel çatışmalarda dar kafalı aktörlerin payına değinmiştim. “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın” denir. Yanlış. At gözlükleri takmışçasına sırf kendi dar çıkarları peşinde koşanların eylemleri, kendi cirimlerini çok aşıp bütün insanlığa felâket getirebiliyor. Nereye çarpacağı belli olmayan böyle “serseri mayın”lar da genellikle milliyetçi akımlar ve liderler içinden çıkıyor. Milliyetçilik, adı üstünde millî bencillik demek. Başka iç ve dış faktörlerle dengelenirse kısmen ehlileştirilebiliyor. Ehlileşmemiş halini günümüzde Netanyahu (ve Putin, ama ona ayrıca geleceğim), Birinci Dünya Savaşı’na giden yolda ise herhalde en çok Sırp “Kara El” örgütü temsil ediyor.
Üçüncü Dünya Savaşı (2) Baş provokatör Netanyahu
Güya adım adım gidecektim. Yakın zamandaki olayların gelişme sırasına göre, önce Putin’i ve Putinist faşizmi, “Büyük Rusya” irredantizmini ve Ukrayna saldırısının ideolojik arkaplanını anlatacaktım (19. yüzyıldan Hitler’e miras kalan Pan-Cermanizm ile mukayese içinde). Sonra, gene 19. yüzyıl milliyetçiliğinin bir başka varyantı olarak Siyonizme, ulus-devletin muhtaç olduğu teritoryalitenin Avrupa dışında, Filistinli Araplara etnik temizlik uygulamak suretiyle sağlanmasına ve bir “yerleşimci kolonyalizm” türü olarak İsrail’in (bir zamanlar Güney Afrika gibi) neden kendi “ilkel yerli”lerine sürekli militarizm ve apartheid uyguladığına geçecektim.
Üçüncü Dünya Savaşı (1) Başladı bile (*)
Üst solda, 26 Nisan 1937’deki Nazi-Faşist hava saldırısından sonra Guernica’nın yıkıntıları. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk basamağı diyebileceğimiz İspanya İç Savaşı’ndan bir sahne. Üst sağda, bir sonraki etap: Alman Hava Kuvvtleri’nin 1940 sonbaharında neredeyse iki ay gece gündüz demeden bombaladığı Londra. Alt solda, günümüzde Gazze. Alt sağda, Ukrayna’nın Kyiv bölgesindeki Irpin kentinin, Rus bombardımanından sonra 2 Mart 2022’deki hali. Son ikisi, Üçüncü Dünya Savaşı’nın şimdiki ön-aşamasının görüntüleri.
Solun Kültür Serüveni 22 | Halil Berktay: Üçüncü büyük soru: Nereye gidiyor(du)? Savaşa mı, barışa mı?
Lenin hem, emperyalistler-arası çelişmeler uzlaştırılamayacağı; yeryüzünün teritoryal paylaşımı bir kere tamamlandıktan sonra bu paylaşımın ancak savaş yoluyla değiştirilebileceği gerekçesiyle, savaş kaçınılmaz gözüyle bakıyor. Hem de içten içe, savaşın (yol açacağı insanî felâket bir yana, ki Lenin pek aldırmıyor böyle acılara) küçük, sert, sıkı ve illegal Bolşevikler için tarihî bir fırsat olabileceğini düşünüyor. Her iki açıdan da hedefi 12’den vuruyor. Hem savaş çıkıyor. Hem de savaş devrime yol açıyor.
Solun Kültür Serüveni 21a | Halil Berktay: Ne yapıyordum? Nasıl bir sol? Nerede kalmıştık? Bu uzun argümanın neresindeyim?
19. ve 20. yüzyılların bu sol kültüre hayat veren büyük dâvâları geride kaldı. Fransız Devrimi yok. Marksizm yok. Ekim Devrimi ve Sovyetler yok. Kemalizm yok. Faşizm ve Nazizm yok. Dekolonizasyon yok. Vietnam ve Cezayir yok. Örgütsel devamlılıklar kalmadı. Tarihsel partilerin sadece karikatürleri kaldı. Eski sloganlar ve mücadele biçimleri de yitirdi çekiciliğini. Şimdi yeni meseleleriyle yeni bir dünya var. Yeni kitleler, yeni nesiller var. Yeni dâvâlar için, yeni tarz çabalar gösterilmeli. Bunun için de yeni bir sol gerekli.
Solun Kültür Serüveni 21 | Halil Berktay: İkinci Soru; Lenin’in Özcü, İndirgemeci Mübalağası ve Sonuçları
1870’lerden itibaren yükselen ve 1914 öncesinde doruğuna ulaşan Yeni Emperyalizm olayı, demiştim, zamanında bütün dikkatleri üzerinde topladı. Büyük bazı soru ve tartışmaları beraberinde getirdi. Bunlardan ikincisi ve herhalde en önemlisi, neden olduğuydu.
(7a) Ekim Devrimi ve Millî Mücadele (doğudan kuşatılamamak)
Bir zamanlar bir “Millî Mücadele’de Sovyet yardımı” tartışması vardı. Aldı almadı, çoktu azdı, önemliydi önemsizdi. Bir bağlamı, solun Kemalizm ile Marksist anti-emperyalizmi olabildiğince birbirine yaklaştırma, örtüştürme çabasıydı. Bir diğer bağlamı, Soğuk Savaş kutuplaşmalarıydı. Klasik sol, Sovyet yardımını vurgular, İstiklâl Harbi’nin kazanılmasındaki rolünün altını çizerdi. Keşke Lenin-Atatürk dostluğu sürseydi (ve bir tür “burjuva demokratik devrimi” olarak Kemalist Devrim daha fazla derinleşip ilerleseydi) fikrini işlerdi. Klasik sağ ise buna karşı Sovyet hegemonyacılığını, komünizmin kötülüğünü ve Stalin’in 1945-1953 arasındaki toprak taleplerini vurgulardı.
“Gençliğin İcadı” (Hz Ayşe tartışmasına bir not)
Bilim uçsuz bucaksız. İnsan hayatı kısa. Herkes başarı uğruna uzmanlaşmaya çalışıyor. Yani entegrasyon çok zor. Ama çok da gerekli. “Büyük Resmi” görmemizi sağlıyor. Diyelim bir yerde, şu veya bu konuda bir tartışma başgösteriyor. O alanın kendi birikimi ve geleneği içinde konuşuluyor. Oysa bitişik bir alanda, meselenin özüyle ilgili başka bir birikim var. İkisini buluşturmak, disiplinler-arası farkındalıklara bağlı. Anlatacağım örnekte, Tarih, Felsefe ve İslâmî İlimler birbirini besleyebiliyor.
Solun Kültür Serüveni 20 | Halil Berktay: İyi mi, kötü mü (ve kimin için)?
Avrupa-merkezci vizyon, “bu ilkeller,” diyor, yani “vahşet” veya “barbarlık” aşamasında olanlar, binyıllar boyu geçememişler uygarlığa. Şimdi “biz Batılılar” geliyoruz ve kendi kapasiteleri içinde yer almayan bir medeniyet sunuyoruz onlara. Sosyalistlerin önemli bir bölümü için de geçerli bu argümanlar. Marx ve Engels dahil. Fakat İkinci Enternasyonalin sol kanadındaki radikaller ayrılıyor diğerlerinden. “Medeniyet misyonu” apolojisini reddediyor; kapitalizme karşıtlıklarını emperyalizme karşıtlık pozisyonuna taşıyor; doğrudan doğruya haksız, adaletsiz diye, kimsenin başka ülkeleri sömürge edinmeye, başka halkları boyunduruk altına alma hakkı olmamalı diye, emperyalizmin içerdiği zulüm ve sömürüye cepheden karşı çıkıyorlar.
(7) Bizim Raçovlarımız: Çolak, Topal, Yahya, Demirci
Bu, akademik bir makale olsa, bilimsel bir dergide yayınlanması için, günümüzün icapları gereği en başa koyacağım anahtar sözcükler: Eşkıya. Özel şiddet unsurları. Terör örgütleri. Kuvayı milliyeler. Vatanî vazifeler. Bidayet infazcıları. İstinaf infazcıları. Yüksek himayeciler. Tapılan kişiler. Meşru şiddet tekeli. Modern devletler.
Solun Kültür Serüveni 19 | Halil Berktay: Olgudan Teoriye: Sorular ve Cevaplar
Yeni Emperyalizm, kitlesel medya çağında, gelişmiş ülkelerdeki kamuoyunun gözleri önünde cereyan etti. Özellikle Afrika’nın kapışılmasındaki (scramble for Africa) her yeni adım, İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyan gazetelerine günü gününe yansıdı. Seyirlik bir spora dönüştü; hayli isterik bir taraftarlığı, takım tutma psikolojisini besledi; emperyalizmi duygusallaştırdı; Birinci Dünya Savaşı felâketine sürüklenişi kolaylaştıran emperyal milliyetçilikleri yarattı ve popüler kıldı.
Solun Kültür Serüveni 18 | Halil Berktay: “Buhar ve Çelik” ve Modern Emperyalizm
1875-1914 arasının Yeni Emperyalizmi. Tarihçiler böyle adlandırıyor. Batı ile Doğu arasındaki askerî güç dengesizliği maksimum noktasında. Zırha bürünmüş o nâmerd eller (drednotlar, Çanakkale). Biraz genellenmiş hali: Garbın âfâkını sarmış çelik zırhlı duvar (İstiklâl Marşı). Müthiş bir yarış başlıyor, başta Afrika’nın içleri, yeryüzünün paylaşılmasını tamamlamak için. 1900’e gelindiğinde, sahipsiz toprak yok artık. Olgu işte bu. Beraberinde teoriyi getiriyor. Tartışmaları, açıklama çabalarını, emperyalizm teorilerini getiriyor.
(6) Hamas’ın Raçov’u, Apo’su: Yahya Sinwar
PKK, henüz Apocular olarak bilindiği 1970’ların sonları ile 1980’lerin başlarında, doğrudan devlete karşı değil, önce diğer sol gruplara karşı harekete geçti. Bölgesinde şiddete dayalı bir hegemonya kurdu. Abdullah Öcalan aynı kanlı yöntemleri örgüt içinde de kullanıp mutlak itaat ve sadakat sağladı. Kendi kültünü inşa etti. Küçük bir Stalin oldu. Kürt siyaseti bir türlü nüfuzundan, etkisinden çıkamıyor. Öte yandan, IMRO komitacılarından HPG gerillalarına, oradan Hamas’a, bütün bir gelenek ve zihniyet uzanıyor.