Şu anda, Türkiye’de dört büyük kulüp dışında en çok seyircisi olan takım, Amedspor. Takım, ortalama 15-20 bin seyirciyle maça çıkıyor. Amedspor, sahasında ağırladığı Iğdır FK’yı 3-0 yenerek, Trendyol 1.Lig’de, sezonun ilk yarısını, lider olarak tamamladı. Maçın öncesine de bir bakalım: Maç öncesinde, taraftarlar, Leyla Zana’ya destek amacıyla, pankartlarla yürüyüş yaptı. Binlerce taraftar, Ciwan Haco’nun “Leyla” parçasını, telefon flaşının ışığında dinledi. Şarkının ardından, “Leyla Zana onurumuzdur” sloganı attılar. Futbolcular, sahaya, “Irkçı saldırılara karşı, spor, barış ve kardeşliktir” pankartıyla çıktı.
Kiliseyle akıllı telefon arasındaki başka bir benzerlik, ikisinin de hem bazen tamamen sessiz olup hem bazen müzikle dolup taşması. Sessiz bir kilisede en ufak kıpırtı büyür: Tıpkı sessize alınmış bir telefonda titreşimin bütün bedene yayılması gibi. Zaten kilise çanı da cep telefonu melodisini andırır ve bir çağrı üretir... Zamanı bölen, insanı bulunduğu yerden kaldıran, “buraya gel” diyen bir ses... Tıpkı sesin insanı içeri çağırması gibi, dijital akışlar da bizi kendi ritimlerine davet ediyor. Bugün, kilise çanının ruhu, daha kişisel biçimde, cep telefonu melodilerinde ve bildirim seslerinde yaşıyor.
Roboski, unutulduğu için değil, unutulabilir sayıldığı için bu kadar ağır bir yüke dönüştü hayatlarımızda. On dört yıl boyunca yalnızca adaletin yokluğu değil, bu yokluğun taşınabilir kabul edilmesi de öğretildi hepimize. Sessizlik zamanla bir eksiklik olmaktan çıkıp bir düzene, bir alışkanlığa dönüştü. Bugün Roboski’yi anmak mümkün, ama Roboski’nin gerektirdiği sorumluluğu üstlenmek hala zor...
17’nci yüzyılda yaşamış İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân adlı tefsirinde Enbiyâ Suresi’nin 68. ayetini açıklarken Kürtler hakkında “Onların en salihleriyle dostluk kurmaktan ve yaşadıkları bölgelere uğrayıp geçmekten bile sakın” der. 17. yüzyılda yapılan bir ırkçılığın o kadar da önemi yoktu; evli evinde, köylü köyünde zamanlarıydı. Şimdi herkesler X’te, YouTube’da; hâliyle birbirimiz hakkında dediklerimizi görüyor, duyuyoruz. Türkiye şu aralar aniden bir gazoz şişesinin içine düşüp orada kala kalacakmış kadar başıboş ve kırılgan intibası uyandırmıyorsa, bu MİT sayesinde gibi görünüyor. MİT’in başında, devlet ricalinde bulup bulabileceğimiz en aklı başında adam var. 90’larda Teoman Koman’ın yönettiği bir teşkilattan, İbrahim Kalın’ın yönettiği bir teşkilata evrilmesi Türkiye için gerçek manada bir devrim. Türkiye’de eski milliyetçiliğin son temsilcisi Bahçeli ve MİT; Türkiye’de siyaset, yargı ve medya tamamen çökmüşken elimizde kalan, elle tutulur son dayanaklar.
14 yıl önce bugün, 28 Aralık 2011’de 34 insan öldürüldü. 27’si aynı aileden, 19’u çocuk… “Kaçağa gitmişler”; katırla Irak’tan mazot, çay, sigara getirmeye… Parçalanmış bedenleri de battaniyelere sarılıp karda, katır sırtında kilometrelerce taşınmış. Mezarlarındaki notlar yaptıkları “kaçakçılık”ın cirmini-cürmünü de tanımlıyor: “Bilgisayar parası biriktirmek, okul kantinine borcunu ödemek, iki yıl önce ölen annesinin mezarına bir taş dikebilmek, ‘ekstra’ bir kışlık kaban için gitmişler.”