11 Eylül 2001 saldırılarının 20.yılındayız. Bu tarihi dönemeç; Afganistan ve Irak işgalini beraberinde getirirken, ABD hegemonyasının sürdüğü tek kutuplu dünya düzenini de bir tür yapıbozuma uğrattı. 11 Eylül saldırısı ve yaşanan 20 yıl hiç kuşkusuz birçok farklı parametreyle okunmayı hakediyor.
20. yıldönümünde 11 Eylül’ü uluslararası ilişkiler perspektifinden Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Evren Balta, İslam dünyası ekseninde araştırmacı-yazar Abdurrahman Arslan, insan hakları düzleminde Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Nezir Akyeşilmen ve edebiyat ve sanata etkileri açısından ise yazar Yıldız Ramazanoğlu ile konuştuk.
“Metafizik öğeli savaş kazanılamazdı ve kazanılamadı”
Prof. Dr. Evren BALTA: 11 Eylül ile birlikte uluslararası ilişkilere yeni bir kavram eklendi: teröre karşı savaş. Gerçekten de bu savaş kendisini önceleyen savaşlardan hem aktörleri, hem süreçleri ve hem de araçları açısından farklılık gösteriyordu. Bu yeni savaş modeli hem ulusal hem de uluslararası ilişkileri kökünden değiştirdi ve kendi etrafında yeni bir toplumsal kontrol modeli inşa etti.
Her şeyden önce teröre karşı savaş kavramı savaşın sınırlarını mekânsal ve zamansal olarak belirsizleştirdi. Nitekim bu savaş her yerdeydi. Düşman içimizde ya da dışımızda olabilirdi. Bu tür bir savaş hiçbir zaman tam olarak bitirilemezdi, her gün yeniden kazanılması gerekiyordu. Tam da bu durum uçak seyahatlerinden kişisel yazışmalara kadar hayatımızın hemen her alanını, güvenliğin alanı haline getirdi. Gözetim pratikleri yaygınlaştı. Devletler kişisel yazışmalarımızdan, uçak seyahatlerimize kadar hemen her hareketimizi izleyen algoritmalar geliştirdiler ve bu uygulamaları yasallaştırdılar.
Teröre karşı savaş ile refah devletinin zaten neoliberalizm tarafından budanan son kırıntıları da yok edildi. Özellikle sistemin hegemonik aktörü ABD tarafından hukukun bizzat hukuk dışılığı maskelemek için bir araç olarak kullanılması yirminci yüzyıl boyunca büyük güçlükle oluşturulan haklar alanını dinamitledi. Demokrasiyi korumak adına işkence, yargısız infaz gibi insan hakları normlarının kesin bir şekilde insanlık suçu saydığı uygulamalar uluslararası sistemin temel aktörleri tarafından meşrulaştırıldı. Bu süreç küresel düzeyde bugün yaşadığımız demokratik geri çekilmenin ana tetikleyicisi oldu.
Bu eğilimle bağlantılı olarak liberal düzenin merkezi olan Avrupa’da dahi (farklı oranlarda da olsa) bir savaş devleti inşa edildi. Hapishanelerdeki artan nüfus, göçmenlere yönelik ayrımcı ve şiddet içeren uygulamalar, sınırların etrafına çekilen duvarlar, polis güçlerinin genişlemesi ve ordulaşması, iç güvenlik bakanlıklarının oluşturulması, istihbarat ağının ve gözetim teknolojilerinin genişlemesi gibi uygulamalar bu savaş devletlerinin belkemiği olacaktı. Daha genel olarak ifade edilmesi gerekirse dünyanın hemen yer yerinde savaş kendi yasal çerçevesini kurmak ve dayatmak suretiyle düzenleyici ilke haline geldi.
Son olarak, teröre karşı savaş kendisini önceleyen dönemin de önemli unsurlarından biri olan devlet inşası yoluyla küresel düzeni tesis etme eğilimini de güçlendirdi. Ancak devlet inşası sadece askeri müdahale olarak görülmedi, aynı zamanda uluslararası toplumun insani nedenler üzerinden seferber edilmesini ve savaş pratiklerinin arkasına dizilmesi edimini de içeriyordu. Irak ve Afganistan’da askeri müdahaleyi izleyen inşa süreci işgalci güçler ve hükümet dışı örgütlerin aktif işbirliği ile yürütüldü. Ve tam da bu nedenle uluslararası örgütlerin ve genel olarak uluslararası sivil toplumun tarafsızlığına ve güvenilirliğine gölge düşürdü, insani müdahale ile askeri müdahale arasındaki ayrımı belirsizleştirdi. Çeper devletlerin egemenlik ve müdahale konusundaki itirazlarını güçlendirdi. Afganistan ve Irak müdahaleleri bu anlamda 20 yıl sonra bugün tamamen çöken bu döneme özgü yeni tip bir emperyal inşa modeli haline geldiler.
Herhangi bir savaşın kazanılabilmesi o savaşın zamansal ve mekânsal olarak sınırının ne olduğunun bilinebilir olması ile mümkün. ABD’nin 11 Eylül saldırılarının travması ve emperyal fantezilerinin bir araya gelmesi ile bir gerçek haline dönüştürdüğü bu metafizik öğeler içeren savaş kazanılamazdı ve kazanılamadı. Ama ABD’nin küresel düzeyde geri çekilme, içe dönme eğilimlerini hızlandırdı. Uluslararası sistemin maliyetlerini karşılayan, büyük bir küresel askeri ve iktisadi ağa sahip bu büyük gücün geriye ya da ileriye doğru attığı her adım bölgesel düzenlerde bir devrim yarattı. Nitekim Arap isyanlarından, etrafımızı saran iç savaşlara kadar son 20 yıldaki hemen her gelişmede bunun az ya da çok etkisi vardır. Bugün bu büyük güç son 20 yılda kendi eliyle kurduğu emperyal inşa modelini bitirdiğini söylüyor. Bu adımın da etkilerini yaşayarak göreceğiz.
“İslam dünyasında medreseye karşı ilan edilmeyen gizli bir savaş başlatılmış oldu”
Abdurrahman ARSLAN: 11 Eylül hadisesi, her ne kadar bir istila savaşını başlatsa da, hadisenin sonraki seyri İslam dünyasının nicel olmaktan ziyade nitel olarak dönüştürülmesi gibi bir süreci başlattı. Müslüman toplumların evvela siyasi ve toplumsal sonra da bilgi ve değerler olarak düzenlenmesi gibi teolojik ve politik bir fikri gündeme getirdi 11 Eylül hadisesi. Ancak bu dönüşümleri sağlayacak karar ve uygulamalar İslamofobi üzerinden dikkatlerden uzak tutuldu. Siyasi ve toplumsal dediğimiz düzenlemenin başlangıcında, Müslüman toplumlar ve İslam’ın değerlerinin demokratikleşmeye açık hale getirilmesi vardı. Günümüzde bu daha ziyade kadın üzerinden sürdürülen bir süreç olarak işlemektedir. Ancak bunlara Müslüman toplumların bazı şeylere razı olmalarını sağlamak için, kendi şartları içinde bir tür 28 Şubat gibi süreçlerde gerekti.
Bilgi ve değer düzeyindeki düzenleme açısından bakacak olursak, 11 Eylül hadisesi ile beraber; siyasi, ideolojik hatta teolojik sorulan soru şu oldu: İnsanları intihar bombacısı haline getiren şey neydi? Bu radikal tavır nasıl önlenebilirdi? Çağdaş politik kültürün buna verdiği cevap, insan eylemi değer bağımlıdır? Buna radikal denilip, sebebin de İslam’ın değerleridir şeklinde cevap ürettiler. Medrese bu değerlerin özetlendiği mekânsal yer olarak kabul edildiğinden, bu haliyle İslam dünyasında medreseye karşı ilan edilmeyen açıktan söylenmeyen gizli bir savaş başlatılmış oldu. Medrese üzerinden bu değerlerin yapıbozuma uğratılması gerekiyordu. Çünkü insanları radikallikten kurtarmanın yolunun bu olduğuna inanılıyordu ve bunun içinde İslam dünyasındaki devletlere, 11 Eylül saldırısı sonrası yeni siyasetler uygulatıldı.
“İnsan hakları 1990’lardan bu yana en zor anlarını yaşıyor”
Prof. Dr. Nezir AKYEŞİLMEN: Soğuk Savaş sonrası dönemde Uluslararası İlişkilerde insan hakları ve demokratikleşme konusunda büyük bir iyimserlik havası hâkimdi. Tabi, bunda Sosyalist blokun çöküşü ve demokratik kapitalist ülkelerin ideolojik çatışmayı kazanmasının rolü büyüktü. Aynı zamanda dönemin dünya liderleri ve BM yönetiminde yer alan kişilerin yetkinliği ve bu evrensel değerlere olan yaklaşımı da çok önemliydi. ABD Başkanı Bill Clinton, İngiltere Başbakanı Tony Blair, BM Genel Sekreterleri Boutros Boutros Ghali ve Kofi Annan ile BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Mary Robinson BM’nin uluslararası insan hakları diplomasisinde ve uygulamasında etkin ve belirleyici bir rol oynadılar.
Bu dönemde BM insan hakları kitlesel ihlalleri nedeniyle çok sayıda insani müdahale gerçekleştirilmiş, bütün BM kurumlarına ve eylemlerine hak-temelli yaklaşım hâkim kılınmış, İnsan haklarını korumada en etkin BM organı olan BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin kurulması sağlanmış ve insan haklarının daha etkin korunabilmesi için bireysel sorumluları cezalandıran Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönem yeni ulusal ve uluslararası güvenlik sorunlarını da beraberinde getirdi: İç savaşlara yol açan etnik çatışmalar, artan göçmen ve mülteci sayısı, ekonomik rekabet, çevre sorunları, insan hakları ve din, uluslararası ilişkilerde kültürel kimlik sorunları gibi. Açık bir hiyerarşi içinde düzenlenmeyen birden fazla konu, artık uluslararası ilişkilerde askeri güvenliğin baskın olmadığını gösteriyordu. Ayrıca, klasik realistlerin yaptığı gibi, ulusal ve uluslararası meseleler arasında kesin bir ayrım yapmak çok zor hale gelmişti. Yeni Dünya Düzeni, ahlak ilkeleri ve insan haklarına hatırı sayılır bir yer verir olmuştu. Dönemin İngiltere Başbakanı ve Kuzey İrlanda barışının baş mimarlarından Tony Blair, “yeni uluslararasıcılığın [uluslararası sistem ya da düzenin] değerlere ve hukukun üstünlüğüne dayalı olduğunu” ilan etti. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton da aynı dili konuştu ve “Birisi masum sivillerin peşine düşer ve onları ırkları, etnik kökenleri veya dinleri nedeniyle toplu halde öldürmeye kalkarsa ve bunu durdurmak bizim elimizde ise, bunu durduracağız” çıkışında bulundu.
Aynı dönem, Huntington’un demokratikleşmede 3. dalga olarak tanımladığı, Doğu ve Orta Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya geniş yelpazede bir dizi ülkenin demokratikleştiği bir dönemdi. Realist paradigmaya esir düşmüş, güvenlik ve çatışma temelli İki kutuplu Soğuk Savaş dünya düzeninin daha barışçıl ve insan haklarına alan açan liberal düşünce etkisine girmişti. Bu dönemde, Fukuyama’nın sonradan çok tartışılan Tarihin Sonu, Huntington’un Medeniyetler Çatışması ve Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtasıtezlerinin yazıldığı bir dönemdi.
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırıların ABD dış politikasında neden olduğu güvenlikçi yaklaşım ve “küresel terörle mücadele” dönemi zamanla dünyaya yayıldı ve uluslararası barışçıl iklimi çatışmalı bir döneme dönüştürdü. Özellikle 2007 – 2010 küresel finansal kriziyle beraber, küresel çapta insan haklarına olan ilgi azaldı, insan hakları STK’ları fon bulmakta zorlandı, birçok ülkede insan hakları kriminalize edildi ve daha vahimi uluslararası toplum insan haklarına daha az duyarlı bir döneme girdi. Tüm bunların üstüne ABD’deki 2016 Başkanlık seçimlerini, Donald Trump gibi insan haklarına ve demokrasiye uzak bir profilin kazanması, son yıllarda tüm dünyada kendisi gibi despot, baskıcı ve hoşgörüsüz liderlerin, otokratik rejimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Uluslararası İnsan Hakları, uluslararası kamuoyundan büyük destek gördüğü 1990’lardan bu yana en zor anlarını yaşıyor. Bunda Trump döneminin etkilerinin yanı sıra ekonomik ve siyasi alanda Çin ve Rusya gibi otokratik ülkelerin uluslararası güç politikasında yükselişlerinin de etkisi yadsınamaz. 11 Eylül saldırıları, uluslararası insan hakları ihlallerinin hem arttığı hem de demokrasiyi korumak adına meşrulaştırıldığı bir dönemi de ifade ettiğini gözlemledik.
İnsan haklarının uluslararası sistemde yükselişi ve düşüşü çok hızlı oldu, fakat 70 yıldır bu evrensel ideallerle görece daha insani ve daha ahlaki bir küresel düzene alışan uluslararası toplum, insan haklarını kolay kolay kaderine terk etmeyecektir. Dünya siyasetinde yükselen despotizmin acı faturalarıyla karşılaşan dünya toplumu, insan haklarının hem tek tek bireyler hem de toplumlar ve dünya barışı için ne kadar gerekli ve önemli olduğunu tecrübe ederek son yıllarda bunu öğrendi. Gelecekte de öğrenmeye devam edecek gibi. Böyle bir tecrübe, yakın gelecekte uluslararası insan hakları mekanizmasının daha da güçlenmesi ve yaygınlaşmasına hizmet edebilir.
“24 dizisinde İslam dünyası düşmandı, Homeland’de özeleştiri yapıldı, Stateless’te Müslüman mültecilerle empati kuruldu”
YILDIZ RAMAZANOĞLU: 11 Eylül’ün biraz öncesine gidersek, üçüncü milenyuma girdiğimiz geceye bir göz atmak gerekecek. 31 Aralık 1999’de dünya gezegeninin uzaydan çekilmiş fotoğrafları yayınlanıyordu. Havai fişeklere, renk ve ışık seline boğulan yerler Orta Amerika, Avrupa ve Japonya idi. Dünyanın geri kalan yerlerinin oldukça karanlık göründüğünü söylüyordu bir yorumcu. Haziran 2000’de New York’ta yeni yüzyılın ilk global kadın konferansındaydım ve binlerce kadın sokaklarda lobilerde salonlarda “eşitlik hemen şimdi!” diyordu. 31 Ağustos 2001’de başlayan, BM tarafından üçüncü kez düzenlenen bir konferans vardı Güney Afrika Durban’da, “Irkçılık Irk Ayrımcılığı Yabancı Düşmanlığı ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Konferansı.” 7 Eylül’deki nihai oturumda birkaç büyük devlet imzalamayı reddettiğinden ortak insanlık bildirisi yayınlanamamıştı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hayal kırıklığını ifade ettikten sonraki cümlesi bir kâhinin sözleri gibidir: “Tarih bazen çok hızlı hareket eder.” Dört gün sonra korkunç saldırı meydana geldi ne yazık ki.
İçimden Geçen Şehirler kitabımdaki denemelerimden biri 1998 New York’unu anlatıyor. İkiz kulelerin 107. katına çıkış macerası. Sabah dokuz. Daha çok iş yerlerini büroları açan, temizleyen, güne hazırlayan dünyanın birçok milletine mensup genç insanların, masum sivil emekçilerin giriş yaptığı saatler. Aklı başında hiçbir insanın kabul edemeyeceği, haksızlıklarla mücadele etmede hiçbir şekilde yeri olmayacak insanlık dışı lanetlenmiş bir şiddet. Bu konuda çekilmiş belgeseller arasında en saygınlarından biri olarak anılan Fahrenheit 9/11’in yönetmeni Michael Moore’un, her iddiasını delillendirdiği belgeselini de izlemek lazım ki bu işe kimler karıştı anlayalım. Bu hadise sanat dünyasında da gündelik hayatta da insanı çağa ve yaşananlara yabancılaştırdı. Kutuplaşmanın değil barış ve hakkaniyetin parçası olmak isteyenlerin sesi kısıldı. Gerçekliğin bükülmesi, bireyin içe kapanması, insanın çoklu aidiyetler zenginliğinin hiçe sayılması, sembollerle anılma ve indirgenme yorgunluğu. Güçlü olanın tarihi yazma ve tanımlama hakkını da ele geçirmesi. Bu sorgulamalar edebi metinlerde gün yüzüne çıktı. Son yıllarda kurgu ve gerçekliğin iç içe geçtiği, milyonlarca insanın izlediği kimi dizilerde ilginç bir değişim yaşanıyor. “24” dizisinde İslam dünyası bütünüyle düşman olarak hedefe konup her genç olası terörist olarak işaretlenirken, “Homeland” dizisi görece de olsa özeleştiri yapan, ABD’yi de suçlayan bir kıvamda. Bu senenin çok izlenen dizisi Stateless’te ise Müslüman mültecilerle kurulan özdeşim ve empatiye, nobran Avrupa politikalarına yönelen eleştirilere, insanın hikâyesine odaklanan inceliklere tanıklık edebiliyoruz. Dengelerin öteki olanı anlama-dinleme lehine bozulması daha eşit ve adil bir dünyanın kurulumu için hayati önemde.
Erdemli insanların aşağıdan küreselleşmesi sessiz ama derinden ilerliyor. Mavi Marmara Gemisi’ne binenlerin kimlikleri bunun en açık örneklerinden. Sanat tarihini Avrupa sanatından ibaret gören zihniyette de kırılma oldu. İslam dünyası entelektüelleri dünyada ilgi görüyor, tercüme edilip, okunuyor, izleniyor. Batılı yazarlar ve sanatçılar zaten her zaman ilgi görüyor bizim dünyamızda da. Total Avrupa düşmanlığı da İslam düşmanlığı da anlamlı değil hatta küçültücü. Halklarla hikâyemiz ortak çünkü. Ötekini görmezden gelenin sanat alanı yoksullaşır, çürür. Sanatın akış yönü kimseyi dışarıda bırakmayan bir dile, insanın temel kader birliğini vurgulamaya doğru olmalı. İnsandan sonrasının konuşulduğu bir dünyada nefretle, şiddetle, üstünlük ve ayrıcalık iddialarıyla gidilecek bir yol kalmadı.