Yarın 28 Şubat’ın 24. yıl dönümü.
Aradan epey zaman geçmiş olsa da, Türkiye’nin bugün geldiği toplumsal ve siyasi aşama, bu aşamanın çeşitli katmanları, 28 Şubat dikkate alınmadan tam olarak anlaşılamaz.
28 Şubat, esas olarak, askerin müdahil olduğu otoriter bir kimlik siyaseti dönemidir. Enerjisini karşı bir kimliğin, İslami kesimin tehdit ilan edilmesinden ve tehlike söyleminden almıştır.
Bu çerçevede, “modernist dizayn siyaseti”nin son büyük şahlanışıdır. Toplumsal, ekonomik, siyasi merkezin dışında kalması istenilen bir kesimin bu istikametteki ilerleyişine, seküler sistemin askeri, basını, üniversiteleri, toplumsal yapısıyla birlikte gösterdiği bir tepkidir. Bu ilerleyişi, yasaklar, kurallar, baskılarla yeniden kontrol altına alma çabasıdır.
28 Şubat, Türk siyasi tarihi için, birden çok anlamı olan bir milattır.
Sadece sonuçlardan, yasaklama arayışlarından oluşmaz, aynı zamanda merkeze ilerleyen grupların siyasi ve toplumsal öyküsü bakımından da bir anlam ifade eder.
Örneğin, 2002 genel seçimlerinde AK Parti’nin yüzde 34 oy alarak seçimlerden 1. Parti çıkması, 28 Şubat’a yönelik tepkinin bir ifadesi olarak bu gelişmeden bağımsız değildir.
Dahası, 28 Şubat siyasi açıdan ne denli bir tepkiler silsilesi idiyse, sosyolojik bakımdan bir hareketlenmenin, yeni dip akıntılarının ifadesiydi.
Ana dip akıntı, kültürel kimlikler meselesiyle ilgiliydi. Akıntı, baskı altındaki kimlikleri sahaya çıkarıyordu. Bunlar arasında İslami kimlik taşıyıcıydı. Bu kesimin yıllar içinde yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasi zıplama ve yükselen talepleri, başörtüsünden kamu kaynaklarına kadar hak arayışları, “kimlik” faktörünün önce “siyasete ağırlığını koyması”na yol açtı.
Merkez sağın erimesi, siyasi hakimiyetini kaybetmesi, dindar oyların Refah Partisi’ne akmasıyla meydana geldi. Benzer bir durum Kürt siyasi partileri ve merkez sol bakımından da yaşandı. Merkez partilerin erimesi, kimlik partilerinin büyümesi, yerleşik siyasi yelpaze anlayışını ve ona bağlı istikrar algısını yok etti.
28 Şubat’taki toplumsal ağırlık da son derece önemlidir.
Türk toplumumun hikâyesi hem toplumsal gruplar arasında hem toplumsal grupların içinde sosyo-ekonomik ve kültürel-kimliksel faktörlerin iç içe geçmesinden oluşur. Bu konuda tek değişen husus, iç içe geçişteki denge ve hiyerarşinin zamana göre şekil alabilmesidir.
Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyan sosyolojik dalga ve sonrası, “kimlik” faktörünün su üstüne çıkmasına, normalleşmesine, liberalleşmesine yol açmıştır.
Temel hak ve özgülüklerin kimlik simgelerini ve verilerini kullanmak bakımından alanı genişlemiş, bireyler arası ilişkilerde ve toplumsal düzeyde kısmi bir melezleşme başlamıştır. Modernist dizayn dönemi sona ererken, 2002-2010 arası, dünün dışlanan grupları ile hâkim kesimleri arasında bir eşitlenme eğilimi yaşanmıştır. Bu dönemde Kürt kimliği de daha sınırlı olsada, aynı gelişmelerden en azından Çözüm Süreci aşamasına kadar payını almıştır.
Ancak 28 Şubat sonrası gelişmelerin toplumsal ve siyasal merkezde salt melezleşme ve sentez istikametinde olduğunu söylemek doğru olmaz.
Sosyolojik baskı, onun ürettiği siyaset, eski ve yeni yöneticiler arasındaki mücadele sistemin dokusunu değiştirirken, ibre, sadece eşitlenmeyi değil, aynı zamanda iktidarın el değiştirmesini de gösteriyordu.
Kimlik etkileşimi yanında kimlik savaşları da yaşanıyordu.
Sonra denge değişti, savaş, etkileşimi baskı altına aldı.
Bu savaşlar, iktidarın tercihleri, sistemin imkânlarını kullanma, dağıtmanın lezzeti, kimlikçi bir yapılanmayı hızla birlikte getirdi.
Bu, bir anlamda bugünün iktidarını tanımlayan kimlikçi siyasetin yeniden doğuşuydu.
İş zaman içinde derinleşti ve masal başa döndü.
Türkiye, bu kez, başka bir esas üzerinden, farklı bir kimlik elinde, ona uygun 28 Şubat biçimine çark etti.
Kimliklerin sosyolojik ve haklar alanında eşitleyici baskısından, kimlik siyaseti tahakkümü evresine geçti.
Bu iki halin ne denli farklı olduğu ortadadır.
Bir kimliğin örneğin dindar, laik, Kürt, Türk kimliğinin diğerleri arasında, onlara eşit bir kimlik olması, etkileşim ve farklılıkları içeren demokratik bir bütünleşme sistemi demektir.
Buna karşılık bir kimliğin diğerleri üzerinde, İslami kesimin laik kesim; laik kesimin İslami kesim; Türklerin Kürtler üzerinde fiili, simgesel tahakküm kurması, otoriter siyasetin özünü oluşturur.
Dünden bugüne hikâye biraz böyledir.
Umalım, siyaset ve etkileşim özlemimiz çok sürmesin.