İzlemek için:
Mart ayı hem Türkiye hem de gazeteciler için yoğun geçti.
İmamoğlu’nun bir sabah erken saatlerde gözaltına alınmasıyla başlayan protesto süreci, birkaç gün önce Özgür Özel’in “son buluşma” olacağını söylemesiyle biraz daha sakinleşti. Süreç boyunca polis müdahalesi çokça tartışıldı. Aynı şekilde, Şehzadebaşı Camii’nde yaşanan olay da akılda kalan gelişmelerden biri oldu.
Benim merak ettiğim asıl şey şu: CHP ve Özgür Özel bu süreci nasıl yönetti? Protestoların sonuçları neler? CHP için kazanımları ne oldu? Bunları merak ediyorum.
Değerlendirmeye şöyle başlamak lazım: Her yerde söylendiği gibi, benim de defalarca dile getirdiğim gibi, Türkiye otoriter bir istikamette ilerleyen bir ülke. Zaman içinde bu süreç hızlanarak, otokratik bir yöne doğru seyreden bir gemiyi andıran bir tablo ortaya çıkardı. Son yaşanan olay da bu gidişatın yeni bir kademesi, yeni bir seviyesi, yeni bir hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Tam anlamıyla otokrasiye doğru yelken açmış bir siyasi iktidar var ve Türkiye’yi bu yöne doğru sürüklüyor. Bunun ve yaşanan gelişmelerin karşısında toplumun ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin tepkisi, her şeyden önce doğal ve kaçınılmaz bir tepkiydi.
Öncelikle bunun altını çizmek lazım.
Meydanlarda yapılan konuşmalara, toplanan kalabalığa ve kalabalığın niteliğine baktığımızda, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu hamlesini doğal bulduğum kadar olumlu olarak da değerlendiriyorum.
İkinci önemli husus ise şu: Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve demokrasiye öylesine büyük bir baskı var ki, önce bunu yapanı, yani faili ve yükleneni tartışmak lazım. Buna tepki verenin haklılığı, yanlışlığı ya da zayıflığı ancak daha sonra ele alınmalı. Bunun altını özellikle çizmek isterim. 31 Mart seçimlerinden sonra, adeta önceden karar verilmiş bir şekilde, siyasal iktidar ve elinde tuttuğu devlet aygıtının çeşitli birimleri tarafından Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik çok ağır bir kampanya yürütülüyor.
Bu kampanya, Cumhuriyet Halk Partisi’ni suç ve suçlulukla özdeş hâle getirerek itibarsızlaştırmayı ve hatta mümkünse onu siyasi alanın dışına itmeyi amaçlayan bir politika niteliğinde.
Burada hedef doğrudan Cumhuriyet Halk Partisi. İstanbul’da 7 belediye başkanı hakkında soruşturma açıldı ve görevden alındı. Bunlardan 4’ü, Büyükşehir Belediye Başkanı da dâhil olmak üzere, şu anda cezaevinde. 8. isim olan Beyoğlu Belediye Başkanı ise sorgulanıyor.
Yolsuzlukların yalnızca İstanbul’da ve yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi belediyeleriyle ilişkilendirilmesi bile başlı başına son derece ironik. Açıktır ki, burada yolsuzlukla özdeş hâle getirilmek ve siyaseten itibarsızlaştırılmak istenen bir siyasi partiye yönelik olarak yargı, siyasi iktidar ve mülki idare, ortak bir hareket içinde. Ayrıca, Cumhuriyet Halk Partisi’nin etrafında oluşan tüm ittifaklar — yani DEM ile yapılan ittifak, Kent Uzlaşısı ya da kendiliğinden oluşmuş seçmen ittifakları — kriminalize edilmeye çalışılıyor. Bu çerçevede, terör örgütleri ya da belirli bir terör örgütünün çeşitli yapılarıyla Cumhuriyet Halk Partisi arasında, olmayan bir bağ kurulmak isteniyor .
Bu durum bize şunu gösteriyor:
AK Parti demokrasiyi geride bırakmış, ondan çoktan vazgeçmiş durumda. Siyasi iktidar, ana muhalefet partisini baskı altına alarak, susturarak ve etkisiz hâle getirerek siyaset sahnesinden tasfiye etmek istiyor. Bu, “siyasi likidasyon” girişimidir..
Bu likidasyon girişi karşısında Cumhuriyet Halk Partisi doğrudan baskının öznesi ve hedefi olması nedeniyle varlığıyla, bizzat demokrasiyi simgelemeye başlamıştır.
Yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin varlığı ve sesi ile onun karşı karşıya kaldığı haksızlıklara itiraz etmek, yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi’ni korumak ve kollamak anlamına gelmez. Bu durum, Türkiye’de demokrasinin ve ana muhalefet partisinin korunması ve savunulması anlamına gelen bir çerçeve sunuyor. Açıkçası, Cumhuriyet Halk Partisi’nin mücadelesi, ne olursa olsun, demokrasiyle özdeş bir mücadeledir. Bu bir.
İkincisi, Cumhuriyet Halk Partisi ne yaptı, ne yapmalıydı? Açıkçası, siyasi iktidar Cumhuriyet Halk Partisi’nin elinde fazla bir seçenek bıraktı mı? Hayır. Savcılar, emniyet, basın ve sosyal medya üzerinden yürütülen bir karalama ve suçlama kampanyasının ardından gelen tutuklamalar söz konusu. Böyle bir durumda yapılabilecek tek şey, halka gitmektir. Zaten İmamoğlu sıkça söylerdi; sıkıştığında ne yapacaksınız diye sorulduğunda, “Güvencem halk, toplum” derdi. Burada bir seferberlik ilan edildi ve bu seferberlik, Cumhuriyet Halk Partisi’ni aştı.
Gençlik faktörü, bir şişenin açılması ve içindeki buharın dışarı çıkması gibi bir etki yaptı. Gençlerin cesaretlendiğini, heyecanlandığını ve iktidara karşı bir vesile bulup harekete geçtiğini, çeşitli illerde gözlemliyoruz. Bu olgu çok doğru bir şey, fakat kabul etmek gerekir ki, bu sadece geçici bir durumdur.
Şimdi mesele, bu kadar ağır bir baskı döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu direnci nasıl sistemleştireceği, nasıl zamana yayacağı meselesi.
Burada tabii ki bazı sorunlar karşımıza çıkıyor. Mesela, Özgür Özel, bütün bu süreçte liderlik kimliğini biraz daha tescil etti belki, ama diğer taraftan çok uzun ve sistemsiz konuşmalar hatalara yol açabiliyor.
Mansur Yavaş’ın Kürt bayrağına “paçavra” demesi gibi, bu da önemli bir konu. Ya da Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanının kutuplaştırıcı bir yöntemi benimsemesi, boykot çağrıları yapması da dikkat çeken diğer bir sorunlu nokta. Bu boykot çağrıları sadece basına yönelik olsaydı belki bir anlam taşıyabilirdi, fakat bu çağrılar, kafeler gibi çeşitli kamusal alanlara yönelince, eski kültürel savaşları akla getiren bir kültürel çatışma yöntemine dönüşüyor.
Dolayısıyla, buralardaki hatalar, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeteri kadar düşünülmüş stratejilere sahip olmadığını gösteriyor. Senin soruna böyle bir cevap verebilirim.
Doğru yapılan, fakat aynı zamanda yeteri kadar elabore edilmemiş, yeterince yapısallaşmamış ve üstüne yeterince düşünülmemiş bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü unutulmamalıdır ki, iki önemli şey var. Birincisi, Türk toplumu, Sırbistan ya da Ukrayna toplumu gibi direnç, tepki ve sokak siyasetine çok yatkın değildir; Osmanlı’dan bu yana böyle bir durum söz konusu.
İnsanlar çıkar, tepki gösterirler ama bu, her zaman süreklilik arz etmez. Bu sefer ne olacak, göreceğiz. Dolayısıyla, toplumun bu heyecanı üzerinden yapılan siyaset mutlaka yeni iddialarla, yeni vurgularla ve yeni hamlelerle geliştirilmeli.
Dediğim gibi, refleksif hareketleri bence Cumhuriyet Halk Partisi yanlışa götürebilir.
Son olarak şunu söyleyeyim: Cumhuriyet Halk Partisi, bu işin içinden, dün söylediğimiz gibi, yeni bir siyaset ve yeni bir siyasi anlayış üreterek çıkabilir. Tabii, itiraz bu dönemde çok önemli, tepkiler çok önemli.
Bunları canlı tutmak lazım, ama dediğim gibi, bazı sorunlara, Türkiye’de tartışılan bazı meselelere Cumhuriyet Halk Partisi kurucu bir şekilde de el atmayı düşünmeli ve öğrenmeli. Mesela, Kürt meselesinin kültürel boyutları, politik ve toplumsal boyutları, bunların arasındadır. Ya da işte bu kent uzlaşısı meselesi, her neyse, onu farklı ve daha cesur bir şekilde savunmak, bunların arasındadır.
Türkiye’yi temsil etmek ve Türkiye’deki bu antidemokratik yapının karşısında Türk demokrasisinin temsil edilmesi, uluslararası ve ulusal, hatta yeni yöntemlerle son derece önemlidir diye düşünüyorum.
Ali Bayramoğlu ile Bugünler’de bu hafta: Şimdi mesele, bu kadar ağır bir baskı döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu direnci nasıl sistemleştireceği, nasıl zamana yayacağıdır. Burada bazı sorunlar karşımıza çıkıyor. Mansur Yavaş’ın Kürt bayrağına “paçavra” demesi gibi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanının kutuplaştırıcı bir yöntemi benimsemesi, boykot çağrıları yapması da dikkat çeken diğer bir sorun noktası. Bu boykot çağrıları sadece basına yönelik olsaydı belki bir anlam taşıyabilirdi, fakat bu çağrılar, kafeler gibi çeşitli kamusal alanlara yönelince, eski kültürel savaşları akla getiren bir kültürel çatışma yöntemine dönüşüyor.