Olmuyor, olmuyor, olmuyor…
Kendimi ne kadar zorlasam; Fatih Portakal’ın kariyeri, şöhreti, parayı bir parça huzur için gözünü kırpmadan terk ettiğini açıkladığı o mektubun sahiciliğine bir türlü inanamıyorum. Hatta huzura dair o aşırı vurgular, sanki sözlerinin inandırıcı bulunmama ihtimalinden ürken ve bu ihtimali bütünüyle izale etmek isteyen birinin baş vurduğu bir taktikmiş gibi geliyor bana:
“10 yıldır gurur duyarak çalışıp, birlikte keyifle yol aldığım Foxhaber’den kendi tercihimle ayrılmaya karar verdim. Sadece, ‘Ne yapmak istiyorum?’ sorusunun cevabını aradım. İçsel devrime ihtiyacım vardı. Kariyer, tanınmışlık, kazanç vazgeçilebilecek şeylerdi.
“Başta sağlık, dinginlik, huzur ve aile ise insanın yaşam nedeni. Kararı bu kadar net verdim. Bu yıl ve belki sonrasında toprağın sakin ritminde yaşayıp ruhumu ve bedenimi dengeleyeceğim. Tabiatla olabildiğince bütünleşip kıymetini bilerek yaşam süreceğim. Kalın sağlıkla.”
Belki biraz spekülatif kaçacak (zaten sınırlı bilgilerimle ve daha çok da sezgilerimle ve duygularımla yazıyorum bu yazıyı), fakat bir adım daha atarak şunu da söyleyeceğim: Sanki, “kendi tercihimle” ifadesi yeterince inandırıcı bir şekilde temellendirilemezse, okuyanı inandıramazsa buradan bir maraz doğacağı kuşkusuyla kaleme alınmış bir metin gibi geliyor bana bu.
Yirmi yıl kadar öncesine giden bir hikâye geliyor aklıma: Bir adam karısını öldürmekle suçlanıyordu. Polis soruşturmasında suçunu kabul etmiş, daha sonra tatbikat için götürüldüğü olay yerinde gazeteci kameralarının önünde cinayeti kendisinin işlediğini hem de aşırı vurgulu cümlelerle anlatmıştı. Yalnız öldürdüğünü değil, öldürmekle çok iyi ettiğini de söylüyordu.
Mahkemede cezası kesildi ve cezaevine gönderildi. Cezaevindeki dördüncü yılında, ortaya çıkan yeni bir delille dosyası yeniden açıldı ve sonunda suçlunun o değil, onun en yakın arkadaşı olduğu ortaya çıktı.
Aradan dört yıl geçmişti ama tatbikattaki vurgulu “ben öldürdüm”leri unutmak mümkün değildi. Nitekim o gün olayı yerinde izleyen gazeteciler, cezaevinden çıktıktan sonra hayretler içinde sordular neden suçsuz olduğu halde “ben öldürdüm” dediğini. Adamın cevabı: “O gün tatbikatta inkâr etseydim yeniden nezarete götürülecektim, inkâr etmezsem cezaevine gidecektim. Poliste kaval kemiğimin matkapla delinmesini bir daha göze almaktansa kaç yılsa artık cezaevinde yatmayı tercih ettim.”
Cinayet, matkaplı işkence, cezaevi gibi sevimsiz ayrıntıları bir kenara bırakıp da meseleye sadece faili olmadığı eylemi zorunlulukla üstlenen bir adamın hikâyesi olarak baktığımda, doğrusu ya, onunkini Fatih Portakal’ın hikâyesine çok benzetiyorum.
Nasıl benzetmem ki? Her şey yıllardır gözümüzün önünde cereyan ediyor. Siyasetin en tepesinden trollerin en süflisine kadar her gün küfredilen, tehdit edilen, hakkında sürekli soruşturma açılan bir insandan söz ediyoruz.
Çok başarılı, genç ve belli ki rekabetçi ortamlarla bir derdi yok; mutlu oralarda. Eh, bu durumda “kendi tercihim” meselesi çok havada kalmıyor mu?
Böyle bakınca, yine televizyon dünyasından ve olan biten hakkında benden çok daha fazla bilgili olduğu muhakkak Fatih Altaylı’nın değerlendirmesinin son derece isabetli olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum:
“Bıraktı demekten çok ‘Kaçtı’ demek daha doğru olacaktır.”